5 com

ólafur arnalds istanbul'da

ne zamandır kendisinin "ljósið"iyle uykumdan uyanıp güne güzel başlıyordum. bu sabah kendi keyfime göre uyanıp bilgisayar başına geçtiğimde 10-11 şubat'ta salon iksv'ye uğrayacak olduğunu gördüm. şu an monitör karşısında sırıtıyorsam sebebi budur. altta ise 3 nisan 2010 tarihli pekin konserinin 70 dakikalık bir kaydı bulunuyor. konser öncesi etüd edilebilir.

0 com

grinderman - "evil"

nick cave'in yine aynı tayfayla yola çıkarak kurduğu grinderman, ilk albümünü yayınladığında benim aklımda şafaktan başka bir şey yoktu. o şafak eriyip bitip ben izmir'e döndükten sonra başucu albümü yapmıştım bunu. bol balladlı ilk albüm arkasından ikincisinin haberini aldığımda ise beklentilerimi aynı düzeyde tuttum. ancak bu "grinderman 2" nedense pek memnun edemedi beni. ya ben albümün moduna giremedim ya da albüm benim moduma bir türlü denk gelmedi. neyse, "grinderman 2"de yer alan "evil"ın klibi 5 gün önce yayınlandı. ilk albümdeki babuna, bu albümde ise kurt, kuş ve tanımlayamadığım bir yaratık eklendi. nick cave'e bu grubu kurma fikrinin aklına geldiği yer olan hayvanat bahçesine bir atıf mıdır acaba?

0 com

friday night lights (2004)

içerisinde şiddet öğesi bulunan sporlarla pek aram yok. boks, uzakdoğu sporları vs... elbette bu tür sporların kendine göre güzelliği, özelliği vardır ancak ilgimi çekmiyor. kurallarını bir türlü çözemediğim, çözmek için de kasmadığım amerikan futbolu da bu kategoriye dahil benim için. bu futbola ilişkin anılarım çocukluğumla sınırlı. 90'ların ilk yarısında haftasonları hbb'de amerikan futbol maçlarının yayınlandığını, sıkıntıdan izlediğimi ancak bana karmaşık gelen bu oyundan pek de zevk almadığımı hatırlıyorum. "friday night lights" ile yollarımın kesişmesi de zaten filmin temeli olan amerikan futboluna dayanmıyor. explosions in the sky'ın arşivimde yer alan soundtrack albümünden filmi merak edip, edindim.

her spor türünün ülkelere/kıtalara göre yüklendiği anlam çok farklı. bizde malumunuz futbol baş köşeye kurulmuş durumda. serdar akar'ın "dar alanda kısa paslaşmalar"ında tanık olduğumuz bir mahalle ve futbol takımı arasındaki ilişkinin paralelini peter berg ve josh pate ikilisinin yönettiği "friday night lights"ta görmek mümkün. teksas'a bağlı bir kasaba olan odessa'da bulunan lisenin amerikan futbol takımı eyalet şampiyonluğunu gözüne kestirmiştir. yerel basının gözü hep takımın üzerindedir, kasaba halkının günlük muhabbetlerinde takımın durumu yer alır. ancak tüm bu ilgi, alaka genelde ülkemizde rastladığımız içi boş fanatizmin ötesindedir. lise hayatlarını futbola ayıran gençlerin ise kafalarında tek bir düşünce vardır; amatörlükten profosyonel lige zıplamak.

film, gerçek olaylara dayanmakta. 1988 yılında kasabada yaşananları h. g. bissinger, "friday night lights: a town, a team, and a dream" kitabında konu etmiş ve film de bu kitabın uyarlaması. 118 dakika gibi uzun sayılabilecek bir süreye sahip olmasına rağmen temposuyla izleyeni sıkmayan, explosions in the sky tarafından post-rock sosuna bandırılmış müzikleriyle izleyeni mest eden ve finaliyle de klişelere tokadını atan bir yapım. tavsiye ederim.

spoiler: +/- okumak için tıklayınız

genelde amerikan filmleriyle klasikleşmiş "winner" hikayelerini izlemekten sıkılmış bir bünye olarak filmi izlerken finali hakkında "acaba?" diye sormaktan kendimi alamadım. ve film boyunca kendimi böyle bir final için hazırladım. 2 saat boyunca keyifle izlediğim filmin böyle bitmesi beni daha da çok filme bağladı. hector cuper'e selam olsun!

1 com

dexter'a açık mektup

"hey gidi dexter. ne o sinsi lila, ne de ayakbağı olan rita yakışıyordu sana. içinde karanlık bir tarafı olan bir kadın gerekti, lumen gibi. jordan chase'in birkaç parçaya ayrılmış bedenini okyanusun dibine yolladıktan sonra tekneyi sürerken ki o keyfin, lumen'e olan bakışların gözümden kaçmadı. ama unuttuğun tek nokta, kendini tehlikeye atarak yaptığın fedakarlıklar, verdiğin sevgi ve destek bir kadını elde etmek için yetmiyor, malesef. onlar senin o karanlık yolcundan daha da karanlık, alt ettiğin kurbanlarından daha da zor varlıklar. insan olan yanların ağır bastıkça bunun farkına varacaksın."

sezon boyunca beklentileri gittikçe yükselten ancak finaliyle geneli tatmin etmeyen "dexter" 5. sezonunu da geride bıraktı. 6. sezonun da çekileceği müjdelendi ancak uzadıkça tadı kaçmasın, tadında bıraksınlar istiyorum.
4 com

kara kış için şarkılar

bu sabah bir yandan masanın üzerinde açık duran kitap diğer yandan hemen yanına konuşlanmış bilgisayarla haşır neşirken bir anda evimin karşısında bulunan ilkokuldan yükselen çığlıklara kafamı kaldırdım ve pencereye yöneldim. kar yağıyordu. izmir'de pek alışkın değiliz bu olaya. yanılmıyorsam en son ben üniversitedeyken yağmıştı ve ben o gün miskinliğimden vazgeçemeyip okula gitmemiş , eğlenceyi kaçırmıştım. sonrasında çok uzaklarda, askerdeyken bir gece devriyesinde denk gelmiş, gecenin sessizliğinde üzerimi örten beyaz örtüyle huzur dolarak yürümüştüm bir süre. björk'ün karlı izlanda tepelerini arşınlarken duyduğu hazzı almıştım kendimce. çok değil, 10 dakika sürdü bugünkü şamata. tutmasını zaten beklemiyordum ama bu kadar kısa sürmesi de pek tatmin etmedi.

her mevsimin kendine ait şarkıları var, kara kışın da... benim için çalanı, söyleyeni, ismi değişiyor ancak bıraktıkları tad hep aynı. tiamat, björk, nick cave, tindersticks, balmorhea, sigur ros, the tumbled sea... uzar gider bu liste, durmak gerek. bugünlerde takıntım haline gelen bir diğer isim ise peter broderick. 1987 doğumlu broderick, yaşadığı hayata sığdırdığı yapıtlarla insanı kendisine hayran bırakacak türden bir sanatçı (diskografisine şuradan göz atılabilir). modern klasik müzik üzerine üretim yapan broderick'in sadece bu sene yayınladığı 5 kayıttan biri olan, eylül ayında yayınladığı "how they are" şu soğuk günlere eşlik edecek türden bir albüm. broderick'in piyanosu, gitarına sesiyle eşlik ettiği ve minimalizmin dibine vurduğu parçaların stüdyo kayıtları kameraya alınmış ve söz konusu videolar youtube'ta paylaşılmış durumda. albümde yer alan parçaların ismine tıklayıp videolarını izlemeniz mümkün. ben de kendi seçimimi buradan paylaşayım.

01. sideline
02. human eyeballs on toast
03. guilt's tune
04. when i'm gone
05. with a key
06. pulling the rain
07. hello to nils



5 com

balmorhea - "candor / clamor"

otobüs yolculuklarıyla aram pek iyi değil. bir koltuğa oturup 7-8 saat boyunca süklüm püklüm gitmek, bana göre berber koltuğunda oturmaktan bile çok daha can sıkıcı. [nedense 3 saat süren ayvalık - izmir yolunda bile son yarım saat buhranlar geçirip, otobüste anırmak geliyor içimden. gülmeyin, çok ciddiyim] bir de yanınıza sizden daha iri bir insan evladının oturup koltukta sizin payınızdan çalması veya uyurken rahat durmayarak sizi tepmesi bu sıkıntıyı arttıracak cinsten önemli detaylar. sigarayla aram pek olmadığından molada - eğer açlıktan ölmüyorsam - otobüsten inmem, yolculuklarda da pek uyuyamam. şu sıralar alışkanlık haline getirdiğim izmir - ankara - izmir yolunda kararlar son dakikaya dayandığından uçak bileti pahalıya geliyor. otobüs seçeneğini de bu nedenlerden dolayı elediğimden geriye tren opsiyonu kaldı. örtülü kuşetliden bir yer edinip en azından bu yol eziyetini daha uzun süreli olsa da yata yata gitme fikri bir anda cezbetti beni ve tcdd'den gidiş dönüş bileti kapmış bulundum.

geçen perşembe günü yaşadığım hayal kırıklıklarını cebime koyarak evden çıktığımda saat 17'yi göstermekteydi ve 17:50'de alsancak garı'ndan kalkacak olan treni yakalamamak için herhangi bir engel yoktu. tabi ki yağmur sonrası trafik sendromunu göz önüne almazsak. ben diyeyim alsancak devlet hastanesi siz deyin sevinç pastanesi durağına geldiğimde saatlerin 17:42'yi göstermesi ve trafiğin tıkalı olması çanların aleyhime çalmasına neden oluyordu. bir sonraki durakta trafikte çakılı kalan otobüsten ani bir kararla inmem ve bir elimde bavulla gara doğru var olan gücümle depara kalkmam, arada gücümün kesilip soluklanma ihtiyacı hissetmem, tekrar depara kalkmam ve garın tam karşısına geldiğimde trenin kalkış düdüğünü duymam... bunlar 5 dakika içerisinde olup biten şeyler. daha kısa olansa bir anda arabaların önüne atlayıp gara girmem, trenin harekete başlamış olduğunu görmem, "en arka kapıdan atlamaya çalış" tavsiyesine uyarak kapıyla aynı hizada bir süre koşmam, kapıdan sahibini asla bilemeyeceğim bir ele tutunmam ve onun beni çekmesine izin vermeme rağmen trene doğru hamle yapmaya cesaret edememem... anladım ki benden hobo olmazmış arkadaş. hele bir aksiyon filmi oyuncusu, asla!

artık yolcuğuluma bir sonraki trenle devam etmek, otobüsle 8 saat için katlanamadığım yola yine benzer koşullarda bu sefer 15 saat dayanmak zorundaydım. ceza çekermiş gibi. ilk pulmanın ilk koltuğuna kurulduğumda kaçacak bir halim olmadığından zevk almaya bakacaktım. hemen mp3 oynatıcıma el attım. günlerdir aranıp durduğum ve sonunda edindiğim balmorhea'nın yeni ep'si "candor / clamor"u gün içerisinde dinlememiş, yol için ayırmıştım. isabet olmuş, günümü kurtardı. sene başında kışın soğuğunu insana hissettirir cinsten albümü "constellations"u yayınlayan grup sonbahar / kış dönemini de boş geçmedi. mevsim muhabbetini araya sokmamın nedeni boş değil elbet. "constellations" ne kadar kışı çağrıştırıyorsa, önceki albüm "all is wild, all is silent" da bir o kadar sonbaharın tadını barındırıyor içerisinde. bu, iki parça ve onların remixlerinden oluşan ep de her iki albümden izler taşıyor, yani tam mevsim geçişine ait bir kayıt olmuş. operavari vokalleriyle soğuk ve karanlık bir havaya hakim olan "candor"un aksine adına yaraşır şekilde patırtılı olan "clamor" perküsyonlar ve yaylılarla şekilleniyor. ki söz konusu tezatı ep kapağında da yakalayabiliriz. şarkılara prefuse 73 ve benoit pioulard tarafından yapılan remixler de en az orijinalleri kadar dikkat çekici ve dinlenesi.