4. uluslararası işçi filmleri festivali
martyrs yarın gösterime giriyor
yarından itibaren film hakkında pek fikri olmadan salona girenler yarısına bile dayanamadan çıkabilir, salon çıkışı suratlarını görmek isterdim. benzer konu bir zamanlar gaspar noe'nin "irreversible"'ında yaşanmıştı. anılar işte...
duman izmir'de
playground
love the beast
"bir erkek yanındaki bayana arabanın kapısını açıyorsa ya araba yenidir ya da yanındaki bayan."
2. albüm sonbaharda
wall street 2 geliyor
lilly allen putin'e gıcık
ve "relapse"'tan ilk parça
burçin albümle ilgili haberi vermişken ben de ardından albümden yayınlanan ilk parçayı sunayım dedim:nirvana'dan konser dvd'si
'the rose'/ 'ıntro'
'breed'
'drain you'
'aneurysm'
'school'
'sliver'
'ın bloom'
'come as you are'
'lithium'
'about a girl'
'tourette's'
'polly'
'lounge act'
'more than a feeling'/'smells like teen spirit'
'on a plain'
'negative creep'
'been a son'
'all apologies'
'blew'
'dumb'
'stay away'
'spank thru'
'love buzz'
'the money will roll right ın'
'd-7'
'territorial pissings'
'the star spangled banner'
relapse
01. dr. west (skit)
02. 3am
03. my mom
04. insane
05. bagpipes from baghdad
06. hello
07. tonya (skit)
08. same song & dance
09. we made you
10. medicine ball
11. paul (skit)
12. stay wide awake
13. old time's sake (feat. dr. dre)
14. must be the ganja
15. mr. mathers
16. deja vu
17. beautiful
18. crack a bottle (feat. dr. dre and 50 cent)
19. steve berman (skit)
20. underground/ken kaniff
milk (2008)
film, san fransisco'ya taşınıp, gay haklarını savunmak için kolları sıvayan harvey milk'in biyografisi niteliğinde. milk'in 40. yaşına adım atacağı gece yakışıklı bir gayle tanışıp güzel bir gece geçirmesiyle başlayan hikaye, meclise girmek için büyük uğraşlar gösteren bir adamın hikayesi olarak devam ediyor. hiçbir zaman umudunu yitirmeyen milk, üçüncü girişiminde başarılı olur ve meclise girer. san fransisco valisi george moscone'un da desteğini alan milk, amerika'nın ilk gay hakları savunucusu olur ve halkın da büyük desteğini alır. fakat meclise girdikten 1 sene sonra yani 27 kasım 1978 günü suikaste kurban gider.
bir insan canlandırdığı karakteri sevebilir, ama bu kadar değil. ciddi anlamda rolü yaşayan sean penn'e buradan saygılarımı sunup, "eşcinselliği nasıl öğretiyorsunuz? fransızca gibi mi?" esprisi oldukça sağlamdı diyerek yazımı bitiriyorum. bu arada sean penn ve harvey milk benzemiyorlar mı allah aşkına?
lhasa'dan yeni albüm
"videodrome" yeniden çevrilecek
bu projede david cronenberg'in olması öngörülmüyor. şu sıralar kendisi tom cruise ve denzel washington'ın oynayacağı "the matarese circle" filmi ile meşgul.
rodriguez "machete"'i bitirecek
antares (2004)
spielmann, bu filmini 3 bölüme ayırmış ve her bölümde de bir çifti mercek altına almış. ilk bölümde bir hastanede doktor olarak görev yapan bir kadın ve hayli monoton bir şekilde yürüyen bir evlilik var. akşam yemeği esnasında schubert dinleyen, birbirlerine karşı anlayış ve saygı çerçevesi içerisinde hareket eden, kendilerine ve çocuklarına karşı sorumluluklarını bilen çiftin kadın olanı eşine karşı duyduğu tutkuyu yitirmiştir. ve bu da onu evin dışarısında arayışlara itmektedir. meslektaşı olması dışında hakkında başka bilgi sahibi olmadığımız bir adamla otel odalarında cinsel arzularını bastırmaktadır. eva, her ne kadar kocasına yeni bir aşka ihtiyacı olduğunu söyleyerek kendi vicdanını rahatlatma yoluna gitse de bu yabancı adamla olan ilişkisinden anlaşılacağı gibi aradığı yatakta sınırı olmayan fantazileri gerçekleştirmektir. (ilk bölüm için winterbottom'un "9 songs"'u bir referas olarak görülebilir)
eva'nın oturduğu bölgedeki alışveriş merkezinde kasiyer olarak olarak çalışan sonja'nın hikayesine zıplarız bir anda ve ikinci bölüm başlamış olur. sonja, göçmen olan erkek arkadaşını hamile olduğunu söylerek kandıran ve bu sayede elinde tutmayı arzulayan bir genç kadındır ve sevgilisini delicesine kıskanmaktadır. gerçi bu kıskançlık konusunda da haksız değildir. marco bir yandan sonja ile evlilik planları yaparken diğer yandan da kendisinden yaşça büyük olan bir kadınla daha ilişki yaşamaktadır. ve bu ilişkide de başrolü cinsellik oynamaktadır. marco'nun her akşam köpeği gezdirme bahanesiyle dışarıya çıkıp nicole'ün koynuna giriyor oluşu zamanla sonja'da kuşku uyandırır ve marco'yu takibe alır. öğrendiği acı gerçekle ise yıkılır.
üçüncü bölümde ise bu sefer mercek altında bir başka çift, nicole ve boşandığı eşi alfred vardır. alfred, eşinin kendisini istememesine rağmen ondan bir türlü kopmayan, daha önce pek de takmadığı işinde başarılı olmaya çalışıp eski eşinin gözüne girmeye çalışan biridir. ne var ki artık marco ile beraber olan nicole'ün gözü ne alfred'in aldığı arabada ne de hediyelerindedir. alfred ise kadının başka bir erkekle beraber oluşuna göz yummasına rağmen içindeki şiddeti bastıramayıp nicole'ün üzerine gitmektedir.
spielmann, üç ayrı bölümde anlattığı, aynı bloklarda yaşayan üç ayrı çiftin hayatını bir trafik kazasında kesiştirerek çıktığı yolculukta farklı sosyal tabakalardan olan üç çiftin aldatmaya karşı olan tepkilerini gözler önüne seriyor. ve bunu anlatırken de çıplaklığı ve cinselliği istediği gibi kullanmaktan da kaçınmıyor. "revanche"'in temposundan ve anlatımından zevk aldıysanız "antares" de sizi saracaktır.
pearl jam şarkıları cold case dizisinde
pink vs. britney yeniden
üç maymun ödüle doymuyor
dans kamera istanbul/2. uluslarası dans filmleri festivali
black snake moan (2006)
christina ricci'nin canlandırdığı rae, çocuk yaşta tecavüze uğramıştır. bu olaya annesinin şahit olması ve onun hiçbir şey yapmaması rae'nin annesiyle bağlarının kopmasına neden olmuştur. evden kopuk yaşayan ve önüne gelen erkekle beraber olup onlardan tekme yiyen rae tam bir nemfomanyaktır. hayatta tutunduğu tek dal olan sevgilisi ronnie'nin birdenbire vatan borcu olayıyla cozutup askere gitme kararı almasıyla tamamen boşluğa düşer ve ondan önceki hayatına geri döner; alkol, uyuşturucu ve penis.
samuel l. jackson'ın bedeniyle hayat bulan lazarus ise ismiyle alakalı olarak dinine bağlı ve içerisinde tanrı sevgisi olan, kardeş gibi büyüdüğü vaiz reverend r. l. ile beraber takılan ancak çok sevdiği eşinin kendisini başka bir adam için terketmesiyle kanadı kırılmış, kasaba dışındaki küçük çiftlik evinde tek başına yaşayan biridir. bu koca adamla ilgili bir başka özellik ise eski bir blues müzisyeni olmasıdır. ne var ki hayata küstüğünden beri gitarını tozlu rafların arasında unutmuş bir zamanlar gitarından çıkan tınılarla inlettiği bara birkaç tek atmak için uğruyordur.
bu iki kayıp hayatın kesişmesi ise beklenenden çok farklı şekilde olmaz. rae, sevgilisinin yakın arkadaşı tarafından dövülür ve öldü sanılarak yolun kenarına atılır. lazarus ise o sabah kalktığında ilk iş olarak kendisini terk eden eşinin eşyalarını bir çöp torbasına doldurur ve çöpe atar. evine dönerken yolun kenarında yatmakta olan rae'yi farkeder. ve ona bakmak için evine alır. kendisini iyileştirirken yaptığı ufak çaplı araştırmada onun her önüne gelenin altına yatan bir kadın olduğunu öğrenir. ve bu düşmüş kadını kendi yöntemleriyle ıslah etmek ister. önce onu zincire vurur ancak bunun bir işe yaramayacağını farkedince ona muhtaç olduğu sevgiyi verir.
"black snake moan", bu iki karakter üzerinden yürüyen ve christina ricci ile samuel l. jackson'ın oyunculuklarıyla güç bulan bir film. öyleki justin timberlake gibi bir çaylak bile ortamda sırıtmıyor. fotoğraf tadındaki sahneleri ve birbirinden güzel parçalarıyla blues sosuna bandırılmış film, izleyenin hem gözüne hem de kulağına hitap ediyor.
tricky, one love fest'te
tori amos'tan yeni klip
o şapkanın sıcaklığı bizi de ısıtsın artık
the pixies arşivi elden geçiriyor
eastern promises (2007)
londra'da bir hastanede ebelik yapan anna, hastaneye kaldırılan bir kadının doğumunda görev alır. ancak doğum sırasında kadın yaşamını yitirir. bu olay onu etkiler ve kadın hakkında merak ettiği konuları öğrenmek ister. kadının tuttuğu günlüğü eşyaları arasında bulur ve okumak için saklar. günlük rusça olduğu için amcasından bu konuda yardım ister fakat amcası bu konuda pek ilgili davranmayınca şehirdeki rus restoranının işletmecisi olan semyon'un kapısını çalar. bu tesadüf ise anna ile beraber yeraltına doğru bir yolculuğa çıkmamıza neden olur. günlüğü tercüme etmesi için yardım istediği semyon, günlüğü tutan genç rus kızı zorla alıkoyan ve onu yine işletmeciliğini yaptığı genelevde fahişe olarak çalıştıran, rus mafyası olan vor v zakone grubunun londra uzantısı olan adamdır. semyon ise anna'yı ilk başlarda potansiyel bir tehlike unsuru olarak görmese de anna'nın doğan bebek ve ölen kadın üzerine olan meraklı ve bir o kadar ısrarlı tutumunu sürdürmesiyle onu uyarma kararı alır ve oğlu kirill ile onun emrinde çalışan şöför nikolai'yi anna'nın üzerine salar. nikolai'nin anna ile yakınlaşmaya başlamasıyla da gerçek yüzlerin değişimine tanık oluruz.
dünyada nam salmış mafyalardan biri olan rus mafyasını ele alan cronenberg bir yandan da doğduğu topraklardan uzaklaşıp, para kazanma ve rahat bir yaşam kurma umudunu taşıyan ve bu umudu üzerine basılarak ezilen bir hayat kadınının dramını gözler önüne seriyor. yani mafya gibi erkeklerin dünyasına ait bir kavramı işlerken diğer yandan da bu organizasyonun içerisinde harcanmış bir hayat olan rus kızına anna'nın gözünden bakarak ortaya çift cinsiyetli bir film koymuş. rus aksanını yalayıp yutmuş olan viggo mortensen ve hayatta en çok kıskandığım erkeklerden biri olan vincent cassel çok şey katmış filme. oldukça sağlam bir hikaye, güçlü oyunculuklarla birleşince "eastern promises"'i seyredilir kılıyor.
ondskan (2003)
erik ponti, babasını erken yaşta kaybetmiş, annesinin yeniden evlilik yapmasıyla üvey babanın egemenliği altında yaşayan bir lise öğrencisidir. evde üvey babasının gereksiz yere kendisine uyguladığı, işkence boyutuna varan şiddet, erik'i ev dışında şiddet uygulamaya yöneltmiştir. okuduğu lisede yaptığı kavgalardan birisinde sınırı fazlasıyla aşar ve karşısındakini öldüresiye döver. parlak öğrencilerden biri olarak gösterilmesine rağmen bu kavga üzerine okuldan atılır. kısıtlı şartlar altında yaşayan, evlendiği adamın oğluna vurduğu kırbaç seslerini piyanonun tuşlarına vurarak bastırmaya çalışan anne kendisinden fedakarlık yaparak erik'i başka bir şehirdeki yatılı okula gönderir.
yeni okuyacağı liseye gelerek hayatında yeni bir sayfa açmayı düşünen erik çok geçmeden işlerin o kadar da kolay olmayacağının farkına varır. yaşadığı evde üvey babanın egemenliği ve baskısını tadan erik bu sefer de yatılı okuldaki hiyerarşi duvarına çarpar. gittiği okul, okul yönetiminin öğrencilere teslim edildiği ve komuta kademesinde en üst sınıfta olan abilerin bulunduğu ve yeni gelenlerin sıkı bir şekilde baskı altında tutulduğu bir kurumdur. ayrıca sınıfsal ayrımlar da yaşanmaktadır. okula yeni kaydolan ve sınıfsal olarak her türlü alt basamakta olan erik ponti, okulun abilerinin yeni hedefidir ve onu da diğerleri gibi sindirmeye çalışacaklardır. erik ise annesinin zorlukla yolladığı bu liseyi olaysız bir şekilde bitirmek ister ve okuldan kovulmak en büyük korkusudur. ne var ki daha ilk günlerinde kendisine hissettirilen baskıları kendi sınıfındaki diğer çocuklar gibi kabullenmek istemez. ve tüm bu zulmü yapanlara kafa tutmaya başlar.
dışarıdan bakıldığında okulda hakim olan bu hiyerarşi insana abartılı gibi gelebilir ancak filmin dayandığı romanın yarı otobiyografik oluşu olayların gerçeklerden kopuk olduğunu göstermiyor. yatılı bir lisede okumuş olduğumdan dolayı söz konusu baskılar pek yabancı gelmedi bana. her yatılı okulda abiler yeni gelenler üzerinde hakimiyet kurmaya çalışır. filmde gördüğümüz raddeye varmasa da fiziksel şiddet uygulanır. ayrıca askerlikte de sıracılık/tertipçilik denilen mevzu da bu sisteme uyan bir örnektir. kıdem olarak eski olan öğrenciler veya askerler yeni gelenleri kontrol altında çalışarak (keyfi kontrol de buna dahil) okul yönetiminin veya rütbeli askerlerin işlerini kolaylaştırırlar. ancak "ondskan"'da okul yönetiminin bu hiyerarşiyi son derece meşrulaştırması filmi, diğer örneklerden bir adım öteye geçiriyor.
oda arkadaşı pierre'in sıradan bir öğrenci gibi davranmaya çalışarak baskılara teğet geçme çabasına katılmayan erik tüm abilere başkaldırırken hem kendi sınıfındakileri hem de filmi izleyeni arkasına alıyor. sınıfsal ayrımın da kullanılarak yaratıldığı bu düzenin tekerine çomak sokan erik, tüm bu mücadelesi yalnız olmasına rağmen karşısındakilere diz çöktürmeyi başarıyor ve izleyenin gözünde bir kahraman haline geliyor.
konusunun yanı sıra göze hoş gelen anlatımı ve klasik müzik parçalarıyla bezeli olan "ondskan" "en iyi yabancı film" dalında oscar'a aday olmuş ancak heykeli kucaklayamamıştı. eğer henüz seyretmediyseniz, izlenecekler listenize eklemenizde fayda var.
rachel getting married (2008)
16 yaşındayken bağımlısı olduğu uyuşturucu yüzünden arabayla köprüden göle uçan ve bu sayede erkek kardeşinin ölümüne sebep olan kym hayatı boyunca peşini bırakmayan bu pişmanlığıyla yaşamaya mahkum bir genç kızdır. 9 ay boyunca rehabilitasyon merkezinde kalıp temize çıkan, ablası rachel'ın düğünü için eve geri dönen kym, kendini düğünü mahvetme potansiyeli yüksek bir mikrop olarak hisseder. film boyunca devam eden düğün hazırlıkları aşamasında kendini dışlanmış hisseden kym, babasının yoğun ilgisine maruz kaldığı için de çok sevdiği ablası rachel'ın nefretini kazananmıştır.
bir yandan uyuşturucu bağımlılığı yüzünden kaybedilen şeylerin aynası olan kym'in dram yüklü hikayesini izlerken, bir yandan da başta ablası olmak üzere ailesiyle yaşadığı sorunları izliyoruz. birçok mesaj veren film, herkesin bakış açısına göre farklı şekilde algılanma özelliğine sahip. şahsen ben yaptığı büyük bir hata yüzünden fazlaca ezilen bir kız gördüm. bu arada kym'in ablası rolündeki rosemarie dewitt'i çok mu aramışlar? o burun falan nedir öyle.. yine de izlenmeli.
doubt (2008)
1964 yılında, bronx'da bulunan st. nicholas kilise'sinde geçen film, okulun sert müdiresi rahibe aloysius'un, peder flynn tarafından verilen ve konusu "şüphe" olan vaazı diğer rahibelerle tartışmasıyla başlar. okula ilk defa alınan donald miller isimli siyah öğrenciye olan ilgisi ve şüphe temalı vaazının da etkisiyle peder flynn'in kendisi üzerinde bıraktığı "şüphe", rahibe aloysius'un oldukça ilgisini çeker. zamanla düşüncelerinden emin olmaya başlayan rahibe aloysius, rahibe james'ten de yardım alarak peder flynn'in suçunu yani, donald miller'dan yararlanmaya çalıştığını itiraf etmesini rica eder. çabalarını boşa harcadığını anlayan aloysius çareyi yalan söylemekte bulur ve peder flynn'in istifasını da suçunu itiraf olarak algılar.
ortadan kaldırılması gereken şüpheler için tanrı'dan bir adım geri atan rahibe aloysius, filmin sonunda amacını ulaşmış bir pişmanlığı yaşıyordu. meğer filmin başından beri haklıymış dedirtiyor adeta.
tümüyle izleyiciye bırakılmış bir film doubt. bana sorarsanız peder gerçekten sapıktı ve çocuktan yararlanıyordu, öyle olmayabilirde. devil wear's prada'nın miranda priestly'sinden fazla bir eksiği olmayan rahibe aloysius rolündeki meryl streep rolünün hakkını verse de, her zamanki muhteşem oyunculuğundan farklı birşey görmedim. viola davis'in 10 dakikalık oyunculuğu için bile izlemeye değer bir film, amy adams'ı söylemiyorum bile.
oorlogswinter (2008)
"oorlogswinter" bizi 1940'lı yılların ortasına ve hollanda'ya götürüyor. nazilerin hakimiyeti altında olan bir kasabada belediye başkanının oğlu olan michiel, almanların istilasını içine sindiremiyor ve çocuk yaşına rağmen elinden geldiğince onlara karşı davranmaya çalışıyor. babasının bölgedeki nazi subaylarıyla olan idareten muhabbeti bile onda tiksintiye yol açıyor. babasıyla arasına mesafe koyan michiel'in kendisine örnek aldığı adam ise amcasıdır. direnişçilerden biri olarak bildiği amca ben'in savaş hakkında uyarılarını ciddiye almayan michiel kendi bildiğini okur.
bir akşam kasabadaki ormanlık alana ingiliz savaş uçağı düşer ve uçaktan jack sağlam olarak kurtulur. bölgedeki siperlerden birine gizlenen jack'ten arkadaşının yazdığı notla haberdar olan michiel, ona yardım elini uzatır. zwolle'ye ulaşıp oradan da ingiltere'ye geçmeyi planlayan jack'in ayakta kalabilmesi için elinden geleni yapan michiel'in ise tek bir isteği vardır; özgürlük. ne var ki bu yolda feda etmesi gereken şeyler de olacaktır.
bir dönem filmi olan "oorlogswinter", pek çok filmin beslendiği kaynaklardan biri olan 2. dünya savaşını arkaplanda bırakıp, henüz ergenlik çağında olan bir çocuğa odaklanıyor. savaş zamanında çocukluğunu bir yana bıran hatta çoğu yetişkinin bile cesaret edemeyeceği işlere bulaşan michiel'i canlandıran martijn lakemeier'in ilk film deneyimi olmasına rağmen başarılı bir performans sergilemiş. ülkesindeki festivallerden 5 ödül kapan "oorlogswinter" buralara pek uğramasa da elden geçirilmeli.
sleeper (1973)
sleeper, 1973 tarihli woody allen işi bilim kurgu filmi. ve yine kendi mutfağında hazırlayıp izleyiciye sunduğu bir film. başrolü ise o dönem yavuklusu olan diane keaton ile paylaşıyor.
woody allen’ın mizahının 89 dakikaya yayıldığı film konu olarak, jazz klarnetçiliği de yapan, bir organik sebze meyve marketinin ortağının hastaneye bir ameliyat için yapan miles monroe adlı adamın uyutulup 200 yıl sonra uyandırılması ve uyandığı zamanda olan absürd olaylar üzerine kurulu. absürd olaylar dediğim kısımda polis devlet kavramına ait görüşleri devreye giriyor allen’ın. bir yandan george orwell’e göz kırparak eleştirisini yapıyor, diğer yandansa günümüze ait yazarlara ait laflarını sıralıyor.
“- bu joseph stalin. komünistti. onu pek sevmezdim. bıyığı çirkindi. kötü alışkanlıkları vardı.
- bu bela lugosi. bir süre new york belediye başkanlığı yaptı. onu ne hale getirdiğini görüyorsun.
- bu charles de gaulle. çok ünlü bir fransız aşçı. sufle, omlet, her şeyi yapmayı öğretirdi.
- bu ise scott fitzgerald. romantik bir yazar. ingiliz edebiyatı okuyanlar çok sever. Üniversiteli kızlar, yani nemfomanlar.
- bu chiang kai-shek. onu da pek sevmezdim.
- bu ise billy graham. din ticaretinde çok büyüktü. tanrı’yı tanıdığını söylerdi. ona bütün gardırobunu vermişler, birlikte randevulara gidiyorlarmış. çok ünlüydü. bir süre romantik ilişkileri olmuş.
- bu ise norman mailer’in fotoğrafı. çok büyük bir yazardı. harvard tıp fakültesi’ne incelemeleri için egosunu bağışlamıştı.
- bunun ne olduğunu hemen söyleyeyim. bu, “playboy” adındaki bir derginin orta sayfası. aslında gerçek hayatta böyle kadınlar yok. bunlar naylondan yapılmıştır. şişirir, düğümlersin. üstüne yağ falan dökersin.”
anything else (2003)
konu olarak gene bir woody klasiği var ortada; kadın erkek ilişkisi. konuyu ele alırken, jerry ile amanda’nın nasıl tanıştıklarından giriyor mevzu ve woody baba’nın ilişkilerle ilgili o ilk kıvılcımlara dair, ilk ateşlenmelere dair hikayesine rastlıyoruz bu filmde. ve daha sonraları ise hem kadın hem de erkek yönünden, diyaloglar aracılığıyla bir durum üzerine kadın ve erkeğin o ayrı bakış açılarına sahip olduğunu yakalamaya çalıştığını görüyoruz. burada bir ek yapıp, erkeğin kadınlar hakkındaki ve durumlar hakkındaki görüşlerini iç ses olarak değil de kameraya dönerek konuşma yöntemiyle belirttiğini görüyoruz. evet, bu olayı çok seviyorum. ve bu yüzden de en sevdiğim filmlerden birisi “high fidelity” ve ona önderlik ettiğini düşündüğüm yine bir allen filmi olan “annie hall”‘dur.
kendisini terk eden kadınlara karşı bir önlem alamayan hatta bir kadını terk etme konusunda sıkıntı yaşayan bir komedi yazarı olan jerry’nin hayatına amanda’nın girişine ve amanda’nın jerry üzerindeki pragmatist davranışlarının etkilerine tanık oluyoruz film boyunca. filmin yürüyüşü boyunca bizi nasıl bir son beklediği fikrine kapılmıyor da değiliz. filmde kendisine ismen yer bulan billie holiday’in o harika sesinden şarkılar kulağımıza çalınıyor. woody babanın bu seçimlerine de bayılıyorum. ayrıca filmle ilgili başka bir güzel ayrıntı ise iyi jazz yorumcularından diana krall da ufak bir sahnede yer alıyor.