1 com

dexter'a açık mektup

"hey gidi dexter. ne o sinsi lila, ne de ayakbağı olan rita yakışıyordu sana. içinde karanlık bir tarafı olan bir kadın gerekti, lumen gibi. jordan chase'in birkaç parçaya ayrılmış bedenini okyanusun dibine yolladıktan sonra tekneyi sürerken ki o keyfin, lumen'e olan bakışların gözümden kaçmadı. ama unuttuğun tek nokta, kendini tehlikeye atarak yaptığın fedakarlıklar, verdiğin sevgi ve destek bir kadını elde etmek için yetmiyor, malesef. onlar senin o karanlık yolcundan daha da karanlık, alt ettiğin kurbanlarından daha da zor varlıklar. insan olan yanların ağır bastıkça bunun farkına varacaksın."

sezon boyunca beklentileri gittikçe yükselten ancak finaliyle geneli tatmin etmeyen "dexter" 5. sezonunu da geride bıraktı. 6. sezonun da çekileceği müjdelendi ancak uzadıkça tadı kaçmasın, tadında bıraksınlar istiyorum.
4 com

kara kış için şarkılar

bu sabah bir yandan masanın üzerinde açık duran kitap diğer yandan hemen yanına konuşlanmış bilgisayarla haşır neşirken bir anda evimin karşısında bulunan ilkokuldan yükselen çığlıklara kafamı kaldırdım ve pencereye yöneldim. kar yağıyordu. izmir'de pek alışkın değiliz bu olaya. yanılmıyorsam en son ben üniversitedeyken yağmıştı ve ben o gün miskinliğimden vazgeçemeyip okula gitmemiş , eğlenceyi kaçırmıştım. sonrasında çok uzaklarda, askerdeyken bir gece devriyesinde denk gelmiş, gecenin sessizliğinde üzerimi örten beyaz örtüyle huzur dolarak yürümüştüm bir süre. björk'ün karlı izlanda tepelerini arşınlarken duyduğu hazzı almıştım kendimce. çok değil, 10 dakika sürdü bugünkü şamata. tutmasını zaten beklemiyordum ama bu kadar kısa sürmesi de pek tatmin etmedi.

her mevsimin kendine ait şarkıları var, kara kışın da... benim için çalanı, söyleyeni, ismi değişiyor ancak bıraktıkları tad hep aynı. tiamat, björk, nick cave, tindersticks, balmorhea, sigur ros, the tumbled sea... uzar gider bu liste, durmak gerek. bugünlerde takıntım haline gelen bir diğer isim ise peter broderick. 1987 doğumlu broderick, yaşadığı hayata sığdırdığı yapıtlarla insanı kendisine hayran bırakacak türden bir sanatçı (diskografisine şuradan göz atılabilir). modern klasik müzik üzerine üretim yapan broderick'in sadece bu sene yayınladığı 5 kayıttan biri olan, eylül ayında yayınladığı "how they are" şu soğuk günlere eşlik edecek türden bir albüm. broderick'in piyanosu, gitarına sesiyle eşlik ettiği ve minimalizmin dibine vurduğu parçaların stüdyo kayıtları kameraya alınmış ve söz konusu videolar youtube'ta paylaşılmış durumda. albümde yer alan parçaların ismine tıklayıp videolarını izlemeniz mümkün. ben de kendi seçimimi buradan paylaşayım.

01. sideline
02. human eyeballs on toast
03. guilt's tune
04. when i'm gone
05. with a key
06. pulling the rain
07. hello to nils



5 com

balmorhea - "candor / clamor"

otobüs yolculuklarıyla aram pek iyi değil. bir koltuğa oturup 7-8 saat boyunca süklüm püklüm gitmek, bana göre berber koltuğunda oturmaktan bile çok daha can sıkıcı. [nedense 3 saat süren ayvalık - izmir yolunda bile son yarım saat buhranlar geçirip, otobüste anırmak geliyor içimden. gülmeyin, çok ciddiyim] bir de yanınıza sizden daha iri bir insan evladının oturup koltukta sizin payınızdan çalması veya uyurken rahat durmayarak sizi tepmesi bu sıkıntıyı arttıracak cinsten önemli detaylar. sigarayla aram pek olmadığından molada - eğer açlıktan ölmüyorsam - otobüsten inmem, yolculuklarda da pek uyuyamam. şu sıralar alışkanlık haline getirdiğim izmir - ankara - izmir yolunda kararlar son dakikaya dayandığından uçak bileti pahalıya geliyor. otobüs seçeneğini de bu nedenlerden dolayı elediğimden geriye tren opsiyonu kaldı. örtülü kuşetliden bir yer edinip en azından bu yol eziyetini daha uzun süreli olsa da yata yata gitme fikri bir anda cezbetti beni ve tcdd'den gidiş dönüş bileti kapmış bulundum.

geçen perşembe günü yaşadığım hayal kırıklıklarını cebime koyarak evden çıktığımda saat 17'yi göstermekteydi ve 17:50'de alsancak garı'ndan kalkacak olan treni yakalamamak için herhangi bir engel yoktu. tabi ki yağmur sonrası trafik sendromunu göz önüne almazsak. ben diyeyim alsancak devlet hastanesi siz deyin sevinç pastanesi durağına geldiğimde saatlerin 17:42'yi göstermesi ve trafiğin tıkalı olması çanların aleyhime çalmasına neden oluyordu. bir sonraki durakta trafikte çakılı kalan otobüsten ani bir kararla inmem ve bir elimde bavulla gara doğru var olan gücümle depara kalkmam, arada gücümün kesilip soluklanma ihtiyacı hissetmem, tekrar depara kalkmam ve garın tam karşısına geldiğimde trenin kalkış düdüğünü duymam... bunlar 5 dakika içerisinde olup biten şeyler. daha kısa olansa bir anda arabaların önüne atlayıp gara girmem, trenin harekete başlamış olduğunu görmem, "en arka kapıdan atlamaya çalış" tavsiyesine uyarak kapıyla aynı hizada bir süre koşmam, kapıdan sahibini asla bilemeyeceğim bir ele tutunmam ve onun beni çekmesine izin vermeme rağmen trene doğru hamle yapmaya cesaret edememem... anladım ki benden hobo olmazmış arkadaş. hele bir aksiyon filmi oyuncusu, asla!

artık yolcuğuluma bir sonraki trenle devam etmek, otobüsle 8 saat için katlanamadığım yola yine benzer koşullarda bu sefer 15 saat dayanmak zorundaydım. ceza çekermiş gibi. ilk pulmanın ilk koltuğuna kurulduğumda kaçacak bir halim olmadığından zevk almaya bakacaktım. hemen mp3 oynatıcıma el attım. günlerdir aranıp durduğum ve sonunda edindiğim balmorhea'nın yeni ep'si "candor / clamor"u gün içerisinde dinlememiş, yol için ayırmıştım. isabet olmuş, günümü kurtardı. sene başında kışın soğuğunu insana hissettirir cinsten albümü "constellations"u yayınlayan grup sonbahar / kış dönemini de boş geçmedi. mevsim muhabbetini araya sokmamın nedeni boş değil elbet. "constellations" ne kadar kışı çağrıştırıyorsa, önceki albüm "all is wild, all is silent" da bir o kadar sonbaharın tadını barındırıyor içerisinde. bu, iki parça ve onların remixlerinden oluşan ep de her iki albümden izler taşıyor, yani tam mevsim geçişine ait bir kayıt olmuş. operavari vokalleriyle soğuk ve karanlık bir havaya hakim olan "candor"un aksine adına yaraşır şekilde patırtılı olan "clamor" perküsyonlar ve yaylılarla şekilleniyor. ki söz konusu tezatı ep kapağında da yakalayabiliriz. şarkılara prefuse 73 ve benoit pioulard tarafından yapılan remixler de en az orijinalleri kadar dikkat çekici ve dinlenesi.

0 com

dead set

başlamasını sabırsızlıkla beklediğim "the walking dead", ilk sezonunun yarısını çoktan geride bıraktı bile. her hafta pazartesiyi "dexter" ile beraber iple çektirten dizinin özellikle ekşisözlük'te izleyen yazarları iki gruba bölmesini ilginç buluyorum. ilginç olan, neredeyse beyazperdeye çıktı çıkalı kemik bir olay örgüsünden yararlanan zombie filmlerinin (bunlara son dönemin infected türü filmlerini de ekleyebiliriz) haliyle içerdiği klişeler üzerinden eleştiriliyor oluşu. evet, "the walking dead" için klişe barındırmıyor gibi bir savunma yapmak saçma olur. sadece bir zombie yapımından beklentilerin ne olduğu üzerinde durmak gerek. benim için zombie filmleri eğlencedir, klişelere pek takılmam, yürüyen ölülerin gazabından kurtulmaya çalışanların mücadelesinden, kurtulamayanların ise vücutlarının deşilmesinden zevk alırım. sağolsun "the walking dead" her hafta bu konuda imdadıma yetişiyor.

ingilizlerin 2008 tarihli mini dizisi "dead set", yine "the walking dead" başlığı altında rastladığım bir yapım. bizde "biri bizi gözetliyor" olarak yayınlanan programın orijinali olan "big brother" evini odağına alan dizi, ağır bir tempoyla açılsa da zombie salgınının patlak vermesiyle kendisinden beklenen hareketliliğe erişiyor. konusunu özet geçecek olursak; programın eleme gecesinde şehri zombieler basar ve big brother evinin içinde izole bir hayat yaşayan yarışmacılar haricinde stüdyo çalışanı kelly, uyuz yapımcı ve şehrin dışında olan bitenden habersiz kelly'nin sevgilisi hayatta kalır. bu farklı karakterlere sahip grubun mücadelesi sadece zombielere karşı değildir, kendi aralarında da mücadele etmeleri gerekir.

daha çok zıt karakterler arasında çatışmalar üzerine kurulu olan, gerek stüdyoda gerekse şehirde tv yayınlarının kesik olmasına rağmen sırf kelly ile sevgilisi buluşsun diye tv'de tek kamera üzerinden big brother yayını olması gibi mantık zorlamalarını içeren yapım beni tatmin etmeye yetti. eğer hala el atmadıysanız iki pazartesi arası ara sıcak niyetine tüketilebilir.
0 com

eden à l'ouest (2009)

"Bu dünya öyle bir çöplük ki, onu ancak bir sihirbaz değiştirebilir."

costa gavras'tan naif bir masal. ancak masal deyince aklınıza peri masalı gelmesin; "eden à l'ouest", costa gavras ismine yaraşır şekilde bir masal. mültecileri ve onların başına gelenleri, aynı meseleleri işleyen, ken loach kadar sert anlatmamış gavras. elias'ın üzerinden yürüttüğü öyküsünü mizahla birleştirerek bize yansıtmış. lakin vermeye çalıştığı mesaj aynı.

önceki yaşamı hakkında pek bilgi sahibi olmadığımız ancak yaşam şartları üzerine fikir yürütebileceğimiz elias'ın akdeniz sularında fransız sahil güvenliğine karşı karaya çıkma mücadelesiyle açılıyor film. karaya çıkınca da elias'ın mücadelesi bitmiyor, aksine esas mücadelesi başlıyor: bir iş bulup, binbir umutla geldiği ve dilini çat pat öğrendiği bu ülkede tutunmak.

tüm bu mücadelenin hoş ve nahoş taraflarını bir araya getirip sunmuş gavras. dram ve mizahı ölçülü dozajlarda barındıran bu filmi eğer vizyondayken kaçırdıysanız en kısa zamanda izleyin. şiddetle tavsiye ederim!