0 com

blue valentine (2010)

"bana sorarsanız, erkekler kadınlardan daha romantikler. evlendiğimiz zaman, sadece o kadına bağlanıyoruz. çünkü ilişkilere hep mesafeli yaklaşıyoruz. ta ki bir gün bir kızla karşılaşıyoruz ve onla evlenmezsem salağın tekiyim diyoruz. ama görünüşe göre kızlar bir yere gidiyor, oradaki en uygun seçeneği tercih ediyorlar. "işi iyi" dedikleri adamla evlenen kızları da bilirim. hayatları boyunca beyaz atlı prenslerini bekliyorlar, sonra da iyi bir işi olan ve etraflarında dolanan adamlarla evleniyorlar."

çoğumuz yaşadığı ilişkisi bitmek üzereyken veya bitmişken yaşadığı acıyı bedenine sığdıramaz. ağızdan taşan kelimelerle bu ıstırabı yakın gördüğü birileriyle paylaşmak ve onun da acısına ortak olmasını ister. belki de bir tavsiye edinip, son bir hamle ile ilişkisini kurtarmak ister. verilen tavsiyeler ne kadar geçerli olacaktır, bilinemez. çünkü ilişkinin sadece iki taraf arasında bilinen, dışarıya aktarılamayacak dinamikleri vardır. bu dinamikler olmadan verilen tavsiyeler ise sadece farazidir.

derek cianfrance'ın 2006'da senaryo ödülü kazanmış filmi "blue valentine", her ne kadar afişinde aşk hikayesi yazsa da daha çok bir ayrılık hikayesi. herhangi bir diploma sahibi olmayan, ekmeğini o dönemde hangi işi bulduysa o işten kazanan dean ile genç yaştan itibaren doktor olmayı hedefleyen ve bu hedefine ulaşan cindy bu hikayenin tarafları. tesadüf olarak karşılaştıkları hastanede, dean'ın deyişiyle ilk görüşte birbirlerinden etkilenirler. her ikisinin de yaşamlarına ait zorluklar vardır ancak ikisi de birbirlerine taşıdıkları sevgiyle bu zorlukları aşmaya başlar ve evlenirler. bir zaman sonra ise sevgileri sahip oldukları zorlukları aşmaya yetmez, altta kalır. ve kopmalar başlar.

cianfrance, mecburen de olsa uzun bir döneme yayarak (çekimler 2008 yılında başlamış. ancak michelle williams'ın sevgilisi heath ledger'ı kaybetmesi üzerine çekimlere ara verilmiş.) filme aldığı hikayesinde bize ilişkinin dinamiklerini aktarıyor. ve biz de sanki yakın bir arkadaşımızın ayrılığına tanık olurmuşçasına bu filmi izliyoruz. aralara serpiştirilen flashbacklerin zamanlamasına da dikkat çekmek isterim. bu ilişkinin kilit noktasına göre simetrik olacak bir şekilde yerleştirilmiş ve oldukça hoş olmuş. genç neslin usta oyuncuları michelle williams ve ryan gosling'in üstün performansları, grizzly bear'ın hazırladığı müzikleri ve daha ilk görüntüsünden itibaren hissedilen görselliğiyle oldukça başarılı bir film, "blue valentine". ayrıca mainstream'in bize kakaladığı sabun köpüğü hikayelere bağımsız sinemanın tokadı olmuş.

"bebeğim, yemin ettin. iyi günde, kötü günde dedin. bunu söyledin. bunu söyledin, evlilik yemini ettin. bugün benim kötü günüm işte. ama iyi olacağım."
4 com

never let me go (2010)

daha çok fransa'da tüketilen kaz ciğeri ezmesi, yani patede ana madde olan ciğerin daha lezzetli olabilmesi için kazın yetiştirilmesinde uygulanan yöntemler vardır. sadece ciğeri için beslenen kazlar, belli bir dönemden sonra özel kümeslerde tutulur ve neredeyse hiç hareket etmemesi sağlanır. bu dönemde hayvana aşırı ve zorla beslendirme yapılır. amaç ciğerin büyüklüğünü ve lezzetini arttırmaktır.

sofralarımıza kaz ciğeri erişmediği için uç bir örnek oldu tabi. o zaman tavuklardan bahsedelim. tavuk üretim çiftliklerinde yumurtalarından henüz çıkan civcivler cinsiyetlerine göre ikiye ayrılır. erkek civcivler gaz odalarında telef edilirken, üretimi sağlayacak olan dişi civcivlerin kümeste birbirlerine zarar vermemesi için gagaları kesilir. ve zor şartlar altında, hızlı büyümeleri için ilaç verilerek yetiştirilir. sonuç ise soframıza gelen, tavuk görünümü olan ama lezzeti olmayan beyaz et.

kazuo ishiguro'nun günümüz klasikleri arasında gösterilen romanından sinemaya taşınan "never let me go"yu izlerken aklıma bir an bu örnekler geldi. ne alaka denilebilir? ancak sorgulanırsa, belli bir amaç için bir canlının yaşamını sonlandırmak bu örneklerin ortak paydası olduğu görülebilir. film, belirli bir yaşa geldikten sonra organ bağışı yapması amacıyla dünyaya getirilen klon insanların dramını konu almakta ve hayli disiplinli bir yetiştirme yurdunda 3 arkadaş olan kathy, ruth ve tommy üçgeninde geçmekte. sınırları dışına çıkıldığında başına korkunç şeyler geleceği korkusuyla yetiştirilen, belirli bir dönemden sonra organ bağışı yapması zorunluluğu olan bu klonların tek bir hedefi vardır; organ bağışlarından sonra hayatta kalabilmek. ancak bu klonların çoğu ilk organ bağışında ameliyat masasında kalmaktadır, tabi yetiştiricilerinin diliyle "misyonunu tamamlamak"tadır.

film üzerine yapılan genel yorumlar filmin, kitabın gölgesinde kaldığı yönünde. kitabı okumadığım için sadece film üzerine konuşabilirim. "never let me go" dram dozajı oldukça yüksek ve içine kapanık bir film, ancak derdini anlatırken de duygu sömürüsüne kesinlikle girmiyor. derdini de finale sıkıştırılan kısa konuşmayla özetliyor. filme adını veren, jane monheit'in seslendirdiği şarkı neredeyse "bin jip"teki natacha atlas güzellemesi "gafsa" etkisini gösteriyor ve filme bir ruh veriyor. son olarak filmdeki ağır havayı kaldırabilecekseniz izlemeyi düşünebilirsiniz.
0 com

the haunted world of el superbeasto (2009)

rob zombie'nin iki "halloween" arasına sıkıştırdığı bu animasyon filmini izleyebileceğimden şüpheliydim. zira film 2009'un yaz aylarında görücüye çıkmış o tarihten bu yana altyazısı olmadığından izleyemiyor ve "halloween 2" başarısızlığından sonra iyice merak ediyordum. ki kısa bir süre önce filmin altyazısı dilimize kazandırıldı.

daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, rob zombie'nin kendi yarattığı karakterleri çok seviyorum ve onun karakter yaratmada başarılı olduğunu düşünüyorum. bunun için ilk ilki filmi olan "house of 1000 corpses" ve "the devil's rejects"e göz atmakta fayda var. bu iki filmde de ortak olan karakterlerden captain spaulding, otis ve baby bu tezime örnek olarak sunduklarım. kendisinin daha sonra "halloween" serisine el atması ve michael myers üzerinde değişiklikler yapması serinin bazı fanlarını üzdü. ilk filmiyle hayli tatmin olsam da ikinci filminde hayal kırıklığına uğradığımı söylemeliyim. daha önce kendisinin çizgi roman olarak yarattığı "the haunted world of el superbeasto"da ise yine benzer tadda karakterler var. birer anti-kahraman olarak karşımıza çıkan seks düşkünü, dövüşçü superbeasto ve seksi kız kardeşi suzi-x. ayrıca daha önceki filmlerinde arka planda kalan dr. satan bu filmde bir hayli ön planda. ve sid haig tarafından canlandırılan (bu filmde de seslendirilen) captain spaulding kısa bir süre de olsa filmde gözüküyor.

superbeasto ile kardeşi suzi-x'in dr. satan tarafından kaçırılan striptizci von black'i kurtarmaya çalışmasını konu alan animasyonda rob zombie'nin nazilere, sıkıcı amerikan filmlerine, japon hentailerine dokundurmalarına da rastlıyoruz (şarkı sözlerinin çevrilmiş olan altyazısıyla izlemenizi özellikle tavsiye ederim). opening title'ı ile 40'ların sinemasına, azgın robotu ile "the phantom creeps"e, bir sahnesiyle de "carrie"e selam duran, rob zombie'nin hastalıklı beyninde üremiş bu animasyonu şiddetle tavsiye ederim.
0 com

lake mungo (2008)

ergenliğime dair zamanlardan hatırladığım mevzulardan biridir psişik hikayeler. özellikle yaz geceleri kimin aklına nerden eserse mevzu açılır; herkes kendinde biriktirdiği hikayeleri biraz da hayal gücünden faydalanarak abartır ve ortaya sunardı. sonrası malum; evlerine tek tek dağılamayan, grupça hareket eden ergen sürüsü. eve girildiğinde de tuvalete gitmeye korkulur, mümkünse duvara doğru dönülerek bir an önce uyumaya çalışılırdı. "lake mungo"nun da yaptığı işte bu. sırtını yaşanmış olaylara dayayıp, biraz da sinemanın büyüsünü katıp bizi kendi hikayesine inandırmak.

avustralya'nın kırsalında yer alan bir kasabada yaşayan palmer ailesinin yaşadığı sıradışı olayları konu edinen "lake mungo" belgesel tadında bir yapım. ailenin iki çocuğundan alice, 2005 yılında kasabanın yakınında bir baraj gölünde boğularak yaşamını yitirir. ölümünden kısa bir süre sonra ailenin oturduğu evde doğaüstü olaylar yaşanmaya başlar. ve aile tüm bu yaşanan olayların arkasındaki sır perdesini aralamaya çalışır. film genel olarak alice'in ailesi, yakın arkadaşlarıyla olan röportajlar üzerinden yürüyor. aralarda da hikayeye destek olacak şekilde handycam, cep telefonu ile çekilmiş görüntüler yer alıyor.

dram ve gerilim janrlarına ait öğeler barındıran filme başlamadan önce beklentilerinizi oldukça düşük tutmanız filmden zevk almanızı sağlayabilir. komple bir gerilim filmi olarak yaklaşırsanız hevesiniz kursağınızda kalabilir. zira bu film, "after dark horrorfest" kapsamında olan bir filmdi. ve bu festival bünyesindeki çoğu film izleyeni pek tatmin etmedi. son olarak filmin amerikan yeniden çevrimi bu yıl gösterime girecek.
0 com

gainsbourg: vie héroïque (2010)

fransız müziğine yön veren isimlerin biyografik filmleri bir bir çekiliyor. önce marion cotillard'ın edith piaf'ı başarıyla canlandırdığı "la môme" şimdi de gainsbourg'un yaşamını anlatan "vie héroïque". filmin çekileceğini duyduğum andan beri filme karşı aşırı derecede merak taşıyordum. nasıl taşımayayım ki, şarkılarla; anna karina, brigitte bardot, jane birkin gibi çoğu erkeğin düşlediği kadınlarla, gitanesla ve sansasyonel çıkışlarla dolu bir hayat. tüm bunları bir filme nasıl sığdırılabileceğinin yanıtı da "vie héroïque".

film, karakterinin ve yaşamının temelinin atıldığı çocukluğundan müzisyenliğinin ressamlığının önüne geçişine; şöhret basamaklarını tırmanışından birlikte olduğu kadınlara kadar her alana el atmaya çalışmış. bu dolu dolu yaşamın içerisinden rahatlıkla 4-5 film çıkabilecekken tüm bu geniş konunun 130 dakikaya sıkıştırılması filmin kısa sekanslardan oluşan bir özetten ibaret olmasına yol açmış. bu da filmin en büyük eksisi sayılır.

en büyük artısı ise bir alter-ego oluşturularak hikayenin bu karakterle desteklenişi. iki karakter arasındaki zıtlaşmalarla gainsbourg'un karakterinin şekillenişini ve bir kahraman haline gelişini izlemek keyifliydi. bunun yanında sevdiğim şarkılarının ortaya çıkış hikayelerine rastlamak ve yaşamıyla ilgili bilmediğim yönlerini öğrenmek (mesela neden reggae türünde ürünler verdiği, marseilles'in reggae versiyonu gibi) sevindiriciydi. filmin bir diğer dikkat çeken yönü ise castingteki başarısı. bir yerden sonra eric elmosnino ile gainsbourg'u ayırt edemez hale geliyor insan. burada göze batan tek eksi boris vian'ı oynayan philippe katerine. vian ile keskelalaka bir tip olmuş ki, onun vian olduğunu idrak edene kadar sahne sonlandı.

sonuç olarak beklentilerimi tam anlamıyla karşılamayan ancak belirttiğim gibi bazı yönleriyle keyif veren bir film olmuş "vie héroïque". daha iyi bir gainsbourg filmi çekilene kadar elde bu var, idare etmek gerek.
0 com

rammbock (2010)

son dönemde genelde birer parodi unsuru olarak kullanılan zombiler, alman yapımı "rammbock"da dram yönü ağır bir hikayeyle karşımızdalar. uzak mesafede süren ilişkisini kurtarmak için yola çıkarak berlin'e gelen bir adamın bu şehirde zombi istilasıyla karşılaşmasını konu alan film, bir apartman bloğunda geçiyor. az mekanda geçen ve düşük bir bütçeye sahip film için bu iki durum da negatif bir iz bırakmamış. mekanların başarılı kullanımı, olayların iyi kurulmuş örgüsü ve aralara sıkıştırılmış zeka parıltısı içeren sekanslar izleyeni filmden koparmıyor. 1 saat süren film, türün müptelalarını tatmin edecek cinsten.
0 com

this is the kit: bristol'dan paris'e

this is the kit, paris'te yaşayan bir ingiliz müzisyen olan kate stables'in müzikal projesi. aslında kendisi hakkında tekrar uzun uzun bahsetmeye gerek yok. blogun düzenli okuyucuları stables'i yaz sonunda albümüne yaptığım kritikten ve paylaştığım videolarından hatırlayacaklardır. o tarihten bu yana kendisiyle bir röportaj gerçekleştirmek imkanlar dahilindeydi fakat benim keyfimi ancak bulabilmem ve yeniden röportaj olaylarına eğilebilmem yılın son günlerine denk geldi. hem böylece kendisinin albümü yayınlanmış ve belli bir konuma erişmiş oldu. yolladığım sorulara jet hızıyla gelen cevaplar ise şöyle.

merhaba kate, yılbaşı gecesi için planların neler?

havai fişek gösterisini izleyebileceğim yüksekçe bir yer bulmayı umuyorum.

okuyucularımızın çoğu belki de ilk kez this is the kit adını duyacaklar. bize biraz kendinden ve bu müzikal projenden bahsedebilir misin?

bir bakalım.. winchester'da büyüdüm ve emily adında bir ikiz kızkardeşim var. bir şeyler yazmaya ve söylemeye ortaokuldayken başladım. 20'li yaşlarımın başnda bristol'e taşındık ve orada rachael dadd ile beraber whalebone polly'i kurduk. bisikletleri ve buharlı trenleri severim.

müziğini neden "this is the kit" adı altında yapmayı tercih ediyorsun?

müzik yapmaya başladığım zamanlar bunun kendi adımdan daha belirsiz olmasını istemiştim, değişebilen bir dış görünüş gibi. bunun yanında enstrumental çalışma yapmaktan zevk alıyordum ve bunun üzerine çalışıyordum. müziğimi de bir solo proje veya grup çalışması olduğuna bakmaksızın kendi adım yerine bir başka isim altında yapmak hoşuma gitti. ayrıca biraz meçhul olmayı seviyorum.

peki ileride bu projenin grup haline gelme durumu var mı?

aslında bugünlerde bir grup olduğumuzu söyleyebilirim. konserden konsere aramıza uygun olan kim olursa katılıyor. genel olarak sahnede yalnız çalmayı tercih etmiyorum.

yeni albümünün "wriggle out the restless" 2 ay önce yayınlandı. yeni albümüne gelen tepkiler ne durumda?

gördüğüm ve duyduğum kadarıyla insanların albümden memnun olduklarını söyleyebilirim. şarkılarım radyolarda da çalınıyor. yani şanslı sayılırız.

yeni albümünde ilkine göre daha fazla enstruman kulanılmış ve bu durumda müziğinde çeşitlilik yaratmış. albümde sana destek olan arkadaşlarının albüme katkısı sadece enstruman çalma anlamında mı oldu? yoksa kendi fikirlerini de müziğine taşıdılar mı?

kesinlikle, onlar bu projeye yüksek kalitede yetenekleriyle beraber kendi fikirlerini de taşıdılar. diğer müzisyenlerle bir araya gelip albüm yapmak harika bir şey. çünkü albüm, insanların karakterleriyle beraber değişikliklere uğruyor. diğer müzisyenlerin katılımıyla bu sürecin zenginleşmesi bir elde edilen sonuçtan daha fazlası sayılır.

bir önceki soruda bahsettiğim gibi albümün soundu hakkında tek bir çizgiden bahsedemeyiz. albümü blogumda yorumlarken "earthquake" için bir trip hop denemesi demiştim. sanırım bu noktada jim barr'ın etkisi de bulunuyor. yanılıyor muyum?

jim kayıtlar esnasında şarkı üzerinde çalışmıştı ancak onun şarkıyı daha trip hop soundunda yapıp yapmadığını bilmiyorum. o kesinlikle şarkının kaydında çok iyi bir iş çıkardı ve diğer müzisyenler de şarkıyı oluştururken elinden geleni yaptı. örneğin neil smith'in gitar performansı çok iyiydi.

"wriggle out the restless" da öncekine göre daha iddialı bir albüm olarak gözüküyor. bu albümden beklentilerin neler?

albümlerimden özel sayılabilecek beklentilere sahip olduğumu sanmıyorum. sadece insanların albümümü beğenmesini umuyorum. bu da bizi ve bağlı olduğum müzik şirketini iflasa sürüklememiş olur.

ilk albümün "krulle bol"un prodüksiyonunu john parish yapmış. nasıl ayarladınız bu olayı?

john parish benim birkaç konserimi izlemişti ve ortak olan müzisyen arkadaşlarımız var. bana kendisiyle beraber bir albüm üzerine çalışmak isteyip istemediğimi sordu. daha sonra beraber italya'ya gittik ve albümü orada iki günde kaydettik. o çok yetenekli bir adam. zeki, insan ilişkilerinde son derece becerikli ve zarif biri. ayrıca zevkli bir kulağa sahip ve insana zaman kaybettirmeyecek kararlar almaya biliyor. john ile beraber albüm üzerine çalışırken ondan çok şey öğrendik.

john parish gibi önemli bir müzik adamıyla çalışmış olmanın heyecan verici olduğu kadar müzikal anlamda katkıları da olmuştur mutlaka. yanılıyor muyum?

aslında bu konuda bir önceki soruyu cevaplarken bazı şeyleri belirtmiştim. yine de bir şeyler ekleyeyim. kendisinin albümüme zarif, sevilir bir hava getirdiğini düşünüyorum. albümün kaydını yapan marco ile o, doğru yeri, soundu ve kaydı yaparken malzemenin tam olarak nasıl kullanılacağını çok iyi biliyor. albümün çoğu canlı kaydedildi ve çok çalmaya da gerek kalmadı. ayrıca john kayıtlarda biraz davul çaldı ve bu çok hoştu.

last.fm istatistiklerine göre en fazla dinlenen şarkılarından biri olan "two wooden spoons" paris'e taşındığın günlerde yazdığın bir parçaymış. bristol'den paris'e taşınman müzikal olarak sana "yeni bir nefes" aldırdı diyebilir miyiz?

genel olarak yer değiştirmek, farklı yerlerde bulunmak bana yazacak bir şeyler bulmakta yardımcı oluyor. "two wooden spoons"ı yazdığım zaman, henüz yeni bir yere gelmiştim ve çok fazla boş zamanım vardı. ancak paris'teki şimdiki yaşantım, çok fazla yazmama izin vermiyor ve bu çok sinir bozucu bir durum. sanırım bu da benim müzik üzerine daha fazla odaklanmayı, daha iyi kararlar almayı ve tercihlerde bulunmayı öğrendiğim anlamına geliyor. son olarak müziğe yeni bir nefes veren ana şeyin sadece temiz havanın kendisi olduğunu düşünüyorum.

youtube'ta şarkılarınıza ait home videoların bulunuyor. blogumda da favori şarkılarımdan olan "birchwood beaker" ve "moon"un videolarını paylaşmış ve bu videoların şarkılarındaki samimiyeti tamamladığımı belirtmiştim. yeni albümden şarkılara bu tür videolar çekmeyi düşünüyor musunuz? ayrıca videolardaki ufaklık çok şirin.

evet, devam edeceğiz. home videolardan başka video yaratacak bir bütçemiz yok. ayrıca video yapmak öğretici bir aktivite. beyninizi yeni yollar üzerinde çalışmasını sağlayarak, yaratıcı olmanızı sağlıyor. öğrenecek bir şeyler olduğu sürece bu işe devam edeceğiz.

son olarak 2010'un en iyi albümlerini seçmeni istesem...

2010'da yayınlanan ve en fazla dinlediğim albümler şu insanlara ait:

* francois and the atlas mountains
* zun zun egui
* eliote and the ritournelles
* the liftmen
* morningstar

sorularım bu kadardı. röportaj için teşekkürler ve yeni albümünle sana iyi şanslar. umarım seni bir gün türkiye'de izleme fırsatı yakalarız.

çok teşekkürler. iyi bir sohbetti. ve evet, türkiye'ye gelmeyi çok isteriz.

röportaj: k.a.
ocak'11
4 com

black swan (2010)

alternatif eğilimlere sahip her genç dimağın favori filmleri arasında default olarak yer alan "requiem for a dream"'in yönetmeni aronofsky'nin yeni yapıtı "black swan" bir süredir yurdum sinemaseverleri tarafından sabırsızlıkla bekleniyordu. filmi izledikten sonra bu bekleyişin boşa olmadığı görüldü.

filmde, eski balerin olan bir annenin baskı altında büyüttüğü, yeni sezonda sergilenecek "kuğu gölü balesi"nde kraliçe kuğu olmak için adeta yırtınan nina'nın hırs dolu mücadelesini izliyoruz. hikaye aslında şu ana dek izlediklerimizden pek de farklı bir yan taşımıyor. ancak aronofsky'nin hikayeyi ele alış tarzı ve bize sunuşu "black swan"ı diğerlerinden farklı bir noktaya taşıyor. bu noktada nina'nın oyun sergilenmeden önceki ve oyun esnasında yaşadığı dönüşümleri örnek gösterebiliriz. ve bu dönüşümleri perdeye ustalıkla yansıtan natalie portman'ın oscar'a göz kırpan üstün performansı dikkat çekiyor.

aronofsky'nin usta dokunuşlarıyla zaman zaman gerilim alanına kayan ancak genelinde bir drama örneği olan film, bir bale oyunundan faydalandığı için sanırım müziklerinin ne kadar harika olduğundan uzun uzadıya bahsetmeye gerek yoktur. "black swan", her noktasıyla kesinlikle yeni yıla güzel bir başlangıç, biraz daha sabrederek sinema salonunda seyretmek mümkün!