fantastik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fantastik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2 com

midnight in paris (2011)


jack kerouac, kökenlerinin paris'te olduğuna inanıp, çok sevdiği yola atlayıp paris'e gelişini, paris'te her yerde kökenlerine ait bilgileri edinme çabasını, hatta biraz da kendini tanıma çabasını ve burada yaşadığı aydınlanmayı "paris'te satori" kitabında anlatır. woody allen'ın avrupa'daki duraklarından biri olan paris'te geçen filmi bana bu kitabı çağrıştırdı. kendisiyle son derece uyumsuz olan nişanlısı inez'in babasının iş gezisi nedeniyle geldikleri paris'te, inez'in antipatik arkadaşlarıyla beraber dansa gitmeyi reddeden gil, paris sokaklarında kaybolur. bir merdivene çökmüş umutsuzca ne yapacağını düşünen gil'e önünde duran arabadan yapılan davet sadece bir şehir turu için değildir. onun altın çağı'na giriş için, aydınlanması için bir kapıdır.

"midnight in paris", konusu itibariyle allen'ın son dönemde çektiği avrupa'da geçen filmlerinden farklı bir yerde. edebiyat, sinema çevrelerine olan vurgularıyla daha çok new yorker filmlerini andırıyor. filmi izlemeden önce woody allen'ın sinema diline aşina olmak ve hatta filmde geçen dali, picasso, hemingway, fitzgerald gibi isimler hakkında belli bir düzeyde bilgiye sahip olmak filmden alınan zevki kat kat arttırıyor. düz bir seyirle de filmden zevk alınabilir ancak karakterlerin çok fazla karikatürize edildiği gibi gereksiz yorumlara rastlamak mümkün olabiliyor.
0 com

the haunted world of el superbeasto (2009)

rob zombie'nin iki "halloween" arasına sıkıştırdığı bu animasyon filmini izleyebileceğimden şüpheliydim. zira film 2009'un yaz aylarında görücüye çıkmış o tarihten bu yana altyazısı olmadığından izleyemiyor ve "halloween 2" başarısızlığından sonra iyice merak ediyordum. ki kısa bir süre önce filmin altyazısı dilimize kazandırıldı.

daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, rob zombie'nin kendi yarattığı karakterleri çok seviyorum ve onun karakter yaratmada başarılı olduğunu düşünüyorum. bunun için ilk ilki filmi olan "house of 1000 corpses" ve "the devil's rejects"e göz atmakta fayda var. bu iki filmde de ortak olan karakterlerden captain spaulding, otis ve baby bu tezime örnek olarak sunduklarım. kendisinin daha sonra "halloween" serisine el atması ve michael myers üzerinde değişiklikler yapması serinin bazı fanlarını üzdü. ilk filmiyle hayli tatmin olsam da ikinci filminde hayal kırıklığına uğradığımı söylemeliyim. daha önce kendisinin çizgi roman olarak yarattığı "the haunted world of el superbeasto"da ise yine benzer tadda karakterler var. birer anti-kahraman olarak karşımıza çıkan seks düşkünü, dövüşçü superbeasto ve seksi kız kardeşi suzi-x. ayrıca daha önceki filmlerinde arka planda kalan dr. satan bu filmde bir hayli ön planda. ve sid haig tarafından canlandırılan (bu filmde de seslendirilen) captain spaulding kısa bir süre de olsa filmde gözüküyor.

superbeasto ile kardeşi suzi-x'in dr. satan tarafından kaçırılan striptizci von black'i kurtarmaya çalışmasını konu alan animasyonda rob zombie'nin nazilere, sıkıcı amerikan filmlerine, japon hentailerine dokundurmalarına da rastlıyoruz (şarkı sözlerinin çevrilmiş olan altyazısıyla izlemenizi özellikle tavsiye ederim). opening title'ı ile 40'ların sinemasına, azgın robotu ile "the phantom creeps"e, bir sahnesiyle de "carrie"e selam duran, rob zombie'nin hastalıklı beyninde üremiş bu animasyonu şiddetle tavsiye ederim.
0 com

where the wild things are (2009)

björk'ün en sevdiğim parçaları ve klipleri arasında yer alır "the triumph of a heart". "medulla"nın en eğlenceli parçasının videosunda, izlanda kırsalında bir evde insani boyutlarda bir kedi ile björk'ün gönül hikayesini izleriz. büyük kedicik björk'ü ihmal eder, björk de kendisini atar barlara, vurur kadehlerin dibine, sonra da birbirlerinin kıymetini anlarlar ve mutlu sonla biter klip. videoyu bana sevdiren, björk'ün ayrıca "it's in our hands", "it's oh so quiet" kliplerini yöneten spike jonze, bu defa maurice sendak'ın 1963'te yazdığı çocuk kitabını beyazperdeye uyarlarken garip görünümlü canavarları gerçek dünya içerisine dahil ediyor.

hırçın bir karaktere sahip olan max, hayal gücü yüksek bir çocuktur. annesi ve ablasıyla beraber yaşadığı evde kendisine yeterli ilgi gösterilmemesi onu daha da hırçınlaştırmaktadır. bir akşam yemeği öncesinde annesiyle girdiği tartışma sonrası evden kaçan max, bir anda kendini kendi yarattığı dünya içerisinde bulur. bir yelkenliyle açık denizde yol alan max en sonunda bir adaya denk gelir. ayak bastığı bu adada ortamı keşfetmeye çalışırken bir arada yaşayan canavarlara rastlar. canavarların midesine gitmek üzereyken uydurduğu bir hikayeyle kendisinin kral olduğunu canavarlara inandırır ve onların kralı olur.

gerçek ile animasyon karakterlerin harika bir şekilde içiçe geçtiği film, sadece görsel olarak değil müzikleriyle de dikkat çekiyor. "where the wild things are", duruşu itibarıyla çocuklara hitab eden bir film gibi gözükebilir ancak her yaştan bünyenin zevk alabileceğini söylemek mümkün. keyifli vakit geçirmek istiyorsanız, alternatifleriniz arasında olsun.
1 com

avatar (2009)

18 aralık'tan beri 3d teknolojisi ile tüm dünya ile aynı anda olmak üzere ülkemiz sinemalarında da gösterimde olan avatar, senaristliğini ve yönetmenliğini titanic, aliens ve terminatör filmlerinden tanıdığımız james cameron'ın üstlendiği bir film. şimdilik 4 golden globe adaylığı bulunan ve bu zamana kadar en yüksek bütçeyle çekildiği söylenen filmin başrollerinde ise sam worthingon, zoë saldaña, sigourney weaver, stephen lang, joel moore, michelle rodriguez ve giovanni ribisi gibi isimler yer alıyor.

filmin hikayesi, günümüzden 1 asır sonra, pandora isimli bir gezegende geçiyor. pandora'da hayal edemeyeceğimiz cinsten doğal güzellikler ve kendi dilleri ile kültürleri olan mavi vücutlu insan benzeri na'vi halkı barınıyor. insanlara karşı zararsız olan bu halk, askeri bir şirketin topraklarından -yani yeraltı ve yerüstü kaynaklarından- faydalanmak istemesi üzerine, kendileri için kutsal olan ve evlerinin bulunduğu yerden atılmak istenir. bunun üzerine bulundukları yeri boşaltmayı asla kabul etmeyen na'vi halkına güvenlerini kazanmak için avatar'lar yollanır.

avatar, pandora'nın havasını soluyamayan insanların gelişmiş teknoloji sayesinde ürettiği, yarı na'vi yarı insan karışımı yaratıklardır. akıl bağlantısı aracılığı ile kontrol edilebilen avatar isimli bu yaratıklardan biri de, bacakları felçli olan savaş gazisi jack sully'dir. avatar bedeni sayesinde hem yürüyebilen, hemde oldukça güçlü olan jack, şirketin bilgi toplamak ve güven kazanmak için gönderdiği en önemli kişidir.

na'vi halkının arasına sızıp, onları bulundukları yerden gönderme görevi olan jack sully, gördüğü tarifsiz doğal güzellikler ve dişi bir na'vi olan neytiri ile yakınlaşmaları sebebiyle bu görevden uzaklaşarak taraf değiştirir. pandora gezegeni'nin zarar görmeden olduğu bir şekilde kalmasını isteyen jack sully ve na'vi halkı için durum göründüğünden daha zordur çünkü karşılarında savaşmak için can atan acımasız askerler vardır.

yazımın başında da belirttiğim gibi çok yüksek -250 milyon $ üzeri gibi söylentiler mevcut- bir bütçeye malolan avatar, cameron'ın orjinal senaryosuyla bütünleşen ileri bir teknoloji harikası olmuş. pandora'nın doğal güzelliklerinin içinde olduğumuzu hissettirdiği için 3d ile sinemada izlenmesi gereken bir yapım. kesinlikle 2009'un son bombası, hatta son yılların en iyi filmlerinden. izlenmeli!

9 com

the twilight saga: new moon (2009)

twilight serisinin 2. filmi olma özelliği taşıyan "the twilight saga: new moon"un başrollerinde kristen stewart, robert pattinson, taylor lautner, ashley greene, peter facinelli gibi ilk filmden tanıdığımız isimler yer alıyor. yine melissa rosenberg tarafından senaryolaştırılan stephanie meyer kitabından beyazperdeye uyarlanan filmin yönetmeni ise chris weitz.

edward ile yaşadığı aşkın doruklarında ve vampirlerle takılmayı hayat felsefesi haline getirmiş olan bella, herşeyin mükemmel gittiğini zannetmektedir. fakat bella'nın yaşlanmamak ve edward'ın ailesinden biri olmak için vampir olmayı arzu etmesi gibi birtakım kaçınılmaz sebepler birleşince edward, bella'dan ayrılmak zorunda kalır. aslında edward ve ailesinin forks'tan ayrılması zaten gereklidir çünkü aile üyeleri geçen senelere rağmen gençliklerini korumaktadırlar ve bu durum fani çevre tarafından ilgi çekmeyecek bir konu değildir.

edward ve ailesinin forks'tan ayrılması üzerine aylar süren bir bunalıma giren bella hayatına renk katacak yeni atraksiyonlar aramaya başlar. hurdacıdan bulduğu eski motorsiklet kalıntılarını eski dostu jacob'a getiren bella, haftalar süren çalışmayla nihayet motoruna kavuşur. bu esnada jacob'la geçirdiği anlar ona özel gelmeye ve edward'ın gidişinin acısını dindirmeye başlamıştır.

ciddi anlamda jacob'dan hoşlanmaya başlayan bella, her yakınlaşmalarında edward'ın aklına gelmesi üzerine gözünde anılarını canlandırınca onu hala unutamadığını anlar. vampir dostlarından alice'in kasabaya geri dönmesi üzerine onunla edward hakkında konuşma fırsatı yakalayan bella için edward'ın yanına gitmek kaçınılmaz olmuştur çünkü edward, bella'nın öldüğünü zannetmektedir. edward'ın kendini insanlara gösterdikten sonra güçlü ve soylu vampirler tarafından öldürülmemesi için bella'yı görmeye ihtiyacı vardır. fakat bella'dan intikam almak isteyen victoria ve kalbinin bir kısmını çalmış olan jacob arasında kalan bella gerçekten zor bir duruma düşmüştür ve istediği heyecanı işte şimdi yaşayacaktır.

serinin ilk filmi olan "twilight"ın devamı olarak daha sağlam bir film beklemiyordum desem yalan olur. ülkemizde vizyona girdiği şu birkaç günden itibaren izlenme rekorları kırıp çok olumlu eleştiriler alan "the twilight saga: new moon" bence ilk film kadar kaliteli değildi. daha fazla atraksiyon olduğu kesin ama eğer "2012'nin seansı geç" diye "hadi bari gelmişken twilight" izleyelim diyorsanız bence sinemaya gitmeye değmez. yine de ilk filmin hatrına izledim, fazla beğenmedim fakat "twilightkolik"ler için ideal.

2 com

looking for eric (2009)

genelde izleyeceğim filmler hakkında önceden yazılanları okumam. bu tercihimi, yazıların bende bir beklenti oluşturma olasılığını ve film hakkında oluşan beklentilerin izlediğimde karşılanıp karşılanmayacağını düşünürek yaparım. yazılarda karşılabileceğim olası spoilerların da filmden alabileceğim zevki düşürebileceğini göz önüne alırım. bunun yerine beklentilerimi filmin yönetmenine, içerisinde yer alan oyunculara bakarak oluştururum kısmen. bu alakasız bilgiyle başladıktan sonra işi biraz alakalı kısma dökeyim.

yıl 1972. woody allen'ın sakar, beceriksiz ve kadınlara karşı fazlasıyla heyecanlı karakterini canlandırdığı zamanlar. 3 sene öncesinde bir tiyatro oyunu olarak sahneye koyduğu eserini senaryolaştırarak yine aynı isim altında ("play it again, sam") herbert ross yönetmenliğinde beyazperdeye uyarlanmıştı. woody allen'ın vücudunda hayat bulan allan karakteri; sakar, kadınlar konusunda beceriksiz, yumruklara çenesiyle, dizlere ise burnuyla vuracak kadar gözüpek bir aspirin cankisidir! bir dergide sinema üzerine yazılar yazan allan, hayatı seyrettiği içerisinde olmadığı gerekçesiyle karısı tarafından terkedilir. bizimkisi de depresyona sürüklenir. yakın arkadaşları ona yeni bir kadın bulmak isterler. bizimkine ise bu zor zamanlarında yardımına hayranı olduğu humphrey bogart yetişir. trençkot ve fötr şapkasının içerisinde alışık olduğumuz görüntüsüyle bir anda odada biten bogart, kendi filmlerinden örneklerle allan'a hatunlar konusunda akıl verir. hmmm artık başlığını attığım filme geçmenin vaktidir!

ingiliz yönetmen ken loach'un yeni filminde eric cantona'nın rol alacağını öğrendiğimde karşıma en azından kendisinin "my name is joe"'sundaki gibi futbol soslu bir film çıkacağını düşünmüştüm. izlemeye koyulduğumda ise eric cantona'nın karşıma futbolcu veya futbol koçu olarak çıkacağını beklerken cantona, odasında dev posterinin asılı olduğu mutsuz ve umutsuz adaşı eric bishop'un otunu tüttürürken peydahlanan yaşam koçu olarak belirdi. aklıma ise direk "play it again, sam" geldi. yoksa 37 yıl önce çekilmiş ve hala çok güldüren filmden bahsederek başlamam gereksiz olurdu. neyse, şimdi başa saralım.

manchester united taraftarı olan eric bishop, postahanede çalışmaktadır. cantona'ya derin bir hayranlık besleyen bishop, o futbolu bıraktığından beri old trafford'un yolunu unutmuştur. bekar takılan bishop, evinde birbirinden sorumsuz iki üvey oğlu ile yaşamaktadır. derbeder bir halde yaşayan bishop, sıkıntılarından dolayı mutsuzluğu yüzünden okunur. genelde vaktini iş arkadaşlarıyla beraber geçirir, onların çabalarına rağmen bishop'u mutlu etmek zordur. öz kızının çocuğuna kısa bir süre bakıcılık yapmak durumunda kalması onu senelerdir görmediği eşi lily ile karşı karşıya getirir. ve bu noktada kahramanımız eric cantona devreye girer. ona futbol ile hayatın benzer noktalarını göstererek harekete geçmesini sağlar.

bizim topraklardan çıkan "dar alanda kısa paslaşmalar"'da gördüğümüz "hayat futbola benzer, hem de fena halde" temasını ken loach "looking for eric"'te farklı bir formda bizlere sunuyor. cantona'nın filozof edasıyla sarfettiği "sorunların üzerine git", "takım arkadaşlarına güven", "rakibini zayıf yerinden vur" tadındaki nasihatleri adaşı kulak arkası etmez ve sorunları birer birer çözer.

muhalif yönetmenimiz ken loach, içerisinde futbolun da bulunduğu bir film çekmişken, endüstriyel futbol muhabbetine dokunduracaktı elbet. eric bishop ve arkadaşlarının old trafford yerine bir pubda izlemeyi düşündüğü man utd - barcelona şampiyonlar ligi maçı başlamasından önceki muhabbette formalar üzerine başlayan atışmada, forma önü reklamları, united'ın malcolm glazer'a satılan hisseleri loach'un dilinden nasibini alıyor.

ken loach, eric cantona'yı filme dahil ederek fantastik unsurlara göz kırptığı filmini masalsı bir anlatımla tamamlıyor. başlarda belirttiğim gibi farklı bir beklentim olan filmde tamamen başka bir şekle rastladım. ancak bunu olumsuz olarak niteleyemem. komedi öğelerinin de fazlasıyla yer alan filmin tamamını zevk alarak izledim. sadece eric cantona ve futbol hastası erkekler değil tüm sinemaseverlerin seveceği cinsten bir film "looking for eric". geçtiğimiz günlerde filmekimi'nde gösterime girdi, vizyona ise ne zaman uğrar şu an için belirsiz.
4 com

9 (2009)

içerisinde tim burton ve danny elfman gibi isimler barındırdığı için uzun zamandır merakla beklediğim bir filmdi "9". shane acker'ın aynı isimli kitabından pamela pettler tarafından senaryolaştırılan filmin yönetmenliğini yine kitabıyla filme ilham kaynağı olan shane acker üstlenmiş. seslendirmelerini christopher plummer, elijah wood, jennifer connelly, martin landau ve john c. reilly gibi isimlerin yaptığı filmin yapımcılığını üstlenen isimlerin tim burton ve timur bekmambetov gibi yönetmenler olduğunu duyduktan sonra film hakkında hiçbir önyargımız olmadan izlemeye koyuluyoruz zaten.

neredeyse kıyamet sonrası diyebileceğimiz kadar harap bir dünyaya gözlerini açan 9, neler olup bittiğini anlamak için dışarıya çıktığında karanlık, bir o kadar da ürkütücü bir manzarayla karşılaşır. sorularına cevaplar aradığı sırada tıpkı kendisi gibi olan 2 ile karşılaşır ve böylece yalnız olmadığını anlar. 2; 1, 8, 5 ve 6 ile beraber bir kilisede saklanmaktadır ve malesef "her grubun bir lideri olmalıdır." düşüncesinden yola çıktıkları için grubun lideri 1'in korkaklığının yarattığı etkiyle pasif kalmak zorundadır. isminden belli olduğu üzere grubun en eskilerinden olan 1, köpek görünümlü "makine canavar"ın kendilerine zarar vereceği düşüncesini aklından çıkaramadığı için savaşmaktan ziyade saklanmak ister ama aralarına yeni katılan 9, aklındaki soruların cevabını almak için can attığından istediği tek şey savaşmak olacaktır.

9, canavar tarafından kaçırılan 2'yi kurtarırken, 5'in de kendisine katılmasını ister. başlarda tereddüt eden 5, yapması gerekenin 9'a katılmak olduğunu geç olmadan anlar ve ikili yola koyulurlar. zorlu bir yolculuktan sonra 2'yi bulurlar ve öldüğünü düşündükleri 7'nin de yardımıyla köpek canavarı yenerler. savaş bitti ve kötüler öldü derken 9'un büyük büyük büyüük başka bir canavarı uyandırmasıyla işler başa sarar, ve bu öncekinden kolay olmayacaktır.

günümüz animasyonlarından biraz farklı "9". tim burton'ın filme yapımcı olmasını da filmin içindeki iç karartıcı unsurlardan ve farklı içeriğinden anlıyoruz. filmin önemli bir özelliği de izleyiciye vermek istediği mesajlar. sadece şunu söyleyebilirim, tam bir "günümüz" filmi. yoksa gelecek mi demeliyim? izlenmeli...

3 com

willy wonka and the chocolate factory (1971)

roald dahl'ın aynı isimli kitabından yine kendisi tarafından senaryolaştırılarak beyazperdeye uyarlanan film. yönetmenliğini mel stuart'ın yaptığı filmin başrollerinde ise gene wilder, jack albertson ve peter ostrum yer alıyor.

bilindiği üzre film 2005 yılında usta yönetmen tim burton tarafından "charlie and the chocolate factory" adı altında yeniden beyazperdeye uyarlandı. konusu ve işleyişi bakımından aslında arasında hiç fark olmadığını düşündüğümüz iki film, aslında oldukça farklılar. film yorumuma "willy wonka and the chocolate factory vs. charlie and the chocolate factory" havası vermek istemem ama burada değinmek istediğim birkaç konu var.

* will wonka and the chocolate factory tamamiyle hikayeye bağlı kaldığı halde charlie and the chocolate factory'de tam bir tim burton havası var ve bazı yerleri gerçekten ürkütücü.

* 1971 yılında çekilen bir filmde elbette kusursuz bir görsellik aramam. fakat willy wonka and the chocolate factory'de elde edilen görsellik, tıpkı charlie and the chocolate factory'de olduğu gibi çikolata konusunda insanın iştahını kabartıyor.

* son olarak lafım charlie'ye. e be güzel çocuğum, sen ne diye biletlerin olmadığı çikolatadan alırsın bile bile. sen git yolda para bul, tırt bir wonka çikolatası al, hayvan gibi saldır, tam dükkandan çıkarken aklına gelsin biletlerin olduğu çikolatadan almak evdeki insanlar da lahana suyu ile beslenedursunlar.

1 com

wristcutters: a love story (2006)

"she was a middle class girl
she was in over her head
she thought she could stand up in the deep end
he had a bullet proof smile
he had money to burn
she thought she had the moon in her pocket

but now she's dead
she's so dead
forever dead. stone dead forever and lovely now
..."
zia, güzel sevgilisinden ayrılmış ve depresyondadır. zorlukla uyumayı başarabildiği gecenin sabahında, gözünü açtığı anda güne onsuz başlamanın verdiği hayal kırıklığı okunuyordur gözlerinden. odası da kendisi gibi darmadağındır. yatağının hemen yanı başında ikamet eden pikaba şöyle bir uzanır ve iğneyi tom waits'in 2004 tarihli "real gone" albümünün 8. parçası olan "dead and lovely"'nin üzerine bırakır. ve tom baba yukarıdaki kelimeler bütününü şakımaya başlar. parça tam da ruh haline göredir zia'ın. ve filmin anlamına anlam katmaktadır.

gücünü toparlayarak yataktan kalkar, odayı toparlamaya koyulur; her yere saçılmış eşyaları toparlar, tozları alır ve yerleri süpürür. daha sonra da kendisine çeki düzen verir; saçlarını şekle sokar, aynaya doğru afili bir bakış fırlatır. tamam deriz biz de içimizden, bunalımdaki oğlumuz yataktan kendini dışarı atmış, etrafına ve kendini toparlamış, yeni bir sayfa açacaktır hayatında. hayır!! biz bunları aklımızdan geçirirken, zia, stüdyo dairesindeki banyoya girer, lavabonun başında aynaya bakar tekrar, bileklerini jilet keser. vücudunda dolaşan ılık kan çeşmeden akan suya karışmaya başlar ve rengini verir suya... ayakları artık vücudunu taşıyacak güce sahip olmayınca yere devrilir bizim oğlan. yaşamının son anlarında bir tüy yumağı çarpar gözüne köşe bucakta, temizliği bile doğru düzgün yapamamıştır.

sevdiği kızın onun ardından ağlayıp ağlamayacağının muhasebesini yaparken toprağa verilir. herşeyin böyle sona ereceğini düşünürken bambaşka bir yerde kendisini bulur; yaşamını kendi elleriyle sonlandıranların dünyasında. neler olup bittiğini çözmeye çalışırken bir barda iki hatunla muhabbete koyulur, yan masada oturan eugene de kulak misafiri olduğu bu sohbete katılır, barın duvarlarını, onlar gibi yaşamına son veren ian curtis'in hayat verdiği "love will tear us apart" melodileri aşındırırken. daha sonra eugene ile takılmaya başlar, aynı evi paylaştığı arkadaşının uyuzluklarından sıkılıp. çok geçmeden ölümünde pay sahibi olan, çok sevdiği desiree'nin de intihar ettiğini öğrenir. ikisi yine aynı dünyadadırlar. eugene'i kafaya alır zia ve yola koyulurlar gogol bordello şarkıları eşliğinde. bir yol arkadaşı daha bulurlar kendilerine; bu dünyaya yanlışlıkla geldiğini iddia eden ve bu dünyanın yöneticilerini arayan mikal. hep beraber yol tepmeye başlarlar farklı arayışlar içerisinde...

michel gondry ile emir kusturica filmlerinde rastladığımız türden gerçeküstücülüğe sahip bir dünyada yaşamlarını?! sürdüren bu üç gencin tanıklık ettiğimiz yol hikayesinin temeli, etgar keret'in kısa bir öyküsü olan "kneller's happy campers"'a dayanıyor. filmin yönetmeni olan goran dukic bu öyküyü senaryolaştırmış ve yine kendi ellerinde işleyerek beyaz perdeye dökmüş.

zia rolünde izlediğimiz patrick fugit'i "almost famous"'tan tanıyoruz. yine güzel müziklerle bezeli bir filmde bu sefer farklı türden bir yolculuğa çıkıyor kendisi. gerek aile içi sohbet, gerekse eski bir arabayla çıkılan ve gogol bordello şarkılarının süslediği yolculuğun "everything is illuminated" ile benzer tadlar veren sahnelerinin diğer öznesi olan eugene'i shea whingham canlandırmış. whingham, yakın zamanda "splitter"'da başroldeydi. bir bret easton ellis eseri olan, kitabını ayrı filmini ayrı sevdiğim "the rules of attraction"'da kendine has bir stili olan lauren'i canlandıran shannyn sossamon bu filmde de yine benzer bir havaya sahip olan mikal rolünde karşımıza çıkıyor.

ve tom waits! açılış sahnesinde sesiyle "ben buradayım" dedirten tom baba, kahramanlarımızın yolunun üzerine çıkıyor ve onları ağırlıyor kendi kampında. öyle kısa bir vakit de rol almıyor filmde, doyuruyor bu gözlere kendisini. bir de sarfettiği sözlerle filmin taslağını sunuyor izleyene; iki hatun arasında kalan zia'ya dediği "bu kadar çok istediğin sürece, gerçekleşmeyecektir. olmasının tek yolu, senin için bir öneminin olmaması". hayat da öyle değil mi zaten? en basitinden otobüs beklemek. bir yere yetişmek istersin, acelen vardır ama gitmek istediğin yönün otobüsü uğramaz durağına bir türlü. başka zaman sen başka yere gitmek isterken geçen gün gelmesi için neredeyse yalvardığın otobüsten ikişer üçer tane gelir. bir de "sen hep elde edemeyeceğin kadınlara aşık oluyorsun" sözünü eder ki, üzerine konuşmaya gerek yok. öğünç kardeşime gitsin bu direkt!

film boyunca zia - eugene ikilisinin peşine takılıp, aradığına doğru yol alan ve içinde bulunduğu dünyanın sıradanlığından sıkılıp rastladığı tabelaları keyfine göre değiştiren ("shave us messiah" süperdi!) mikal'in parmağı filmin afişinde de var gibi. afişteki levhada yer alan kola bilek hizasından bir kırmızı çizgi çekmiş yanına da iki tane kalp iliştirivermiş.

eğer filmi hala izlemediyseniz ne "wristcutters" adından rahatsızlık duyun ne de "a love story" alt adına inanın. çünkü bu film sürekli bileğini kesip, ortaya rahatsız edici görüntüler sunan insanları veya hollywood filmlerinden kopma sığ bir aşk hikayesini içermiyor. sade ve akıcı olmasıyla rahatlıkla izlenebilen, müzikleriyle daha da keyif veren bir film "wristcutters: a love story".
0 com

coraline (2009)

uzun zamandır sabırsızlıkla beklediğim bir film olan coraline, fantastik dünyanın önemli isimlerinden biri olan neil gaiman'ın türkçe'ye de çevrilip oldukça beğenilmiş aynı isimli kitabından, filmin yönetmeni henry selick tarafından senaryolaştırılarak beyazperdeye uyarlanmış. daha önce "stardust"ı yazmış olan neil gaiman ile, "the nightmare before christmas"ın yönetmenliğini yapmış olan henry selick bir araya gelirse ortaya aynen böyle tim burton'ın gotik havasını taşıyan bir stop-motion animasyon çıkıyor zaten. filmdeki seslendirmeleri yapan isimler ise adam olacak çocuk bokundan belli olur atasözünü gururla taşıyan dakota fanning ile desperate housewives dizisinin susan mayer'ı ve john hodgman.

coraline, ailesiyle birlikte yeni bir eve taşınmıştır fakat gerek evin bulunduğu ortamdan dolayı gerekse arkadaşlarından ayrı kalmanın mutsuzluğu içinde olduğu için çok sıkılmaktadır. annesi ve babası da işlerinin yoğunluğu nedeniyle coraline ile ilgilenmedikleri için sıkıntısı günden güne artmaktadır. geçmek bilmeyen günlerden bir gün duvarın içine gizlenmiş bir kapı keşfeder. annesinden küçük kapının anahtarını alıp kapıyı açan coraline kapının tuğla ile örülü olduğunu görünce oldukça şaşırır. fakat aynı günün akşamı fareleri takip eder ve yine küçük kapının olduğu odaya varır, bu sefer kapı tuğlalarla örülü değildir ve kapıdan giden bir yol vardır.

kapıdan diğer tarafa geçer ve yine aynı yere çıktığını farkeder. mutfağa doğru yol aldığında annesini yemek pişirir halde bulur ve gözlerinin de düğmeden olduğunu görür. güzel yemekler pişiren ve coraline'ın her istediğini yapan bu "diğer anne"si, başlarda ne kadar samimi gelse de, coraline kapının arkasındaki gizemli dünyanın kendine göre olmadığını anlayacaktır. coraline diğer annesinin, yeni komşuları wybie'nin ona getirdiği ve tıpkı kendine benzeyen oyuncak bebeğin düğme gözlerinden hayatını izlediğini ve ona sahip olmak istediğini öğrenince kendi anne ve babasının değerini anlayacaktır, ama "diğer anne"sinin elinden kurtulmak sandığı kadar kolay olmayacaktır.

aradaki müzikal kısımların da pek hoş olduğunu belirterek keşke "the nightmare before christmas"taki gibi müzikal kısımlara daha çok ağırlık verilseydi diye düşünüyorum. henry selick stop-motion döktürmüş resmen bu filmde. iyi bir tim burton öğrencisi olduğundan olsa gerek o gotik havayı inanılmaz bir şekilde vermiş filme, ama araya canlı renkler katmayı da ihmal etmemiş. çocuk filmi mi diye soracak olursanız cevabım kesinlikle hayır. en azından çocuklar için çekilmediği bir gerçek. stop-motion sevenler kesinlikle izlemeli.

0 com

twilight (2008)

yönetmenliğini "thirteen" filminden tanıdığımız catherine hardwicke'in yaptığı film, stephenie meyer'in aynı isimli kitabından melissa rosenberg tarafından senaryolaştırılarak beyazperdeye uyarlanmıştır. başrollerinde kristen stewart, robert pattinson, billy burke, peter facinelli, michael welch, taylor lautner, ashley greene ve nikki reed gibi isimlerin yer aldığı filmin görüntü yönetmeni elliot davis'dir. davis filme adeta hayat vermiştir ve film, her anı bir fotoğraf karesi kıvamında olan filmler kategorisine girmeye hak kazanmıştır gözümde.

isabella swan, annesi ve onun yeni kocasıyla birlikte phoenix'te yaşayan, tipik ergenlik sendromlarından biri olan içe kapanıklığı hayat felsefesi haline getirmiş güzel bir genç kızdır. forks'ta yaşayan babasının yanına taşınan bella, yeni okuluna ayak uydurmaya başladıktan sonra edward cullen adındaki ilginç tiple tanışır. başlarda kendisinden her ne kadar haz etmese de zamanla edward'ı kendisine aşık eder. aralarındaki duygular güçlenmeye başladığı halde edward'ın bella'dan uzak durmaya çalışması ve bazı olağanüstü hareketleri bella'da büyük kuşku uyandırır. yaptığı araşırmalar sonucu edward'ın tüm özelliklerini taşıyan o varlığı bulur; vampir.

filmin konusu ahanda bundan ibaret. yapılan tüm hatalara rağmen filmi neden bu kadar sevdim anlamıyorum. vampirlere inanan ve fantastik dünyada yaşayan bir insan evladı olarak şunu belirtmek isterimki, vampirler asla güneşe çıkamazlar. hadi çıktılar diyelim, bir elmasa değil bir ucubeye dönüşmeleri gerekir. hadi onuda geçtim neden okula gidiyorlar? daha uzatırsam devamı gelir..

son olarak, üç şeyden eminim.. birincisi edward bir insan olamayacağı için gerçekten bir vampir. ikincisi bu film harry potter'ın pabucunu çoktan dama attı bile. üçüncüsü en kısa zamanda gidip serinin diğer kitaplarını alacağım.

1 com

sleepy hollow (1999)

başrollerinde johnny depp, christina ricci, miranda richardson, michael gambon, casper van dien ve jeffrey jones gibi isimlerin olduğu film, tim burton'ın uçsuz bucaksız hayal dünyasından çıkmış büyüleyici filmlerden sadece biri olma özelliği taşıyor. "en iyi kostüm tasarımı" ve "en iyi görüntü yönetmenliği" dallarında da oscara aday olan film, "en iyi sanat yönetmenliği" dalında rick heinrichs ve peter young'a oscar kazandırmıştır. filmin, amerikalı yazar washington irving'in dünya klasikleri arasında yer alan "the legend of sleepy hollow" hikayesinden de esinlendiğini söylersek, fantastik ve romantik öğelerin harmanından oluşan bir tim burton filmi olarak tanımlayabiliriz.

18. yy'ın sonu, sene 1799. kendine has tarzıyla diğerlerinden oldukça farklı olduğunu kanıtlamış bir polis memuru olan ichabod crane, esrarengiz cinayet vakalarını incelemek için sleepy hollow kasabasına gönderilir. bilimsel gelişmelerin arttığı o dönemde kendini bilime adamaya çalışan ichabod, cinayetlerle ilgili gerçeği öğrendiğinde tam bir yıkım yaşar. kasabada efsaneleşmiş olan "başsız süvari" geri dönmüştür ve belli bir sıraya göre insanların kafalarını uçurmaya başlamıştır. kestiği kafaları da alıp yanında götüren süvariyi yakalamak da ichabod'a düşer. süvariyi yakalamak tabiki de kolay olmayacaktır ama işin sırrını çözdüğünde onu yakalayan, aslında kurtaran yine ichabod olur.

konusu hakkında pek birşey söylenmez aslında. daha çok görselliği ile dikkat çeken filmde christina ricci'nin 19 yaşındayken canlandırdığı katrina van tassel rolü ona hiç uymamış bence. hatta şöyle söyleyeyim, filmin afişini ilk gördüğümde ricci'yi johnny depp'in kızı rolünde falan sanmıştım. başarısız seçim, klasik olacak ama johnny depp'li tim burton'lu bir filmde helena bonham carter'ı görmek daha bir hoş olurdu hani. başsız süvarinin iskeletten, insana dönüştüğü sahne herşeyi kurtardı neyseki. aman tanrım o neydi ya, izlenmeli.

1 com

james and the giant peach (1996)

the nightmare before christmas'taki gibi yönetmen koltuğunda henry selick'in olduğu filmin prodüktörlüğünü stop-motion ustası tim burton üstlenmiş. fantastik ve eğlence dolu filmlere ilham kaynağı olabilecek kapasitedeki romanlarıyla ünlü (bkz. charlie and the chocolate factory) galli kısa öykü yazarı roald dahl'ın 1961 yılında yazdığı aynı isimli romanından uyarlanan film, "müzikal veya komedi/en iyi müzik" dalındaki oscar adaylığı ile yetinebilmiştir. başrollerinde paul terry, joanna lumley ve miriam margolyes'in olmasının yanısıra animasyon kısımların seslendirmelerini richard dreyfuss, jane leeves, simon callow, susan sarandon ve david thewlis üstlenmiş.

bulutların arasından beliren dev bir gergedanın anne ve babasını yemesi üzerine, kendini beğenmiş iki cadoloz teyzesi ile kalmaya başlayan james isimli çocuğun başlarda biraz acıklı fakat ilerledikçe oldukça eğlenceli bir macera haline gelen hikayesidir james and the giant peach. en büyük hayali ailesiyle beraber new york'un rüya gibi mekanı times meydan'ındaki times binasına gitmek olan james, ailesi her ne kadar atık yanında olmasa da bu hayalini gerçekleştirecektir. olağanüstü olaylar zinciri çoğu tim burton filminde olduğu gibi burada da kendini belirtip insanın hayal dünyasını zorlamaya yöneliktir. kardeşim olmasını çok dilediğim genç ve başarılı hollywood yıldızı freddie highmore'a benzeyen başrol oyuncusu paul terry'nin performansı göz ardı edilmeyecek kadar kusursuzdur.

iki teyzesi tarafından dövülen, ortaçağ kölesi gibi çalıştırılan ve aç bırakılan james'in karşısına hayatını değiştirecek bir adam çıkar. olağanüstü olayların olacağını söyleyen adamın gitmesinin ardından yıllardır bir yaprak bile açmamış kuru dallardan bir şeftali belirir. gözlerinden açlık akan teyzeler şeftaliyi görünce heyecanlanır ve almak isterler fakar şeftalinin inanılmaz bir hızla büyümesi onları durdurur ve bu dev şeftaliden para kazanma planları yapmaya başlarlar.

kölelik işini gerçekleştirdiği bir akşam şeftalide oluşan deliği farkeden james şeftalinin içine girer ve o andan itibaren film animasyona döner. çook başarılı bir stop-motion haline gelen film james ve yeni böcek arkadaşlarıyla sürükleyici bir maceraya dönüşecektir, çok kolay bir yolculuk olacağı söylenmez ama..

stop-motion açısından the nightmare before christmas'tan daha başarılı sanki. kıyaslanamayacak iki film aslında, bu filmde tim burton gotikliğinden eser yok çünkü. öykü, filme hayat vermiş adeta. tek dileğimiz roald dahl öykülerinin (örn. charlie'nin büyük cam asansörü, bay ve bayan kıl.) tim burton tarafından beyazperdeye uyarlanması. daha çok 15 yaş altına hitab eden eğlenceli bir film, fakat animasyon sevenler de keyifle izleyebilir.

0 com

the nightmare before christmas (1993)

tim burton'ın caroline thompson ile birlikte michael mcdowell'ın kitabından uyarlayarak senaryosunu yazdığı filmin yönetmeni henry selick'tir. animasyon ve stop-motion tekniği ile çekilmiş bu müzikal film 2006 yılında amerika'da tekrar vizyona girerek 3d teknolojisinden yararlanmış ve izleyiciye harika bir görsel şölen yaşatmıştır. jack'in söylediği şarkılarda danny elfman olmak üzere; chris sarandon, catherine o'hara, william hickey, glenn shadix gibi isimlerde seslendirmelerini yapmıştır. oscar ödüllerinden eli boş dönen film özellikle müzikleri sebebiyle birçok film festivalinde danny elfman'a ödül kazandırmıştır.

halloween (cadılar bayramı) kasabasının en sevilen ve en korkunç ismi, yani balkabağı kralı jack skellington, içinde yaşadığı korkunç dünyadan bıkmıştır ve bir cadılar bayramı gününün sonunda ormanda gezintiye çıkar. bu gezintide farkında olmadan christmas kasabasını keşfeder ve noel babanın, kendince noel canavarının yerini almak ister. kendi kasabasına bu fikri aşılayan jack, noel baba kılığına girerek çocuklara oyuncaklarını dağıtır fakat bu durumdan pek hoşnut olmayan çocuklar ve aileleri polise ihbarda bulunurlar. başından beri jack'in başına kötü birşey geleceğini düşünen ve ona aşık olan sally ise durumun önemini kavrar ve önce gerçek noel babayı oogie boogie canavarından kurtarmaya gider. noel babayı kurtarmaya çalıştığı sırada kötü canavara yakalanan sally tam çaresizlik içine düşmüşken beklenmedik bir şekilde jack gelir ve ardından sally ile noel babayı kurtarır. gerçekleştirdiği bu çılgınlık sayesinde hem amacına ulaşmanın verdiği mutluluk, hemde halloween kasabasına yağdırdığı kar ile balkabağı kralı imajına geri dönen jack, sally'yi gerçek anlamda farkettikten sonra çok daha mutlu olacaktır.

tim burton ve danny elfman ortaklığından çıkan diğer filmler gibi mükemmel olan animasyon charlie and the chocolate factory kadar eğlenceli, sweeney todd: the demon barber of fleet street kadar karanlık ve edward scissorhands kadar hüzünlü olmasının yanısıra, müzikleriyle oldukça ilgi çekiyor. her yaştan insanın izleyebileceği muhteşem bir film. iz-len-me-li!

1 com

vincent (1982)

tim burton tarafından yazılıp yönetilen ve stop-motion tekniği ile çekilmiş kısa filmdir. imdb'den 8.5 gibi yüksek bir puan alan film 5 dakika 53 saniye sürmesinin yanısıra, siyah beyaz görüntüsü ile oldukça ilgi çekicidir. stop-motion ve animasyonun mükemmel uyumuyla beraber bir de üstüne güzel bir çeviri eklenince keyifle izlenen film, tim burton'ın ilk çalışmalarından olması ve yeteneğini ön plana çıkarmasıyla kendini gösteriyor. ayrıca 1984 yılında ottawa international animation festivali'nde tim burton'a "en iyi izleyici ödülü"nü kazandırmıştır.

movie quotes:
vincent malloy yedi yaşında, kibar ve terbiyeli her zamanda. yaşına göre bir çocuk için saygılı ve sevimli, ama aynen vincent price gibi olmak hayali. sorun değil onun için evdeki kız kardeşi, köpek ve kediler. aslında örümcek ve yarasalarla bir evi paylaşmak ister. orası yansıtabilirdi üzerine icat ettiği korkuları, yalnız ve acı içinde dolaşırdı karanlık koridorları. vincent sevimli olur onu görmeye geldiğinde teyzesi, ama müzesine koymak için onu balmumuna daldırmaktır hevesi. üzerinde deney yapmayı sever köpeğinin, abacrombie, yaratmak umudu içinde korkunç bir zombi. böylece, o ve korkunç zombi köpeği, kurban verirdi onlara londra sisinin göbeği. düşünmezdi sadece korkunç suçlar, resim çizerek ve okuyarak geçerdi bazı zamanlar. "koş jane koş" gibi kitaplar okurken öbür çocukların hepsi, yazarlardan edgar allen poe vincent'ın en gözdesi. bir gece okurken tüyler ürpertici bir anlatı, okuduğu bir paragraf ile soldu suratı. okudu onu öldürecek kadar korkunç bir haberi, güzel karısı gömülmüştü diri diri. öldüğünden emin olmak için kazdı mezarını, aldırmadı mezarın annesinin çiçekliği olmasını. annesi vincent'ı gönderdi odasına, bildi sürgüne gönderildiğini hüküm hisarına. ömür boyu hayatını geçirme cezası ile çarptırıldığı o yerde, yalnız başınaydı güzel karısının portresi ile birlikte. kabrine kapatıldığında deli ve yalnız, vincent'ın annesi girdi odaya apansız. "dışarı çıkıp oynayabilirsin istersen eğer, güneşli ve güzel bir gün görmeye değer." vincent denedi ama söyleyemedi konuyu, onu zayıflatmıştı tecrit edilme yıllar boyu. bir kalem aldı ve karaladı kağıda, "bu ev tarafından ele geçirildim, ve terkedemem asla."annesi konuştu, "ele geçirilmedin, ve ölmek üzere değilsin.oynadığın bu oyunlar hepsi kafanın içinde senin.sen vincent price değilsin, senin adın vincent malloy. acı çeken biri değil, bir oğlansın hala toy. sen benim oğlumsun, yaşın yedi yalnızca, gerçek bir eğlence bulursun dışarı çıkınca"şimdi öfkesi geçmişti, dışarı yürürken salona, o sırada vincent geriledi yavaşça duvara, odada başladı soğuma, gıcırdama ve titreme, ulaşmıştı tepeye korkunç delirme. abacrombie'yi gördü, onun zombi kölesi, ve mezarının çok altından geldi karısının sesi. tabutundan konuştu ve talep etti korkunç istekler, kırılan duvardan uzanırken iskelet eller. hayatındaki her korku rüyalarında onu ürküten, çılgın kahkahasını korkunç çığlıklarla değiştiren. delilikten kaçmak için istedi kapıya uzanma, gücü ve kuvveti kalmadığından yere düştü ama. yavaş ve çok sakin başladı söze, edgar allan poe'nun "kuzgun"undan söylerken bir dize:"ve gölgeden gelen ruhum yerde yüzerek yatan, yükselecektir... hiçbir zaman!"
0 com

finding neverland (2004)

charlie and the chocolate factory'nin charlie'si, the spiderwick chronicles'ın jared grace'i, fantastik filmlerin vazgeçilmez çocuk oyuncusu freddie highmore'un peter llewelyn davies olarak başrolde olduğu filmde ona johnny depp, kate winslet, dustin hoffman, julie christie ve radha mitchell gibi zengin bir oyuncu kadrosu eşlik ediyor. yönetmen ise "stranger than fiction" ve "quantum of solace"in yönetmeni marc foster. 7 dalda oscar adayı olan film, sadece "en iyi müzik" dalında jan a.p. kaczmarek'e oscarı kazandırmıştır. imdb'den 8.0 puan alan film, beklenenenden fazlasını vererek yine imdb'ye lanet okutturuyor aynı zamanda.

iskoçyalı ünlü roman ve tiyatro yazarı, ayrıca peter pan'ın yaratıcısı james matthew barrie'nin (9 mayıs 1860 - 19 haziran 1937) gerçek hayat hikayesinden uyarlanan film, 1903 yılının londra'sında geçiyor. yeni oyununun kasıntı ve kibar ingiliz sosyetesi tarafından beğenilmemesi sonucu farklı birşeyler yapması gerektiğini düşünen barrie, yazı yazmak için kensington bahçeleri'nde gezinirken çok şirin bir aileyle tanışır. babalarını kaybetmiş olan dört erkek çocuğu ve güzel bir anneden oluşan bu sevimli llewelyn davies ailesi, zamanla barrie'nin ilham kaynağı olurlar. ve james, şimdilerde efsaneleşmiş olan hikayesi "peter pan"ı yazar. james'in yapımcısı charles frohman (dustin hoffman) oyunun büyük bir skandal olacağını düşünür ama oyun başarısıyla tüm gözleri üzerine çevirir.

ailenin otoriter büyükannesi emma du maurier, barrie'ye karşı antipati beslese de, onu çocuklardan ve sylvia'dan uzak tutmayı başaramayacaktır. bir gün peter'ın yazdığı tek perdelik oyunu oynarken sylvia'nın öksürük krizi sonucu açığa çıkan apansız hastalığının da etkisiyle, james'in onlara zarar verdiğini düşünen büyükanne, kızının iyiliğini istemekte haklıdır ama çocuklar james'i bırakmaya niyetli değildirler. sylvia'nın hastalığının ilerlediği aşamada çocuklar durumun ciddiyetinin farkına varırlar ve james'ten yardım isterler. james, kardeşlerin en büyüğünü annesiyle konuşması için cesaretlendirir ve o da tedavi olması için annesini ikna eder. ama hastalığın bir çaresi yoktur...

allan knee ve david magee tarafından yazılan bu zengin senaryo, görsellik ve kusursuz oyunculuklarla birleşerek böylesine masalsı bir film çıkarmış ortaya. her yaştan insanın izleyebileceği ok eğlenceli bir filmdir diyerek yazımı sonlandırıyorum.

0 com

the witches of eastwick (1987)

"tanrı kadını yaratırken ne yaptığının farkındamıydı?"

başrollerinde jack nicholson, michelle pfeiffer, cher, susan sarandon ve veronica cartwright'ın rol aldığı, 1987 yılında george miller tarafından çekilmiş olan sinema filmi, imdb'den her ne kadar 6.3 gibi bir rating alsa da rol konusunda aşmış bir filmdir. john updike'ın 1984 yılında yayımlanmış olan aynı isimli romanından senaryolaştırılmıştır.

sukie, alexandra ve jane isimlerindeki üç arkadaş kendilerine ayırdıkları rutin bir perşembe gecesi yine rüyalarındaki o ideal erkeğin hayalini kurmaya başlarlar. farkında olmadıkları güçleri, daha doğrusu cadı oldukları gerçeği sayesinde o çok arzuladıkları erkeği bulurlar. şeytanın ta kendisi olan daryl van horne isimli bu adam, kızların üçünü de baştan çıkarır ve hepsini hamile bırakır. tek amacı onlardan erkek çocukları olması ve neslinin devam etmesidir.

tavırları değişen kızlar felicia'nın da ölümüyle bir terslik olduğunu anlarlar ve daryl'e bir tuzak kurarlar. voodoo bebeği yaparak ona acı çektirirler ve ölümüne sebep olurlar. aradan 18 ay geçtikten sonra üçünün de birer erkek çocuğu olur, daryl yine onlarla iletişim kurmaya çalışıcaktır. ama bu sefer kızlar cadı olduklarının farkına varmışlardır ve herşey için çok geçtir...

0 com

big fish (2003)

en aydınlık tim burton filmidir big fish. edward scissorhands'in melankolikliği, the nightmare before christmas, corpse bride ve sweeney todd'un gotikliğinden eser yoktur burada. başrollerinde ewan mcgregor, helena bonham carter, abert finney, billy crudup, jessica lange ve alison lohman'ın olduğu film 8.0 rating ile imdb top 250 sıralamasında 232. sırada yerini almıştır. amerikalı yazar danniel wallace'ın "big fish: a novel of mythic proportions" isimli romanından senaryolaştırılan filmin müziklerini de, tim burton'ın kadim dostlarından olan danny elfman yapmıştır.

herkesin bildiği (ya da bilmediği) gibi tim burton'ın belirli bir oyuncu kadrosu vardır. mesela çoğu filmde danny elman'ın müziklerini dinler, helena bonham carter'ın gotikliğini izleriz. bir de yan roller vardır. mesela edward scissorhands'de edward'a taciz etmeye çalışan kadın ile charlie and the chocolate factory'deki umpa lumpa(lar) big fish'te de mevcut.

bir baba-oğul hikayesidir big fish. çoğu tim burton eserindeki gibi alışkın olmadığımız masallar, inanılmaz güzellikteki yerler vardır filmde. babasının hikayelerine inanmayan bir adam, küçükken inandığı günlerin acısını çıkartıyordur sanki. ölüm döşeğindeki babası, yaşadıklarını masal tadında anlatmaya devam ediyordur, ama adamın "duymak istediği" gerçekleri söylememekte kararlıdır. çünkü o anlattığı gerçekleri yaşamıştır. ve william babasının geçmişini araştırdıkça, bazı gerçekleri daha iyi kavramaya başlayacaktır.



0 com

edward scissorhands (1990)

1990 yılında tim burton yönetmenliğinde çekilen filmin başrollerinde johnny depp, winona ryder, dianne wiest ve anthony michael hall gibi isimler var. "the nightmare before christmas" ve "corpse bride"ın da senaryosunu yazmış olan caroline thompson, bu filmde de tim burton'ı yalnız bırakmıyor, hatta senaryo ikisinin ortak çalışması. tim burton'ın vazgeçilmezlerinden olan danny elfman'da müzikleri ile bu projede ye alıyor. ayrca film, dünya çapında 56 milyon $'lık hasılat elde etmiş.

tim burton'ın daha lise yıllarındayken defterine karaladığı bir çizimmiş edward. hikaye aynen şöyle... edward'ı yaratan mucit, onu tam olarak bitiremeden ölür ve edward makastan olan elleriyle kalır. bir gün peg boggs (dianne wiest) adındaki şirin bayan edward'ın çaresizliğini görünce onu alır ve evine götürür. alışmaya çalıştığı çevre, edward'ın yıllardır yalnız yaşamasından sonra ona oldukça zor gelir. zamanla ortama alışmaya başlar ve makaselleriyle yaptığı marifetler insanların beğenisini kazanır. edward saç kesme, ağaç budama gibi işler yapmaya başlar. fakat edward, insanların tahmin edilemeyecek derecede bencil olduğunu görünce de geri dönmekten başka çare bulamaz. üstelik aşık olduğu kızı arkasında bırakarak...

tim burton harikasıdır. amerikan banliyösü hayatı, içerisindeki pastel renkler ve sessiz sokaklar., filmi oldukça sürükleyici yapan etmenlerden. 10/10.
0 com

the curious case of benjamin button (2008)

se7en, fight club, zodiac, panic room gibi filmlerin ünlü ve başarılı yönetmeni david fincher'ın yönetmenliğinde çekilen filmin başrol oyuncuları arasında brad pitt, cate blanchett, julia ormond, taraji p. henson, jason flemyng gibi isimler var. francis s. k. fitzgerald’ın hiykayesinden yola çıkarak, eric roth'un kaleminden senaryolaştırılan film, 22 şubat pazar günü yapılacak olan 81. oscar ödüllerine tam 13 dalda aday olmasıyla dikkatleri üzerine toplamayı şimdiden başarmış gözüküyor. imdb top 250 sıralamasında da çok kısa sürede 8.3'lük bir rating alarak 111. sıraya oturan film, eleştirilere kulak asmıyor gibi.

2 saat 46 dk. olan süresiyle oldukça eleştiri alan film, aslında bu eleştirilerin hiçbirini haketmiyor. se7en, fight club gibi david fincher-brad pitt ortaklıklarında zaman konusu eleştirilmemişti, ki bence filmin süresi eleştirilecek bir kavram değil. stephen king'in "rose red konağı"nı sıkılmadan izleyen bir insan olarak, benjamin button'ın süresi beni hiç rahatsız etmedi. aksine, olayların en ince ayrıntısına kadar ele alınmış olması filmi daha da çekici hale getirdi.


1. dünya savaşında oğlunu kaybeden kör bir saatçi, geriye doğru giden bir saat yapar. tren istasyonuna taktığı bu saati yapmaktaki amacı belki gidenler geri döner diyedir. tabiki de gidenler geri dönmez ama savaşın bittiği gün bir mucizenin gerçekleşmesine sebep olur. normal bir bebek olarak doğması gereken benjamin button, 80 yaşında yaşlı ve buruşuk bir tenle doğmuştur. doğum sırasında annesini kaybeden benjamin, babasının onu bir bakımevinin önünde terk etmesiyle yeni hayatına ilk adımı atar.


bakımevinde ona annelik edecek birini bulan ve daisy adındaki küçük bir kıza aşık olan benjamin, yaşlı göründüğü için daisy'den sürekli uzak durur. fakat zaman ilerleyip benjamin küçüldükçe?! daisy ile yaşlarını yakalarlar. yine de uzun sürmeyecek bir mutluluktur bu...

alışkın olduğumuz film süresinden fazla olduğu için arada baktırır ne kadar kaldı diye. ama yine de sürükleyicidir, büyüleyicidir, biraz aşkın gölgesinde kalmış. aşk bu kadar ön planda kalmasaydı da olurdu. görsellik başta olmak üzere her açıdan muhteşem bir film. sıkılıp yarıda kesenlere sesleniyorum; çok şey kaçırıyorsunuz.

"olaylar karşısında son derece kızabilirsin. küfredebilir, kadere lanet okuyabilirsin ama yolun sonuna geldiğinde herşeyi bırakmak zorundasın."