yabancı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yabancı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 com

rosetta (1999)


"senin adın rosetta,
yeni bir iş buldun,
yeni bir arkadaş edindin,
normal bir yaşantın var,
boşluğa düşmeyeceksin,
iyi geceler."
herkesin iyi kötü bir hikayesi var bu hayatta. bu da rosetta'nın hikayesi. yoksulluk nedeniyle şehrin dışında bir karavan kampında, karavanı yemek - elektrik - su gibi temel ihtiyaçları karşılamak için bedenini başkalarına vermekten çekinmeyen, alkolik bir anneyle beraber paylaşan, tüm bu ahlaki çöküntü içerisinde kendi sınırlarını kaskatı çizen , hem bu sınırları hem de yaşamın ona biçtiği pay nedeniyle tamamen izole olmuş bir şekilde yaşayan ve tüm bu şartların altında yabanileşmiş bir kızdır rosetta. niteliksizdir, işe giremez, işe girse de sistemin açıklarından faydalanan patronlar sayesinde işte tutunamaz, yeteri kadar çalışamadığı için de devlet sigortası da alamaz. dardenne kardeşler, rosetta'nın hikayesini olduğu gibi, herhangi bir duygu sömürüsüne ihtiyaç duymadan anlatmışlar. ecnebiler gibi bitireyim: highly recommended!
2 com

midnight in paris (2011)


jack kerouac, kökenlerinin paris'te olduğuna inanıp, çok sevdiği yola atlayıp paris'e gelişini, paris'te her yerde kökenlerine ait bilgileri edinme çabasını, hatta biraz da kendini tanıma çabasını ve burada yaşadığı aydınlanmayı "paris'te satori" kitabında anlatır. woody allen'ın avrupa'daki duraklarından biri olan paris'te geçen filmi bana bu kitabı çağrıştırdı. kendisiyle son derece uyumsuz olan nişanlısı inez'in babasının iş gezisi nedeniyle geldikleri paris'te, inez'in antipatik arkadaşlarıyla beraber dansa gitmeyi reddeden gil, paris sokaklarında kaybolur. bir merdivene çökmüş umutsuzca ne yapacağını düşünen gil'e önünde duran arabadan yapılan davet sadece bir şehir turu için değildir. onun altın çağı'na giriş için, aydınlanması için bir kapıdır.

"midnight in paris", konusu itibariyle allen'ın son dönemde çektiği avrupa'da geçen filmlerinden farklı bir yerde. edebiyat, sinema çevrelerine olan vurgularıyla daha çok new yorker filmlerini andırıyor. filmi izlemeden önce woody allen'ın sinema diline aşina olmak ve hatta filmde geçen dali, picasso, hemingway, fitzgerald gibi isimler hakkında belli bir düzeyde bilgiye sahip olmak filmden alınan zevki kat kat arttırıyor. düz bir seyirle de filmden zevk alınabilir ancak karakterlerin çok fazla karikatürize edildiği gibi gereksiz yorumlara rastlamak mümkün olabiliyor.
0 com

drive (2011)


bundan henüz 3 ay öncesinde şehir içi trafiği dersleri aldığım zamanlar aklıma geliyor. bir panik, bir heyecan. daha kurs yerine giderken panik atak geçirir gibi hızlı hızlı nefes alışlarım, içime giren ve iç organlarımı bastıran koca sıkıntılar. bir yandan da kafamda ders esnasında hangi vitese ne zaman geçeceğim, sokağa dönerken pedallarla ne yapmam gerektiğini kuruşlarım ve direksiyon başına geçtiğimde bu kurguları gerçeğe dökemeyişlerim ve "yok, olmayacak bu iş. kullanmayacağım araba" diye vazgeçişlerim, hemen akabinde otobüse mahkum olmaktan nefret ettiğimin akla gelişi ve pes etmeyişlerim. bıyık altından altından gülüyorum şimdi bunlara. artık yollarda rahat rahat fink atar, hatta hiç nedensiz kendime güvenip saçmasapan hareketler yapar haldeyim. o zamanlar 40'la giderken, "aman aman çok hızlı gidiyoruz" diyerek frene davranışlarımın, "uzun yolda bile hız yapmam, 90'ı geçmem" diye kendi kendime verdiğim sözlerin yerinde yeller esiyor.


donuk bakışlı kahramanımız bu hallerimi görseydi o soğuk yüzünde nadiren beliren gülümsemelerinden birini de bana atardı sanırım. kendisi usta şöför. filmlerde sürücülük yapıyor, yeteneklerinden nimetlenilen bir tamirhanede ustasına yardımcı oluyor, geriye kalan zamanlarında ise karanlık sulara dalıp yeraltı dünyası adına çalışıyor. ki burada son söylediğime, filmin daha açılışında tanık oluyoruz. soyguna karışan hırsızları, kendi kafasında kurduğu plana sadık kalarak, yavaş ancak kararlı bir şekilde taşıyor. benzer konulu çoğu filmin aksine aksiyon öğelerinden olabildiğince az yararlanılan bu açılış, bir anlamda filmin karakteristiğini ortaya koyuyor: soğuk bir atmosfer, emin adımlar, kararlı yürüyüş.

james sallis'in romanından uyarlanan "drive", suç dünyasının içinde olan ve bu dünyadan etkilenen karakterleri, neredeyse filmin tamamında sürücünün donuk ifadesini tamamlayacak türden müzikleriyle soğuk bir film. ki bu da çoğu aksiyon filmseverin bu filmden beklediğini bulamayıp, filmi kötülemesine yol açıyor. eğer bu durum aşılabilirse görüntülerin güzelliği, anlatımının yalınlığı, aralara serpiştirilen synth-pop şarkıları ve barındırdığı 80ler ruhuyla sıkı bir film.
0 com

también la lluvia (2010)

uzun bir süredir film izlemiyordum. ya kendimi dizilere veriyor ya da bir filme başladıysam belli bir kısmından sonra sıkılıp filmi yarıda bırakıyorum. bilgisayar başında geçirdiğim çoğu vaktimi fotoğraf üzerine olan bilgilere ayırdığımdan blog da başıboş bir şekilde kalmış durumdaydı. bu başıboşluğun bir diğer nedeni de insanın canını sıkan sıcaklar. hiç bir şey yapasım gelmiyor, yapacaklarımı sürekli erteler vaziyette yaşıyorum. pek yakında enlem olan ekvatora daha yakın bir yere taşınacak olmam ve enleme bağlı olarak daha sıcak bir ortamda yaşayacak olmam endişelerimi arttırıyor olsam da sonbahar serinliğinde daha da çok el atarım buralara gibime geliyor. kişisel dırdırları ve coğrafi bilgileri bir kenara bırakayım en iyisi.


"tambien la lluvia", gael garcia bernal tarafından canlandırılan bir yönetmenin ekibiyle beraber christopher colombus'un amerika'yı keşfettiği ve oradaki yerlilerle ilk etkileşime girdiği zamanları konu alan belgeseli çekmek üzere bolivya'da geçirdiği günleri konu alıyor. emeğin sudan ucuz olduğu bu ülkede filmde yerel halkın ihtiyaçlarını karşılayan su kaynakları çok uluslu şirketler tarafından gasp edilmekte ve tüm kaynaklar bu şirketler tarafından sömürülmektedir. figüran seçimleri esnasında haksızlığa baş kaldırarak sete dahil olan daniel, bu şirketlere karşı sürdürülen eylemlerde başı çekiyor oluşu zamanla problemlere neden olur.


filmin konusuyla içerisindeki filmin konusu arasında çok güzel bir paralellik yakalanmış. bundan 600 yıl önce colombus'un ayak bastığı yerdeki yerliler ile şimdikiler arasında pek bir fark yok. yoksunluğun hakim olduğu topraklarda güç sahipleri, insanları zamanının metodlarıyla köleleştirebiliyorlar. ancak düzene herkes boyun eğmeyeyip, sesini çıkarabiliyor. "tambien la lluvia"'yı izlerken ken loach tadı yakalamak mümkün, zira filmin senaryosu loach'la beraber defalarca çalışmış olan paul laverty'e ait.


filmde anlatılanlar aslında bize çok uzak değil, son zamanlarda karadeniz'de uygulamaya konulan hes projeleri ve bu projelere olan tepkiler, yaşanan can sıkıcı olaylar filmi izlerken insanın aklında bir kez daha yer ediyor. keşke bizde de her şey film gibi akıp gidebilse. keşke...

0 com

animal kingdom (2010)

henüz 17 yaşında olan genç bir adamın yerine koyun kendinizi. uyuşturucu bağımlısı olan anneniz yanıbaşınızda altın vuruş yaparak hayatını kaybetsin ve sonrasında her biri suç dünyasının batağına saplanmış dayılarınızla ve bu yolda onlara tam destek olan anneannenizle beraber yaşamaya başlayın. bu ortamda nasıl bir gelecek planlayabilirsiniz? ailenin ortamına ayak mı uydurursunuz yoksa kendi ayaklarınızın üzerinde mi durmaya çabalarsınız? ve bu ortamın sizin ahlak anlayışınıza ve vicdanınıza etkileri nasıl olur?

"animal kingdom" bize bu çizgide bir öykü sunuyor. annesini aşırı dozda eroinden kaybeden josh, bir anda kendisini suçlulardan oluşan bir ailenin içerisinde bulur. dayılarıyla olan akrabalık bağları bir yandan onu bu dünyaya çekerken diğer yandan da vicdanının sesini dinleyerek bu ortamdan kurtulmaya çabalar.

guy pearce'ı da kadrosunda barındıran film, nerdeyse 2 saatlik uzunluğu ve ağır temposuyla izleyeni yorsa da genel olarak tatmin etmeyi başarıyor. izlemeden önce kendinizi bu moda sokmanızda fayda var.
1 com

notre jour viendra (2010)

politik sinemanın önemli isimlerinden biri olan costa gavras'ın oğlu olan romain gavras'ın bu filmini bir zamandır merak ediyordum. işin içerisinde gavras'ın yanı sıra vincent cassel'in de bulunuyor oluşu merakı arttıran faktörlerden biriydi. merakını gidermiş ve beklediğinden fazlasını bulmuş bir bünye olarak yazıya devam edebilirim.

film, sosyopat bir psikanalist olan patrick ile karşılaştığı, kadınlar arasında büyümüş, kişiliğini tam oturtamamış, toplumla uyumsuz ve çevresine karşı sürekli ezilen remy arasında dönüyor. remy, annesine ve kızkardeşine karşı sert bir koyduğu gece patrick ile karşılaşır. patrick, remy'i bir proje olarak görür ve onu aileden birisiymiş gibi sahiplenir. bazen kendisinin dışa vuramadığı durumlarda remy'i bir piyon olarak kullanmaktan da çekinmez. remy'nin durup dururken kapıldığı irlanda'ya gitme hayaline istemeyerek de olsa ortak olur ve beraber yola düşerler.

"notre jour viendra", oldukça sert bir film ve gavras soyadının olduğu her yapımda olduğu kadar politik de. otoriteye, ırkçılığa, cinselliğe, dine karşı sert bir tavır takınan film kolay yenilir, yutulur cinsten değil. oturup izlemeden önce bu noktaya dikkat etmekte fayda var. eğer izlemeye karar verirseniz hikayenin yanında, vincent cassel ve olivier barthelemy'nin üst düzey performanslarının ve iyi sinematografinin filmin diğer artıları olduğunu göreceksiniz.
0 com

trolljegeren (2010)

mockumentary, günümüzde sık rastlanan ve, görülen o ki, ileriki dönemde daha da sık rastlayacağımız bir tür. maksadı ise esasta olmayan bir olayı sanki gerçekmiş gibi izleyene sunmak ve bunu da belgesel formatında gerçekleştirmek. norveç'ten çıkan ve düşük bütçeli bir film olan "trolljegeren" yani trol avcısı, bu türe ait bir film.


iskandinav mitolojisinin korku öğelerinden biri olan trolleri odağına alan film, trollerin gerçek olduğu konusunda seyirciyi ikna edebilmek için izleyene çeşitli açıklamalar yaparak başlıyor. norveç'te bir üniversitede okumakta olan 3 kişilik bir öğrenci grubunun proje ödevi, belgesel hazırlamaktır. konu olarak kaçak ayı avı üzerine eğilen öğrenciler, çekimleri sürdürürken ayı avcısı olduğunu düşündükleri, gizemli bir adamın peşine takılırlar. bir süre takipten sonra adamın trol avcısı olduğunu öğrenen grup, adamla beraber trol avına katılır.


"trolljegeren", son dönemde karşımıza bolca örneği çıkan el kamerasıyla çekilmiş filmlerden biri. olayları grubun kamerasından takip ediyoruz. grupla beraber trol için pusuya yatıyoruz, onlarla beraber trollerden kaçıyoruz ve saklanıyoruz. yani bir şekilde filmin içine dahil oluyoruz. ki bu da bir mockumentary filminin sunması gereken inandırıcılık niteliğine katkıda bulunan bir durum.



trol denen yaratık her ne kadar kültürümüze uzak olsa da, insana korku verebilecek sahnelere sahip olan film, korku öğesini tüm filme yaymamış. bu nedenle de "trolljegeren"e korku filmi olarak yaklaşmak yersiz olur. film, daha çok troller ne yer ne içer, nasıl yaşarlar ve neden avlanırlar üzerine kurulu. izlemeye karar vermeden önce bu noktaya dikkat etmekte fayda var.
0 com

the king's speech (2010)

son yıllarda ingiliz kraliyet ailesinin prenslerinin yaşadıklarına basından aşinayız. biri gider afganistan'da askerlik yapar, diğeri afrika'da gönüllüler kampına katılır, beriki normal bir ailenin kızıyla beraber olur vs.. belki bu bahsettiklerim aynı kişi bile olabilir, zira kaç tanedirler, isimleri nedir bilmiyorum. bahsettiğim sadece halkla daha içli dışlı olabilmeleri. geçmişe bakarsak konumu gereği daha önemli ve içine kapalı olan aile üyelerinin halkla olan münasebetlerinin çok çok daha sınırlı olduğunu görüyoruz ve bu noktada da "the king's speech" devreye giriyor. kral 5. george'un iki oğlundan biri olan albert frederick arthur george, gerek ailesi gerekse dadıları tarafından baskı altında yetiştirilmiş ve bu da onda konuşma bozukluğuna yol açmıştır. bazı dönemlerde halka hitap etmesi gereken albert, kekemeliği yüzünden zor duruma düşünce eşi tarafından cesaretlendirilerek soluğu terapistlerde alır. birkaç başarısız denemenin ardından lionel logue ile karşılaşan prens, logue'un yardımıyla bu sorunu çözmeye çalışır.

gerçek bir hikayeye dayanan ve haliyle dönem filmi olan "the king's speech", ingiltere'nin 2. dünya savaşı öncesi savaşa sürüklendiği bir dönemde geçmesine rağmen tüm odağını prens albert ile terapist logue arasındaki ilişkiye çevirmiş ve oyuncuların üstün performansının yardımıyla da işin altından başarıyla kalkmış. ingilizlerin oscar'ı olarak gösterilen bafta ödüllerinde en iyi film ödülü dahil olmak üzere 5 dalda ödül kazanan filmin önümüzdeki pazar gecesi verilecek oscar ödüllerinde 12 adaylığı bulunuyor. prens albert'i canlandıran colin firth'ü pazar gecesi elinde oscar heykelciğiyle görebiliriz. heykelciğe daha önceden sahip olan geoffrey rush ise koleksiyonuna bir ödül daha ekleyebilir, onun da en ciddi rakibini christian bale olarak görüyorum.
0 com

the kids are all right (2010)

gelecek pazar günü sahibini bulacak en iyi film dalında oscar'a aday filmlerden devam edelim. yine bir kadın yönetmenin yönettiği "the kids are all right", eşcinsel evlilikle kurulmuş bir ailenin üzerine kurulmuş bir öyküye sahip. nic ile jules lezbiyen bir çifttir. ve bu evlilikte iki tane yapay döllenme yoluyla edindikleri çocuğa sahiptirler. iki kardeş, biyolojik babalarını tanımak isterler ancak bu prosedür ancak 18 yaşına bastıklarında işleyecektir. joni, 18'ine geldiğinde sperm bankasıyla irtibata geçer ve babası paul ile bir görüşme ayarlar. sonrasında ise aile bireyleriyle paul arasındaki etkileşimleri izleriz.

filmin konusunu okuduğumda ilk olarak filmin temposuna dair şüphelerim vardı. ve hayatımın 106 dakikasını o anda düşük tempolu bir filme ayıramayacağımı düşünerek izlemeye başladığımda girişten itibaren bu şüpheler silindi. imdb'de film için kullanılan komedi ve dram etiketlerini gördüğümde bir durum komedisi olabileceğini düşünmüştüm ancak lisa cholodenko, öyküsünde daha çok aile içi dinamiklere yönelerek anlatımını dram üzerine kurmuş. bu etiketten insanı boğacak türde bir film olduğu anlaşılmasın, film kendisini izlettiriyor. ancak en iyi film kategorisinde oscar için yarışacak kadar iyi mi, tartışılır.
0 com

winter's bone (2010)

kendi de dahil olmak üzere kimseye faydası dokunamayan hasta bir anne, okul çağına henüz gelmiş iki küçük kardeş, uyuşturucu pazarında yer alan ve bundan dolayı hapis cezası yemiş ve nerede olduğu belirsiz bir baba. tüm bu aile fertlerini bir arada düşündüğümüzde işleri yürütecek birinin olması gerekiyor; 17 yaşındaki evin büyük kızı ree dolly. evine bakma sorumluluğu üstüne kaldığından dolayı, yaşının gerektirdiği hayatı yaşamayı bir kenara bırakıp evin her işine koşturuyor. odun kırıyor, yemek pişiriyor, küçük kardeşlerine yaşamı/yaşamayı öğretiyor. tüm bunlar yetmezmiş gibi, bir gün kapılarına dayanan şeriften, firarda olan babasının imzaladığı sözleşmeyle sahip oldukları tek şey olan evin ve arazinin ipotek altına alındığını ve eğer babası bulunamazsa evi ve araziyi kaybedeceklerini öğreniyor. ree ise bu kaybı göze alamaz ve babasının izini sürmeye başlar.

uyuşturucu, şiddet gibi sert öğeleri barındıran filmler genellikle erkek filmi olarak karşımıza çıkar. ancak amerikalı kadın yönetmen debra granik, söz konusu öğelerden oluşan "the winter's bone"u kadınların ön planda olduğu bir şekilde önümüze sunmuş. evin reisliğini ree yürütür, babasının izini sürdüğü sırada karşısına çıkan evlerde kadınların onayını alarak eve girebilir, ona kadınlar yol gösterir ve yine kadınlar tarafından hırpalanır. kısaca "winter's bone" için, yeraltı dünyasının erkek hemagonyasına dokunduran bir film diyebiliriz.

ağır işleyen ancak sürükleyen öykünün, güzel bir sinematografi ve iyi oyunculuk performanslarıyla buluştuğu film şu ana dek 21 ödülü kapmış. önümüzdeki hafta verilecek olan oscar ödülleri'nde "en iyi film", "en iyi kadın oyuncu" dahil olmak üzere 4 dalda adaylığı olan filmin rakipleriyle başa çıkabilmesi zor gözüküyor. ancak ödül kazanırsa da pek şaşırmamak gerekir.
0 com

127 hours (2010)

11-12 yıl önce elime geçen "trainspotting" vcd'sinin iç kapağında yer alan ve filmin adını her duyduğumda hemen hafızamda parlayan atilla dorsay alıntısı şöyle başlar: "...kıpır kıpır kamerası, atak kurgusu...". danny boyle artık "trainspotting" sularında yüzmüyor ancak arada sırada "28 days later..." gibi filmlerde bu girişi tekrar hatırlatıyor. "127 hours" da bu kervana eklenebilecek filmlerinden. boş zamanlarında kendisini doğanın kollarına atan dağcı aron ralston'un öyküsünü anlatırken kıpır kıpır kamerasıyla bizi olaya dahil ediyor. ki bu da, filmin çoğunu oluşturan, daracık bir kanyonda kayanın altında kolu sıkışmış halde kalan aron ralston'un mücadelesini bir nefeste izleyebilmemizin formülü.

kameranın hareketliliğine, güzel bir sinematografi (özellikle başta yer alan, aron'un bisiklet üzerinde kanyona doğru yol aldığı sahnelerdeki renklere bayıldım) ve james franco'nun iyi performansını eklediğimizde ortaya izlenebilir bir film çıkmış. ayrıca sigur ros'un "festival"iyle kapanması da ayrı bir güzellik.
0 com

blue valentine (2010)

"bana sorarsanız, erkekler kadınlardan daha romantikler. evlendiğimiz zaman, sadece o kadına bağlanıyoruz. çünkü ilişkilere hep mesafeli yaklaşıyoruz. ta ki bir gün bir kızla karşılaşıyoruz ve onla evlenmezsem salağın tekiyim diyoruz. ama görünüşe göre kızlar bir yere gidiyor, oradaki en uygun seçeneği tercih ediyorlar. "işi iyi" dedikleri adamla evlenen kızları da bilirim. hayatları boyunca beyaz atlı prenslerini bekliyorlar, sonra da iyi bir işi olan ve etraflarında dolanan adamlarla evleniyorlar."

çoğumuz yaşadığı ilişkisi bitmek üzereyken veya bitmişken yaşadığı acıyı bedenine sığdıramaz. ağızdan taşan kelimelerle bu ıstırabı yakın gördüğü birileriyle paylaşmak ve onun da acısına ortak olmasını ister. belki de bir tavsiye edinip, son bir hamle ile ilişkisini kurtarmak ister. verilen tavsiyeler ne kadar geçerli olacaktır, bilinemez. çünkü ilişkinin sadece iki taraf arasında bilinen, dışarıya aktarılamayacak dinamikleri vardır. bu dinamikler olmadan verilen tavsiyeler ise sadece farazidir.

derek cianfrance'ın 2006'da senaryo ödülü kazanmış filmi "blue valentine", her ne kadar afişinde aşk hikayesi yazsa da daha çok bir ayrılık hikayesi. herhangi bir diploma sahibi olmayan, ekmeğini o dönemde hangi işi bulduysa o işten kazanan dean ile genç yaştan itibaren doktor olmayı hedefleyen ve bu hedefine ulaşan cindy bu hikayenin tarafları. tesadüf olarak karşılaştıkları hastanede, dean'ın deyişiyle ilk görüşte birbirlerinden etkilenirler. her ikisinin de yaşamlarına ait zorluklar vardır ancak ikisi de birbirlerine taşıdıkları sevgiyle bu zorlukları aşmaya başlar ve evlenirler. bir zaman sonra ise sevgileri sahip oldukları zorlukları aşmaya yetmez, altta kalır. ve kopmalar başlar.

cianfrance, mecburen de olsa uzun bir döneme yayarak (çekimler 2008 yılında başlamış. ancak michelle williams'ın sevgilisi heath ledger'ı kaybetmesi üzerine çekimlere ara verilmiş.) filme aldığı hikayesinde bize ilişkinin dinamiklerini aktarıyor. ve biz de sanki yakın bir arkadaşımızın ayrılığına tanık olurmuşçasına bu filmi izliyoruz. aralara serpiştirilen flashbacklerin zamanlamasına da dikkat çekmek isterim. bu ilişkinin kilit noktasına göre simetrik olacak bir şekilde yerleştirilmiş ve oldukça hoş olmuş. genç neslin usta oyuncuları michelle williams ve ryan gosling'in üstün performansları, grizzly bear'ın hazırladığı müzikleri ve daha ilk görüntüsünden itibaren hissedilen görselliğiyle oldukça başarılı bir film, "blue valentine". ayrıca mainstream'in bize kakaladığı sabun köpüğü hikayelere bağımsız sinemanın tokadı olmuş.

"bebeğim, yemin ettin. iyi günde, kötü günde dedin. bunu söyledin. bunu söyledin, evlilik yemini ettin. bugün benim kötü günüm işte. ama iyi olacağım."
4 com

never let me go (2010)

daha çok fransa'da tüketilen kaz ciğeri ezmesi, yani patede ana madde olan ciğerin daha lezzetli olabilmesi için kazın yetiştirilmesinde uygulanan yöntemler vardır. sadece ciğeri için beslenen kazlar, belli bir dönemden sonra özel kümeslerde tutulur ve neredeyse hiç hareket etmemesi sağlanır. bu dönemde hayvana aşırı ve zorla beslendirme yapılır. amaç ciğerin büyüklüğünü ve lezzetini arttırmaktır.

sofralarımıza kaz ciğeri erişmediği için uç bir örnek oldu tabi. o zaman tavuklardan bahsedelim. tavuk üretim çiftliklerinde yumurtalarından henüz çıkan civcivler cinsiyetlerine göre ikiye ayrılır. erkek civcivler gaz odalarında telef edilirken, üretimi sağlayacak olan dişi civcivlerin kümeste birbirlerine zarar vermemesi için gagaları kesilir. ve zor şartlar altında, hızlı büyümeleri için ilaç verilerek yetiştirilir. sonuç ise soframıza gelen, tavuk görünümü olan ama lezzeti olmayan beyaz et.

kazuo ishiguro'nun günümüz klasikleri arasında gösterilen romanından sinemaya taşınan "never let me go"yu izlerken aklıma bir an bu örnekler geldi. ne alaka denilebilir? ancak sorgulanırsa, belli bir amaç için bir canlının yaşamını sonlandırmak bu örneklerin ortak paydası olduğu görülebilir. film, belirli bir yaşa geldikten sonra organ bağışı yapması amacıyla dünyaya getirilen klon insanların dramını konu almakta ve hayli disiplinli bir yetiştirme yurdunda 3 arkadaş olan kathy, ruth ve tommy üçgeninde geçmekte. sınırları dışına çıkıldığında başına korkunç şeyler geleceği korkusuyla yetiştirilen, belirli bir dönemden sonra organ bağışı yapması zorunluluğu olan bu klonların tek bir hedefi vardır; organ bağışlarından sonra hayatta kalabilmek. ancak bu klonların çoğu ilk organ bağışında ameliyat masasında kalmaktadır, tabi yetiştiricilerinin diliyle "misyonunu tamamlamak"tadır.

film üzerine yapılan genel yorumlar filmin, kitabın gölgesinde kaldığı yönünde. kitabı okumadığım için sadece film üzerine konuşabilirim. "never let me go" dram dozajı oldukça yüksek ve içine kapanık bir film, ancak derdini anlatırken de duygu sömürüsüne kesinlikle girmiyor. derdini de finale sıkıştırılan kısa konuşmayla özetliyor. filme adını veren, jane monheit'in seslendirdiği şarkı neredeyse "bin jip"teki natacha atlas güzellemesi "gafsa" etkisini gösteriyor ve filme bir ruh veriyor. son olarak filmdeki ağır havayı kaldırabilecekseniz izlemeyi düşünebilirsiniz.
0 com

the haunted world of el superbeasto (2009)

rob zombie'nin iki "halloween" arasına sıkıştırdığı bu animasyon filmini izleyebileceğimden şüpheliydim. zira film 2009'un yaz aylarında görücüye çıkmış o tarihten bu yana altyazısı olmadığından izleyemiyor ve "halloween 2" başarısızlığından sonra iyice merak ediyordum. ki kısa bir süre önce filmin altyazısı dilimize kazandırıldı.

daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, rob zombie'nin kendi yarattığı karakterleri çok seviyorum ve onun karakter yaratmada başarılı olduğunu düşünüyorum. bunun için ilk ilki filmi olan "house of 1000 corpses" ve "the devil's rejects"e göz atmakta fayda var. bu iki filmde de ortak olan karakterlerden captain spaulding, otis ve baby bu tezime örnek olarak sunduklarım. kendisinin daha sonra "halloween" serisine el atması ve michael myers üzerinde değişiklikler yapması serinin bazı fanlarını üzdü. ilk filmiyle hayli tatmin olsam da ikinci filminde hayal kırıklığına uğradığımı söylemeliyim. daha önce kendisinin çizgi roman olarak yarattığı "the haunted world of el superbeasto"da ise yine benzer tadda karakterler var. birer anti-kahraman olarak karşımıza çıkan seks düşkünü, dövüşçü superbeasto ve seksi kız kardeşi suzi-x. ayrıca daha önceki filmlerinde arka planda kalan dr. satan bu filmde bir hayli ön planda. ve sid haig tarafından canlandırılan (bu filmde de seslendirilen) captain spaulding kısa bir süre de olsa filmde gözüküyor.

superbeasto ile kardeşi suzi-x'in dr. satan tarafından kaçırılan striptizci von black'i kurtarmaya çalışmasını konu alan animasyonda rob zombie'nin nazilere, sıkıcı amerikan filmlerine, japon hentailerine dokundurmalarına da rastlıyoruz (şarkı sözlerinin çevrilmiş olan altyazısıyla izlemenizi özellikle tavsiye ederim). opening title'ı ile 40'ların sinemasına, azgın robotu ile "the phantom creeps"e, bir sahnesiyle de "carrie"e selam duran, rob zombie'nin hastalıklı beyninde üremiş bu animasyonu şiddetle tavsiye ederim.
0 com

lake mungo (2008)

ergenliğime dair zamanlardan hatırladığım mevzulardan biridir psişik hikayeler. özellikle yaz geceleri kimin aklına nerden eserse mevzu açılır; herkes kendinde biriktirdiği hikayeleri biraz da hayal gücünden faydalanarak abartır ve ortaya sunardı. sonrası malum; evlerine tek tek dağılamayan, grupça hareket eden ergen sürüsü. eve girildiğinde de tuvalete gitmeye korkulur, mümkünse duvara doğru dönülerek bir an önce uyumaya çalışılırdı. "lake mungo"nun da yaptığı işte bu. sırtını yaşanmış olaylara dayayıp, biraz da sinemanın büyüsünü katıp bizi kendi hikayesine inandırmak.

avustralya'nın kırsalında yer alan bir kasabada yaşayan palmer ailesinin yaşadığı sıradışı olayları konu edinen "lake mungo" belgesel tadında bir yapım. ailenin iki çocuğundan alice, 2005 yılında kasabanın yakınında bir baraj gölünde boğularak yaşamını yitirir. ölümünden kısa bir süre sonra ailenin oturduğu evde doğaüstü olaylar yaşanmaya başlar. ve aile tüm bu yaşanan olayların arkasındaki sır perdesini aralamaya çalışır. film genel olarak alice'in ailesi, yakın arkadaşlarıyla olan röportajlar üzerinden yürüyor. aralarda da hikayeye destek olacak şekilde handycam, cep telefonu ile çekilmiş görüntüler yer alıyor.

dram ve gerilim janrlarına ait öğeler barındıran filme başlamadan önce beklentilerinizi oldukça düşük tutmanız filmden zevk almanızı sağlayabilir. komple bir gerilim filmi olarak yaklaşırsanız hevesiniz kursağınızda kalabilir. zira bu film, "after dark horrorfest" kapsamında olan bir filmdi. ve bu festival bünyesindeki çoğu film izleyeni pek tatmin etmedi. son olarak filmin amerikan yeniden çevrimi bu yıl gösterime girecek.
0 com

gainsbourg: vie héroïque (2010)

fransız müziğine yön veren isimlerin biyografik filmleri bir bir çekiliyor. önce marion cotillard'ın edith piaf'ı başarıyla canlandırdığı "la môme" şimdi de gainsbourg'un yaşamını anlatan "vie héroïque". filmin çekileceğini duyduğum andan beri filme karşı aşırı derecede merak taşıyordum. nasıl taşımayayım ki, şarkılarla; anna karina, brigitte bardot, jane birkin gibi çoğu erkeğin düşlediği kadınlarla, gitanesla ve sansasyonel çıkışlarla dolu bir hayat. tüm bunları bir filme nasıl sığdırılabileceğinin yanıtı da "vie héroïque".

film, karakterinin ve yaşamının temelinin atıldığı çocukluğundan müzisyenliğinin ressamlığının önüne geçişine; şöhret basamaklarını tırmanışından birlikte olduğu kadınlara kadar her alana el atmaya çalışmış. bu dolu dolu yaşamın içerisinden rahatlıkla 4-5 film çıkabilecekken tüm bu geniş konunun 130 dakikaya sıkıştırılması filmin kısa sekanslardan oluşan bir özetten ibaret olmasına yol açmış. bu da filmin en büyük eksisi sayılır.

en büyük artısı ise bir alter-ego oluşturularak hikayenin bu karakterle desteklenişi. iki karakter arasındaki zıtlaşmalarla gainsbourg'un karakterinin şekillenişini ve bir kahraman haline gelişini izlemek keyifliydi. bunun yanında sevdiğim şarkılarının ortaya çıkış hikayelerine rastlamak ve yaşamıyla ilgili bilmediğim yönlerini öğrenmek (mesela neden reggae türünde ürünler verdiği, marseilles'in reggae versiyonu gibi) sevindiriciydi. filmin bir diğer dikkat çeken yönü ise castingteki başarısı. bir yerden sonra eric elmosnino ile gainsbourg'u ayırt edemez hale geliyor insan. burada göze batan tek eksi boris vian'ı oynayan philippe katerine. vian ile keskelalaka bir tip olmuş ki, onun vian olduğunu idrak edene kadar sahne sonlandı.

sonuç olarak beklentilerimi tam anlamıyla karşılamayan ancak belirttiğim gibi bazı yönleriyle keyif veren bir film olmuş "vie héroïque". daha iyi bir gainsbourg filmi çekilene kadar elde bu var, idare etmek gerek.
4 com

black swan (2010)

alternatif eğilimlere sahip her genç dimağın favori filmleri arasında default olarak yer alan "requiem for a dream"'in yönetmeni aronofsky'nin yeni yapıtı "black swan" bir süredir yurdum sinemaseverleri tarafından sabırsızlıkla bekleniyordu. filmi izledikten sonra bu bekleyişin boşa olmadığı görüldü.

filmde, eski balerin olan bir annenin baskı altında büyüttüğü, yeni sezonda sergilenecek "kuğu gölü balesi"nde kraliçe kuğu olmak için adeta yırtınan nina'nın hırs dolu mücadelesini izliyoruz. hikaye aslında şu ana dek izlediklerimizden pek de farklı bir yan taşımıyor. ancak aronofsky'nin hikayeyi ele alış tarzı ve bize sunuşu "black swan"ı diğerlerinden farklı bir noktaya taşıyor. bu noktada nina'nın oyun sergilenmeden önceki ve oyun esnasında yaşadığı dönüşümleri örnek gösterebiliriz. ve bu dönüşümleri perdeye ustalıkla yansıtan natalie portman'ın oscar'a göz kırpan üstün performansı dikkat çekiyor.

aronofsky'nin usta dokunuşlarıyla zaman zaman gerilim alanına kayan ancak genelinde bir drama örneği olan film, bir bale oyunundan faydalandığı için sanırım müziklerinin ne kadar harika olduğundan uzun uzadıya bahsetmeye gerek yoktur. "black swan", her noktasıyla kesinlikle yeni yıla güzel bir başlangıç, biraz daha sabrederek sinema salonunda seyretmek mümkün!
0 com

friday night lights (2004)

içerisinde şiddet öğesi bulunan sporlarla pek aram yok. boks, uzakdoğu sporları vs... elbette bu tür sporların kendine göre güzelliği, özelliği vardır ancak ilgimi çekmiyor. kurallarını bir türlü çözemediğim, çözmek için de kasmadığım amerikan futbolu da bu kategoriye dahil benim için. bu futbola ilişkin anılarım çocukluğumla sınırlı. 90'ların ilk yarısında haftasonları hbb'de amerikan futbol maçlarının yayınlandığını, sıkıntıdan izlediğimi ancak bana karmaşık gelen bu oyundan pek de zevk almadığımı hatırlıyorum. "friday night lights" ile yollarımın kesişmesi de zaten filmin temeli olan amerikan futboluna dayanmıyor. explosions in the sky'ın arşivimde yer alan soundtrack albümünden filmi merak edip, edindim.

her spor türünün ülkelere/kıtalara göre yüklendiği anlam çok farklı. bizde malumunuz futbol baş köşeye kurulmuş durumda. serdar akar'ın "dar alanda kısa paslaşmalar"ında tanık olduğumuz bir mahalle ve futbol takımı arasındaki ilişkinin paralelini peter berg ve josh pate ikilisinin yönettiği "friday night lights"ta görmek mümkün. teksas'a bağlı bir kasaba olan odessa'da bulunan lisenin amerikan futbol takımı eyalet şampiyonluğunu gözüne kestirmiştir. yerel basının gözü hep takımın üzerindedir, kasaba halkının günlük muhabbetlerinde takımın durumu yer alır. ancak tüm bu ilgi, alaka genelde ülkemizde rastladığımız içi boş fanatizmin ötesindedir. lise hayatlarını futbola ayıran gençlerin ise kafalarında tek bir düşünce vardır; amatörlükten profosyonel lige zıplamak.

film, gerçek olaylara dayanmakta. 1988 yılında kasabada yaşananları h. g. bissinger, "friday night lights: a town, a team, and a dream" kitabında konu etmiş ve film de bu kitabın uyarlaması. 118 dakika gibi uzun sayılabilecek bir süreye sahip olmasına rağmen temposuyla izleyeni sıkmayan, explosions in the sky tarafından post-rock sosuna bandırılmış müzikleriyle izleyeni mest eden ve finaliyle de klişelere tokadını atan bir yapım. tavsiye ederim.

spoiler: +/- okumak için tıklayınız

genelde amerikan filmleriyle klasikleşmiş "winner" hikayelerini izlemekten sıkılmış bir bünye olarak filmi izlerken finali hakkında "acaba?" diye sormaktan kendimi alamadım. ve film boyunca kendimi böyle bir final için hazırladım. 2 saat boyunca keyifle izlediğim filmin böyle bitmesi beni daha da çok filme bağladı. hector cuper'e selam olsun!

0 com

mutants (2009)

fransız korku sinemasının son yıllardaki... eeee aynı lafları okumaktan gına gelenler için bir temcit pilavı da ben yapmayacağım. film hakkında karalayacaklarıma böylesi bir giriş yapmam da "mutants"'ın diğer örnekler kadar dikkat çekici olduğu anlamına da gelmiyor ne yazık ki. "à l'intérieur", "martyrs", "frontier(s)" sonrası "mutants" tam bir çirkin ördek yavrusu. tabi bu tanım benim için geçerli yoksa siz dışlanan bu yavruyu sevip ekmek parçalarıyla besleyebilirsiniz.

survival korku sınıfına ekleşebileceğimiz "mutants"ta sebebi bilinmeyen ve film boyunca öğrensek de rahatlasak dedirten bir nedenden dolayı bölge halkı mutasyon yaşamakta ve mutant hale gelince diğer insanlara saldırmaktadır. aslında son dönemde önümüze bolca konan infected türü canlılardan pek bir farkı yok bunların. virüsü kapan, sağlıklı insanlara saldırıp onların sağlıklı etlerini mideye indirmekte, virüsü yaymaktadır. hamile olan doktor sonia ve eşi marco ise hayatta kalmaya çalışmaya çabalamaktadır. onları bu ortamdan kurtaracak tek çıkar yol ise askeri üsse sığınmaktır.

filmin klişeden ibaret olan açılış sahnesi daha sonra yaşanacaklara ilişkin fikir vermekte. marco'nun virüsü kapmasından sonra sonia, marco'nun dönüşüme uğramasını engellemeye çalışır ancak başaramaz, yine de çok sever onu. öldürmeye kıyamaz, sevgi pıtırcığı bir mutant elde etmeyi başarır. benim için bir filmi kötü kılan da işte bu noktadır. can yücel, boşuna "bağlanmayacaksın" dememiş arkadaş, öldüreceksin. senin annen, kardeşin, sevgilin, arkadaşın artık her kimse zombieye, mutanta, virüslüye dönüştüyse gözünü kırpmadan uçuracaksın beynini arkadaş. çünkü gaddar olarak adledilen bu dünyada bir yaşam hakkına sahipsin ve bu hakkını böylesi salak romantizme kapılıp harcamamalısın. içimi de döktükten sonra filmin türdeşleri arasında geride kaldığını ancak makyaj ve efektlerin hatrına vakit öldürmek üzere çerez niyetine izlenebileceğini söyleyebilirim. izlemezseniz de çok bir şey kaybetmezsiniz.
0 com

paths of glory (1957)

dikkat! yazının tümü fena halde spoiler içerir.

stanley kubrick'in 50 yılı çoktan deviren filmi "paths of glory" hayatımızdan 1'23" alan ancak karşılığını fazlasıyla veren bir yapıttır. 1. dünya savaşı esnasında fransa ile almanya belli bir hat üzerinde savaşmış, bu hatta verilen uzun mücadelelerde ise her iki taraf da istediğini elde edemediği gibi birkaç kilometrekarelik toprağı kazanma uğruna binlerce insan kaybetmiştir. film de bu tarihsel bilgiyle açılıyor ve odak noktasını fransa ile almanya'nın çarpıştığı daha doğrusu insan öğüttüğü bu cepheye çeviriyor.

kubrick, 78 dakika boyunca ordu içerisindeki kopuklukları, rütbe kazanabilmek için yapılan çılgınlıkları, ve komutanların hırsları uğruna harcadıkları insan hayatlarını gözler önüne serer. fransız komutanın omzunun üzerine bir yıldız daha ekleyebilmek için alelacele hazırladığı saldırı planını başarısız olur, zaten o anki şartlarda başarının yakalanması sürprizdir. elbette başarısızlığın faturası birilerine kesilecektir. ve bu fatura da fillere değil, üzerinde tepiştikleri çimlere ait olacaktır. bu noktada oyununun en önemli piyonunu ileri sürer kubrick, kirk douglas'ın canlandırdığı albay dax. albay, adaletten uzak, rütbelilerin etkisi altında karar veren askeri mahkemelerin halini bize sunduktan sonra üstleri arasındaki çıkar ilişkilerine çomağını sokara devranın tersine dönmesini sağlar.

kubrick'in militarizme olan eleştirilerinin fazlasıyla hissedildiği bu bölümden sonra son 5 dakikada izleyeni daha büyük bir sürpriz beklemektedir; çünkü kubrick, esas tokadı sona saklamıştır. arkadaşlarının haksız idamlarından sonra geride kalan erlerin moralini düzeltmek için bir eğlence tertiplenmiştir. eğlencede sahneye bir alman kızı çıkarılır ve fransız askerler aylardır kadınsız olmanın verdiği iştahla, savaştıkları milletten olan bu kıza adeta bir yiyecek gibi bakar. bu atmosferde ezilen alman kızı çekinerek başlar şarkısına. o asker türküsünü söyledikçe ona aşağılayıcı bakışlar atan gözler buğulanmaya başlar yavaşça ve sonra yaşlar süzülür gözlerden. dillerden ise şarkının ezgileri dökülmeye başlar. rütbelilerin bir savaş makinesi haline dönüştürdüğü bedenler, insan olduklarının farkına varır.