korku etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
korku etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
0 com

rammbock (2010)

son dönemde genelde birer parodi unsuru olarak kullanılan zombiler, alman yapımı "rammbock"da dram yönü ağır bir hikayeyle karşımızdalar. uzak mesafede süren ilişkisini kurtarmak için yola çıkarak berlin'e gelen bir adamın bu şehirde zombi istilasıyla karşılaşmasını konu alan film, bir apartman bloğunda geçiyor. az mekanda geçen ve düşük bir bütçeye sahip film için bu iki durum da negatif bir iz bırakmamış. mekanların başarılı kullanımı, olayların iyi kurulmuş örgüsü ve aralara sıkıştırılmış zeka parıltısı içeren sekanslar izleyeni filmden koparmıyor. 1 saat süren film, türün müptelalarını tatmin edecek cinsten.
0 com

mutants (2009)

fransız korku sinemasının son yıllardaki... eeee aynı lafları okumaktan gına gelenler için bir temcit pilavı da ben yapmayacağım. film hakkında karalayacaklarıma böylesi bir giriş yapmam da "mutants"'ın diğer örnekler kadar dikkat çekici olduğu anlamına da gelmiyor ne yazık ki. "à l'intérieur", "martyrs", "frontier(s)" sonrası "mutants" tam bir çirkin ördek yavrusu. tabi bu tanım benim için geçerli yoksa siz dışlanan bu yavruyu sevip ekmek parçalarıyla besleyebilirsiniz.

survival korku sınıfına ekleşebileceğimiz "mutants"ta sebebi bilinmeyen ve film boyunca öğrensek de rahatlasak dedirten bir nedenden dolayı bölge halkı mutasyon yaşamakta ve mutant hale gelince diğer insanlara saldırmaktadır. aslında son dönemde önümüze bolca konan infected türü canlılardan pek bir farkı yok bunların. virüsü kapan, sağlıklı insanlara saldırıp onların sağlıklı etlerini mideye indirmekte, virüsü yaymaktadır. hamile olan doktor sonia ve eşi marco ise hayatta kalmaya çalışmaya çabalamaktadır. onları bu ortamdan kurtaracak tek çıkar yol ise askeri üsse sığınmaktır.

filmin klişeden ibaret olan açılış sahnesi daha sonra yaşanacaklara ilişkin fikir vermekte. marco'nun virüsü kapmasından sonra sonia, marco'nun dönüşüme uğramasını engellemeye çalışır ancak başaramaz, yine de çok sever onu. öldürmeye kıyamaz, sevgi pıtırcığı bir mutant elde etmeyi başarır. benim için bir filmi kötü kılan da işte bu noktadır. can yücel, boşuna "bağlanmayacaksın" dememiş arkadaş, öldüreceksin. senin annen, kardeşin, sevgilin, arkadaşın artık her kimse zombieye, mutanta, virüslüye dönüştüyse gözünü kırpmadan uçuracaksın beynini arkadaş. çünkü gaddar olarak adledilen bu dünyada bir yaşam hakkına sahipsin ve bu hakkını böylesi salak romantizme kapılıp harcamamalısın. içimi de döktükten sonra filmin türdeşleri arasında geride kaldığını ancak makyaj ve efektlerin hatrına vakit öldürmek üzere çerez niyetine izlenebileceğini söyleyebilirim. izlemezseniz de çok bir şey kaybetmezsiniz.
0 com

ada: zombilerin düğünü (2009)

geçtiğimiz yaz ilk türk zombie filmi çekileceği haberini öğrendiğimde oldukça heyecanlanmıştım. senelerdir kafamda kurduğum, yurdum topraklarını zombieler istila etse ne olurdu sorusunun cevabı ortaya çıkacaktı. sonra facebook üzerinden gönüllü zombie olmak isteyenlere çağrıda bulunuldu, oraya gidip birkaç saatliğine de olsa zombie olmayı çok istemiştim, üstelik bu konuda gayet yeterli olduğumu düşünüyorken :) ancak şartlar istanbul'a gitmeye elvermedi. popomun üzerine oturup filmin çıkmasını beklemeye başladım.

bundan 11 sene önce yaratılan kurmaca bir öykü ile beraber önümüze sunulan "the blair witch project"'in gerçekçiliğini doruk noktaya çıkaran handycam çekimleri yakın dönemde karşımıza daha sık çıkar oldu. romero'nun senaryosunu yazdığı "diary of the dead", dev bir canavarın new york'ta yarattığı dehşeti anlatan "cloverfield", yakın döneme damgasını vuran ispanyol korku serisi "[rec]"ve "[rec]2" bu türde ilk aklıma gelen örnekler. "ada: zombielerin düğünü" de bu zincire eklenen yeni halka oldu.

türkiye'nin ilk zombie filmi olma iddiasını taşıyan ve her fırsatta bu özelliğini öne süren film, haliyle ben gibi zombie sinemasına düşkün insanların yanı sıra korkuseverlerin de ilgi odağı haline geldi ve filme dair beklentileri arttı. ancak bu noktanın film için bir handikap olduğunu düşünüyorum. öyle ki filmde ön plana, zombielerden daha çok gençlerin geyik dozajı yüksek diyalogları çıkmakta. zombie sinemasının olmazsa olmazı gore sahnelere, yaşayan ölülerin yarattığı dehşete bolca rastlayacağımı düşünürken, bu beklentim havada kaldı (ancak dükkan-ül hayal'in elinden çıkan makyaj ve efektlerin başarılı olduğunu söyleyebilirim). özellikle düğün sonrasındaki orman sahnelerinde gençlerin zombielerle karşılaştığı anda tavan yapan gerilim, birden başka sahneye atlanmasıyla bir anda dibe vuruyor ki insanın hevesi kursağı kalıyor. bu sahnelerin dışında filmde gerilim adına pek bir şeye rastlamıyoruz. bu durumu da kameranın kişiye bağımlı olmasına mı yoralım (aynı şartlara sahip "diary of the dead"de gerilim üst düzeydeydi, elde romero tecrübesi olduğunu unutmayalım) yoksa arazinin genişliğine mi ([rec] serisinde klostrofobik atmosferin de yarattığı gerilimin payı var, hem de zombielerle yakın temas daha fazlaydı). aslında her ikisi de değil gibi. anlaşılan filmin yönetmenleri murat emir eren ile talip ertürk, korku-komedi terazisinde komedinin ağır basmasını tercih etmiş ve bunu gerek istila öncesi dönen geyikler gerekse sonrasında zombieler üzerinden dönen muhabbetler üzerinde yoğunlaştırmış. yani "ada: zombilerin düğünü", türünün en iyi örneği olan "shaun of the dead" veya son dönemde dikkat çeken "zombieland" ve "doghouse"da rastladığımız gibi komedi unsurları zombielere çok bağlı değil, bu da bütçe meselesi sonuçta. geyik dozu yüksek diyalogların samimiyeti ise filmin korku yönündeki olumsuzluklarını örtecek hatta filmi zevkle izlenir kılacak kadar başarılı. zaten filmden sonra akıllarda zombielerden ziyade diyaloglar kalıyor.
0 com

zmd: zombies of mass destruction (2009)

zombie sineması, üzerinden mesaj vermeye oldukça açık bir janrdır. özellikle romero, filmlerinde bu yolu tercih etmeyi pek sever. ancak her yiğidin de harcı değil bu mesele. özellikle de "zmd"ye bakınca bunu daha kolay anlıyoruz. son dönemde sürüsüyle örneğini izlediğimiz korku-komedi türüne ait olan filmde mizah, özellikle amerikalıların müslümanlara bakış açısı ve amerikan muhafazakar kesiminin eşcinseller üzerine olan tutumları üzerine kurulmaya çalışılmış ancak çok sırıtmış. tüm bu yapaylık filmin ilk çeyreğini kaplıyor ve izleyeni bayıyor. taa ki zombie kardeşler ortalığı kan gölü çevirene, eğlence başlayana kadar. başarılı zombie makyajları ve efektlerin yerinde kullanımı açılıştaki sıkıntıyı unutturuyor. geriye kalan kısımda türünün klişelerini bulunması bana pek dokunmadı, pek eğlendim. ayrıca 2011'de filme kardeş geliyormuş.
0 com

survival of the dead (2009)

zombie sineması denilince akla ilk gelen isimlerden olan george a. romero'nun son marifeti "survival of the dead" ile karşı karşıyayız. romero, son dönemde yaptığı filmlerinde, artık çağımızın gereği midir bilinmez, zombielerini modern bir hale sokmuştu. örneğin 2005 yapımı "land of the dead"de zombieler bir bilince sahipti ve liderleri doğrultusunda hareket ediyordu, 2007 tarihli "diary of the dead"de zombielerden kaçan, hayatta kalmaya çalışanları günümüz teknolojisinin nimetlerini kullanırken izlemiştik. 2008'de gösterime giren, romero'nun sadece senaryosunu yazdığı "day of the dead"de ise zombielerimiz olağanüstü güçlere sahipti, aynı danny boyle'un başımıza musallat ettiği koşan, oradan oraya atlayıp zıplayan zombieler vardı.

"survival of the dead"de ise farklı bir özellikte zombieleri görüyoruz: günlük yaşamlarındaki rutine ölüyken de sahipler. mesela postacı zombie amcamız, mektupları posta kutusuna atıyor; oduncu zombiemiz kolum kopar mı diye düşünmeden baltasını sallıyor odunlara; adanın genç ve güzel zombiesi ise sürüyor atını kırlara, ovalara tey teyy... ancak zombienin en temel özelliğinden ödün vermiyor bu filminde romero, virüs veya radyoaktiviteye dair hiçbir şey yok, herhangi bir şekilde ölen, hoop zombie olarak dikeliyor ayağa; eski usül, gavurun deyimiyle oldschool.

belki filmle ilgili çıkan haberlerden duymuşsunuzdur, bu film bir adada geçiyor. aynen bizim ilk zombie filmimiz "ada: zombilerin düğünü"nde olduğu gibi, tesadüfün iğne deliği işte. ayrıca romero, adada yaşayan karakterleri oluştururken bizim "tosun paşa"dan esinlenmiş. nasıl "tosun paşa"da yeşil vadiye hakim olmaya çalışan seferoğulları ile tellioğulları varsa bu filmde de plum adasına hükmetmek isteyen o'flynn ile muldoon aileleri mevcut. ve ortada yine bir hatun meselesi var. bir yandan adada zombieler peydah olurken diğer yandan da bu iki aile birbiriyle mücadele ediyor. ve araya romero filmlerinin klasiği olan silahlı kuvvetler giriyor, ki onlar da zombie istilasından kaçmaktadır. yalnız klasik demişken, öncekilerde askeriye filmin sonunda devreye girer ve son kalanları yanlarına alıp giderdi, burada ise onlar da hayatta kalma mücadelesi vermekte, durum vahim yani.

ve romer'oğlan der ki: "bu aşağılık dünyada birileri bayrağını diker ve başkası o bayrağı indirip kendininkini diker. çok yakında hiç kimse, savaşı başlatanların o bayraklarla uğraşanlar olduğunu hatırlamaz."
2 com

[rec]2 (2009)

biz zombieleri topraktan çıkan ve "brain brain" homurtularıyla insanların peşinden sürüklenen cansızlar olarak bilirdik ancak dünyada doğal ne kaldı ki efenim. mis kokan köy domateslerinin yerini genetiğiyle oynanmış veya hormonlu domateslerin aldığı şu dönemde artık zombieler de topraktan filizlenerek çıkmıyor. bu tabiata aykırı durum özellikle danny boyle'un "28 days later"ında başımıza musallat ettiği (boyle buyurdu danny) rage virüsünden etkilenen talihsiz insanları zombie sınıfına koysak mı sorunsalını da beraberinde getiriyor. 2007'de çevirilen ve büyük başarı sağlayan, amerikalıların da "quarantine" adı altında yeniden çevrimini yaptığı [rec], hatırlarsanız aynen bu damardan girmişti. filmin çok beğenilmesi ve uzatılmasına imkan sağlayan sona sahip olması peşinden devam filmini de getirdi.

ilk filme pek spoiler bulaştırmadan bir hatırlatma yapalım. neydi mesele? şehrin itfaiye birimine tv çekimi için giden yerel kanalın antipatik ama tatlı muhabiri angela o gece hiç beklemediği türden bir sürprizle karşılaşır. itfaiyeye gelen yardım çağrısı şehirdeki bir apartmandandır. ancak apartman, alevlerin değil rage virüslülerin istilası altındadır. vazife aşkı depreşmiş angela ve kameramanı pablo olayların içine dalar ve biz de olup biteni pablo'nun kamerasından izleriz. genel zombie filmlerinin yarattığı agorafobi (açık alan fobisi) yerine klostrofobik bir ortamda geçen [rec], bir yandan da hakim olan kaosla beraber izleyeni avucunun içine almış ve bununla beraber seyir zevkini arttırmıştı.

[rec]2, tahmin edilebileceği gibi ilk filmin bittiği noktadan başlıyor. yani her şey sıcağı sıcağına ve dumanı üzerindeyken. aslında bunu izlemeye başlamadan önce [rec] bir kere daha elden geçirilebilir ve böylece [rec]2'ye daha hakim olabilirsiniz. bu sefer apartmana daha teknik donanımlı bir özel ekip gelir, amaç ise apartmanın çatı katındaki gizemi çözmektir. zombie sinemasının baba isimlerinden lucio fulci'nin filmlerindeki dinsel motiflere bu filmde de rastlıyoruz. apartmandaki kurbanlara bulaşan virüs diğer filmlerdeki gibi sadece bir virüs değildir, dinsel açılımları da vardır. ve söz konusu operasyon bu gizem çözülünceye kadar sürecektir.

ilk filmdeki gibi klostrofobik unsurlardan yararlanan ve gücünü ortamdaki kaostan alan [rec]2, süre geçtikçe izleyenin kafasındaki "acaba" ile başlayan sorularını teker siliyor ve kendisini zevkle izlettiriyor. devam filmlerine önyargıyla bakan biri olarak çok tuttum ben bu filmi de. ilk filmi yöneten jaume balagueró & paco plaza ikilisi filmi nihayetlendirirken 3. filme de kapıyı açık bırakmış. bu sefer virüslüleri ispanya sokaklarında panik yaratırken görebiliriz, tabi bu da bir bütçe meselesi.
1 com

the house of the devil (2009)

ve karşınızda afişinden jeneriğine, kostümlerinden görüntülerine kadar herşeyiyle 80'ler kokan korku/gerilim filmimiz "the house of the devil" var. ince detaylarına kadar 80'lerin korku sinemasına bir saygı duruşunda bulunan film, kendi yazdığı filmleri kendi yönetme adetine sahip olan ti west'in filmografisinde 4. filmi.

açılışında 1980'lerde amerikan halkının büyük bir çoğunluğunun şeytani tarikatlerin varlığa inandığı bilgisini vererek başlayan filmin konusu şöyle: üniversitede 2. sınıfı okuyan samantha, okulun yurdunda kalmaktadır. sorumsuz denilebilecek oda arkadaşıyla aynı odayı paylaşmaktan sıkılır ve kendisine bir ev tutar. birkaç gün içerisinde ev sahibine ilk kirayı vermesi gerekmektedir ancak parası yoktur. kampüsteki iş ilanları arasından çocuk bakıcılığı ilanına başvurur ve heyecanlı bekleyişten sonra işe kabul olur. şehir dışındaki eve işteki ilk gecesini geçirmek için gittiğinde onu şüpheli hareketleriyle dikkat çeken evin beyi mr. ulman karşılar. mr. ulman'ın tuhaf istekleri ve kısıtlamaları sam'i huzursuz etse de kendisine teklif edilen 400$'ın büyüsüne kapılır ve işi kabul eder. tabi ay tutulmasının yaşanacağı bu gecede ailenin şeytani planlarından habersizdir.

yakın dönemde "babysitter wanted" ile aynı mevzuyu işleyen, hatta bir yere kadar kurgusunun neredeyse aynı olan "the house of the devil" ağır denilebilecek bir tempoda ilerliyor. özellikle sam'in eve gelişinden itibaren ailenin kurbanı olarak pentagramın üzerine yatırılışına kadar geçen süre hayli uzun. 80'lerin korku sinemasından klişelere tanık olacağımız bu sekanslarda gerilim gittikçe artarken izleyenin final hakkındaki beklentilerini de arttırıyor. ve sam ile beraber hepimizin beklediği kanlı final son 20 dakikaya girerken başlıyor.

her yanıyla buram buram 80'ler kokan "the house of the devil", o dönemin korku sinemasından hoşlananlara fazla şey vadediyor. en azından ben fazlasıyla tatmin oldum bu filmden. ayrıca samantha'nın evde geçirdiği sıkıcı dakikalarda tv'de oynayan ancak izlemekten çekindiği korku filminin romero'nun "night of the living dead" oluşu da hoş bir ayrıntıydı.
4 com

drag me to hell (2009)

"drag me to hell", spider man serisinin yönetmeni sam raimi'nin yönetmenliğini yapıp, ivan raimi ile senaryosunu yazdığı ve 2009'un en iyi filmleri başlıklarında -ki buna quentin tarantino'nun listesi de dahil- sıkça karşımıza çıkan bir korku/gerilim filmi. 2009 cannes film festivali'nde de yarışan filmin başrollerinde ise "he's just not that into you" dolayısıyla kendisine sempati beslediğim sevimli aktör justin long ile alison lohman, lorna raver, dileep rao ve adriana barraza yer alıyor.

bir bankanın kredi servisinde çalışan christine brown, müdür yardımcılığına terfi etmek için elinden gelen herşeyi yapan çalışkan bir kadındır. işteki rakibi stu'nun başarısı bankanın müdür mr. jacks tarafından gözardı edilemeyecek kadar önemli olduğu için artık acımasız biri olması gerektiğini anlar ve evi için bankadan aldığı borcunun tarihini 3. defa uzatmak isteyen yaşlı çingene sylvia ganush'un bu borç erteleme isteğini reddeder. çok gururlu bir kadın olmasına rağmen evini kaybetmemek için christine'e yalvaran sylvia, tekrar reddedildiği ve tüm bankanın önünde rezil olduğu için christine'e bir çingene büyüsü olan lamia büyüsü'nü yapar ve iblis bozması lamia christine'e musallat olur.

christine tüm bu olayların ardından erkek arkadaşı clay dalton ile dışarı çıktığı bir akşam tesadüf eseri bir medyumun dükkanını görür ve fal baktırır. medyum rham jas, christine'e büyüyü ve kurtulması için yapması gerekenleri anlatır. christine'in hiç vazgeçmediği hayat mücadelesinden sağ kurtulması için gerçekten büyük belalara bulaşması ve korkusuz olması gerekmektedir.

konusu itibariyle fazla yaratıcı olmamasının yanısıra, evde izlememe rağmen ses efektleriyle beni korkutmayı başaran bir filmdi "drag me to hell". özellikle korku filmi klişesi haline gelmiş bir durum olan sessizliğin ardından gelen -burada genelleme yapıyorum- korkunç "yaratık"lar; tipleri bakımından vasat olsalar da ani çıkışlarıyla beni koltuğa yapıştırdılar. 2009'un en iyi filmleri arasında gösterilmesinin sebebini izledikten sonra anladım, sadece o sürpriz son için bile izlenmeye değer bir film.

0 com

halloween ii (2009)

80'lerde başımıza musallat olan 3 shasher; michael myers, jason voorhees ve freddy krueger hala dehşet saçmaya devam ediyor. bu üçlü arasında favorim olan myers, özellikle son dönemde daha çok ele alındı diğerlerine göre. kariyerini son zamanlarda sinema üzerinden yürüten rob zombie, 2007 yılında ardışık sayılar halinde devam etmekte olan seriyi bozup her şeyi yeniden başlattı ve 1978 tarihli ilk filmi kendi dünyasına uyarlayarak önümüze koydu. genel hatlarında aslına sadık kaldığı bu filmde michael myers'ın çocukluğuna indik hep beraber, onu bu kadar şeytani yapan unsurların neler olduğunu gördük ve dev bir adam haline gelip önüne geleni doğradığını... zombie'nin modernize ederek bize sunduğu filmi beğenmiş ve seriyi devam ettireceğini öğrendiğimde de ilk filmden kaynaklı olarak beklentilerimi yüksek tutmuştum, yeni filmi izleyene kadar.

"halloween ii" aslında olduğu gibi ilk filmin bıraktığı yerden açılıyor. laurie strode, myers'ın psikoloğu olan dr. sam loomis'in de yardımıyla myers'ı silahıyla vurmuştur. myers'ın ölü ve ağır bedeni hastaheneye kaldırılırken, cesedi taşıyan ambulans kaza yapar. myers ise bu kazada yıkılmadım, ayaktayım diyerek kendisine gelir. ve hasat zamanı olan 31 ekim'i bekler. zamanında jamie lee curtis'in canlandırdığı kendi halinde bir kız olan, modern zamanlarda rob zombie'nin rocker, hırçın ve asi bir kişilik kazandırdığı, laurie strode yaşadığı dehşetin etkisinden kurtulamaz. kabuslarında sürekli myers ile karşı karşıya kalır. yaklaşan halloween onu endişelendirmektedir.

rob zombie, bu filminde seriye yenilikler getiriyor. bunlardan biri vakti zamanında jason voorhees'den aşina olduğumuz anne kavramını filme katıyor. "friday the 13th" serisinde jason'ın işlediği cinayetlerin azmettiricisi annesidir bildiğiniz üzere. "halloween" serisinde ise şu ana kadar michael'ın laurie'ye ulaşmak için işlediği cinayetlerin arkasında yatanlar bize pek verilmemişti. aç parantez, her ikisinin de zina yapan gençleri sevmediğini bir kenara koyalım, kapa parantez. rob zombie, bu filminde bir katilin cinayetlerinden ziyade katilin içgüdülerine yönelmiş ve ortaya anne kavramını atmış. her filminde adetten oynattığı eşi, sheri moon zombie'nin canlandırdığı deborah myers, ilk filmde hatırlarsanız bir striptiz kulübünde çalışan ve küçük michael meşhur cinayetlerini işleyene kadar onunla pek ilgilenemeyen bir kadındı. devam filminde ise anne, aileyi biraraya getirmeye çalışıyor. ve bunun için de michael'dan küçük kız kardeşi angel myers'ı (laurie strode) bulup öldürmesini istiyor. tabi onu bulana kadar da kendisine zarar verenleri de haklamasını istiyor. bu uğurda michael 31 ekim günü dehşet saçacağı haddonfield'a girerken ilk olarak striptiz kulübe uğrar ve günün ilk hasadını orada toplar.

bahsettiğim yeniliklerden diğeri ise serinin meşhur doktoru sam loomis üzerinde gerçekleşmiş. loomis, psikolojik danışmanı olduğu michael myers'ın dertleriyle uğraşmaktan sıkılmış, eski kimliğini bir kenara atmış olarak çıkar karşımıza. michael myers ile olan tecrübelerini anlattığı "the devil walks among us" kitabını yayınlar ve bir anda popüler olur. çeşitli konferanslara, tv programlarına çağırılır, sadece kendisinin güldüğü saçma espriler yapar ve önüne gelen hatunlara yazılmaya kalkar. kendisinin kontrolünden çıkan myers'ın saçtığı dehşet, onun için suratını üzgün bir hale sokup, "kurban yakınlarının acısını paylaşıyorum" cümlesinden ibaret olmuştur. ve onun yakaladığı bu popülarite, haddonfield halkında olduğu kadar deborah myers'ta da nefret yaratmıştır. annenin hazırladığı ölüm listesinde onun da adı vardır.

az önce de söylediğim gibi myers'ın içgüdüleri üzerine kurulmuş olan bu film, "halloween" serisinin önceki filmlerine göre daha az cinayet içeriyor. ancak türün vazgeçilemeyecek kan, gerilim gibi unsurları yine olması gereken dozajda ve tatmin edici. filmde kullanılan parçalar yine kulakları doyuracak cinsten. diamond head'den "am i evil", motörhead'den "the chase is better than the catch" kulağıma çalınanlar arasında. ayrıca ilk filmde küçük michael'ın ablasını deştikten sonra giren nazareth'ten dinleyebileceğim tek şarkı "love hurts" bu sefer de nan vernon'ın yorumuyla filmde yer alıyor.

bu, rob zombie'nin halloween serisindeki son filmiydi. üçüncü bir filmi çekmeyeceğini belirtmiş kendisi. ki, bu filmden sonra iyi bir karar sayılır. ilk iki filmi "house of 1000 corpses" ve "the devil's rejects"te captain spaulding, otis gibi harika karakterler yaratan zombie'nin yine kendi yarattığı karakterleri işlemesini tercih ederim.

"halloween ii", amerika'da ağustos ayında gösterilmişti. yurdum sinemalarına uğraması oldukça uzun bir zaman aldı. filmi önümüzdeki cuma (25 aralık) gösterime girecek. son olarak, gerek michael gerekse jason'ın geniş arazide kaçmakta olan avını eliyle koymuş gibi bulabilmesinde bu anne faktörünün etkisi var mıdır?
0 com

carriers (2009)

yeni bir salgın hastalık... solunum ve kan yoluyla bulaşıyor. kuzey amerika'yı etkisi altına almış. arkasında ölü bedenler bırakıyor ve her yere yayılıyor. şehirler bomboş... brian, sevgilisi bobby, kardeşi danny ve onun arkadaşı kate bir arabaya atlamış bu salgından kaçmaya çalışıyorlar. akıllarında bir yer var, çocukluklarını geçirdikleri meksika körfezi'nde bir plaj.

geçtiğimiz eylül ayında sinemalarımızda "veba" adı altında gösterime giren "carriers"'ın konusu bu. filmin ana hatlarına bakıldığında danny boyle'nin başımıza sardığı koşan zombielerin bulunduğu "28 days later" ve onun ardılı olan "28 weeks later"'ı hatırlatıyor. ortalığı kasıp kavuran bir virüs, telef olmuş insanlar ve hayalet şehirler. bahsettiğim filmler gibi survival horror türüne dahil olan "carriers"'da karşımıza zombieler çıkmıyor. aslında hastalığa yakalananların zombie gibi bir görüntüsü var ancak ısırma, et yemek gibi alışkanlıkları yok. korkudan daha çok gerilim sınıfına girebilecek olan film, bu 4 karakterin salgından kaçışına odaklanıyor. çoğu canlının yaşamını yitirdiği bir ortamda kendilerine, korunmak adına bazı kurallar koyuyor ve bunları uygulayıp meksika körfezi'ne varmayı amaçlıyorlar. orijinal bir öykü olmasa da insanı kendisine çeken yanları var, özellikle de kuş gribi, domuz gribi gibi yepyeni salgınlarla karşılaştığımız şu dönemlerde... ancak eksikleri de var. örneğin bu 4 genç, aynı arabada yolculuk etmek zorunda kaldıkları, hastalık taşıyan küçük kızdan mikrobu solunum yoluyla kapmıyor. ancak yol üzerinde sığındıkları bir otelde, havuzda cesedi bulunan, koruyucu elbiseye sahip adamın ölüm nedeni, elbisesinin bir yerinde açık olduğu ve mikrobun bu açıktan içeriye sızdığı şeklinde açıklanıyor. film, aynı zamanda içerisinde pek çok ucu açık soruyu barındırıyor. örneğin kamp yaptıkları gece, iki aracın kovalamacasına denk geliyorlar ve kovalanan adamın öldürülüşüne tanık oluyorlar. aynı akıbete uğramamak için de ateşi söndürüyorlar. peki bu kovalayanlar kim? neden kendilerinden kaçanları öldürüyorlar? ayrıca az önce de bahsettiğim otelde rastladıkları koruyucu elbiseli adamlar kim? ne için çalışıyorlar? bu gibi soruların ucu açık bırakılmış. zaten dediğim gibi filmde bu salgına karşı herhangi bir çözümden kesinlikle bahsedilmiyor. biz sadece salgından kaçmaya çalışan dört arkadaşı izliyoruz.

"carriers", ne "28 days later" ve "28 weeks later"'ın ihtişamına sahip ne de bu filmlerin yaşattığı gerilim duygusunu bize verebiliyor. vasatı aşamayan bir film. eğer hala izlemediyseniz pek bir şey kaçırdınız sayılmazsınız.
0 com

dead meat (2004)

2004’te çekilmiş irlanda yapımı bir zombie filmi dead meat. yönetmenliğini conor mcmahon yapmış, oyuncularsa yerel tayfadan imdb’den göz attığım kadarıyla. kurgu olarak klasik zombie filmlerinin kurgusuna sahip; başlarda yolda gizemli bir yabancıya rastlanır, şahsın zombie olduğu anlaşılır. zombie saldırısıyla giriş yapılır. ardından söz konusu durumun virüsten kaynaklandığı haberleri yayılır televizyon ve radyolardan, kimsenin evden çıkmaması istenir, bir grup insan da zombielere karşı hayatta kalmaya çalışır, sonlara doğru bu gruptaki canlı sayısı birer birer azalır. ve son birkaç canlı kalınca devreye silahlı kuvvetler girer ve zombie istilasını püskürtmeye çalışır, geriye kalan canlılar ise karantina bölgesine yollanır son sahnede. tamamen düz bir zombie filmi kurgusu aynen böyle işliyor.

zombie dili ve edebiyatının genel geçer kurallarına göre biraz farklılık yok değil filmde. filmin başlarında er kişinin yaşayan ölüye dönüşüp hatunu kovaladığı sahnelerde bir zombieden beklenmeyecek kadar hızlı hareket etmesi, hatunun kendini korumak için yaptığı müdahalelere zekice karşılık vermesi ve kafasının kopartılmadan ölmesi. ayrıca bastonlu bir zombienin neredeyse koşarak avını takip etmesi, homurtular yerine darbe yediğinde çığlık atan zombie ve gece ayakta uyuyan zombie topluluğu.

ışık, renk kullanımları ve çok da başarılı olmayan oyunculukları ile filmden daha çok dizi izlermiş gibi bir hava hakim. makyajlar ve gore öğeler açısından geçer not alır. ancak genel olarak baktığımızda zombie sineması kapsamında sıradan bir yapıt "dead meat".

(1.5 sene önce böyle karalamışım, ufak değişikliklerle yeri gelmişken koyayım dedim bloga)
0 com

jennifer's body (2009)

türk filmlerinin pazarlama taktiklerinden birisidir; setten birileri film çekimleri esnasında çektiği fotoğrafları basına yansıtır, basın da eline geçmiş bu hazır malzemeyi iştahla kullanır. hem basın "boyalı" kısmını doldurur hem de film gösterime girmeden birkaç ay önce promosyonunu yapmış olur. bu danışıklı dövüşten her iki taraf da kendi payını alır yani. eleştirdiğimiz bu durum "jennifer's body" için de geçerli. hatırlarsınız yaz aylarında filmde rol alan megan fox'un üstsüz fotoğrafları hürriyet'in seksi fotoğrafları için tıklayınız köşesinde bile yer almıştı. film tüm kozunu neredeyse megan fox'un üzerinden oynadı. kaçımız megan fox'un göğüsleri yerine filmin konusuyla ilgilendik, itiraf edin! filmin patlayacağı belliydi ve patladı! 23 ekim'de ülkemizde gösterime giren filmin gişe bilgilerine bakıldığında durum daha net ortaya çıkıyor. sinematurk'ün 6 kasım tarihli verilerine göre filmin seyirci sayısında ilk haftaya göre %43 düşüş yaşanmış, toplam 7.558 izleyici çekmiş. açıkçası bu filmin üstlerinde "iki dil bir bavul"'u görmek beni çok sevindirdi (toplam 16.078 seyirci).

filmin konusuna değineyim. bir amerikan kolejinde okuyan needy ile jennifer küçük yaşlardan beri yakın arkadaştırlar. okulun en güzel kızı jennifer doğal olarak her yerde tüm dikkatleri üzerine çekmektedir. kasabaya gelen low shoulder'ın konserine giden ikili konser mekanında yangın çıkmasıyla kendilerini zar zur dışarı atar. jennifer'ın iş attığı grubun vokalisti jennifer'ı minibüse davet eder. daveti kabul eden jennifer grup elemanlarıyla gizemli bir yolculuğa çıkar. grup elemanlarına bakire olduğunu söyleyen jennifer, satanist ayine kurban gider. ancak bakire olmadığından şeytan onun bedenine kaçmıştır. jennifer, okula döner ve erkekleri kendisine kurban olarak seçer.

hikayenin nasıl da sıkış olduğunu farkettiniz değil mi? halbuki senaryoyu kim yazmış; diablo cody. ilk senaryosu "juno" ile oscar heykelciğini kapan adam. insan şaşırmıyor değil, neymiş efendim korku filmleri kendisinin favorisiymiş. bu filmden sonra biraz uzak durmasında fayda var! insanı bilinmeyen korkutur düşüncesinden yola çıkarsak, benim diyen korku filmi içerisinde bir parça gizem barındırmalı. film, needy'nin hapishanede olduğunu göstererek kartlarını en baştan açıyor ve biraz mantık yürütme becerisi olan seyirci ilk 15 dakikada filmi çözebiliyor. geri kalan süre mi? boşa geçen vakit. tek beklemediğim nokta piyasa rock sounduna sahip tırt grubun satanist çıkmasıydı. lan bari bir black metal grubu koysaydınız, daha inandırıcı olsun. ama öyle de yapınca hedef göstermek gibi olcak, ne diyeyim bilemedim.

ben ilk başta jennifer'ın vampir olduğunu sandım, tuttuğunu uçuruyor oraya buraya, boyna yöneliyor filan. sonra zombievari tavırlara girdi, karın deşmeler, bağırsak yemeler filan. hatta needy'nin evine geldiğinde ağzından kaset bandı çıkarttığını sandım meğer kan kusuyormuş zavallım.

korku ve gerilim etiketlerine sahip film her iki türün de klişelerini, bildik örgüsünü içerisinde taşıyor. komedi etiketi de "böyle bir rezil çektik, hani korkmazsanız gülün bari" mantığıyla konulmuş olmalı. filmi tek kelimeyle ifade edecek olsam fiyasko derim. 1.5 saatlik zaman kaybına tahammülünüz varsa izleyin. ha bir de megan fox'un göğüslerini görücem diye bekleyenler varsa şimdiden avuçlarını yalamaya başlayabilirler.
3 com

zombieland (2009)

son dönemlerin en çok merakla beklenen filmlerinden birisiydi "zombieland". özellikle dış basında "shaun of the dead" ayarında bir film olacağının söylenmesi, beklentileri haliyle arttırdı. "zombieland"'i beklerken izlediğim "doghouse"'un hiç beklemediğim kadar eğlenceli olduğunu zaten belirtmiştim. herneyse ve o gün geldi, "zombieland"'i izledim ve eğlendim.

"zombieland", zombie filmlerinde alışılagelmiş kurgunun aksine meseleye ortasından dalıyor. amerika, zombie istilasına uğramış, durdurulamayan istila ülkeyi zombie ülkesi haline getirmiştir. columbus nickli kahramanımız ise canını kurtarmaya çalışmaktadır. bunun için not defterine sürekli zombielerden kaçış kurallarını yazmaktadır (bkz: zombieland kuralları). işte filme bu kuralları öğrenerek başlıyoruz. columbus kendi koyduğu kuralları bize görsellikle açıklıyor ve ailesinin ikamet ettiği columbus'a doğru yola çıkar. yolda ise arabasıyla, silahlarını kuşanmış gezen ("natural born killers"'taki rolünü andıran), twinkie manyağı tallahassee'ye (woody harrelson) rastlar. beraber yol alan ikilinin karşısına ise kendi kurallarını belirlemiş, kurnaz kız kardeşler wichita ile little rock çıkar. dörtlü zombielerden kurtulmaya çalışır.

son dönemlerde fulci'nin filmlerindeki gibi topraktan çıkan, filizlenen zombielere rastlamak pek mümkün değil. genelde virüs kaynaklı veya radyoaktif dönüşümler sonucu zombie vakalarına rastlamaktayız. hatta bu zombieler "28 days later" ile koşar hale getirildi ki etkileri daha da arttı. "zombieland"'de de zombielerimiz koşan cinsten hatta duvardan atlayabiliyorlar ve tırmanma yeteneklerine sahipler. tüm bu özelliklere rağmen yine aynı yolla yok ediliyorlar, kafalarına kurşun sıkarak veya koparılarak.

az önce de belirttiğim gibi "zombieland" tipik zombie filmlerindeki öyküye sahip değil. bu süreç içerisindeki özel bir kısma odaklanıyor; başını bilgisayar oyunlarından kaldıramadığından ve pek odasından çıkmadığından daha önce karşı cinsle herhangi bir münasebette bulunmamış columbus'un yolda rastladığı wichita ile olan ilişkisine. yani kimse asker müdahelesiyle kurtulmuyor bu filmde...

işin korku boyutundan bahsettik, komedi boyutu ise genelde diyaloglar üzerine kurulu. görüntüler elbette mevzuyu destekliyor. daha önce "little miss sunshine"'da karşımıza çıkan abigail breslin'in canlandırdığı aptal amerikan kızı klişesi donanımlı little rock'un tallahassee ile arasında geçen diyaloglar buna örnek gösterilebilir.

"zombieland"'i beklerken beklentilerimin yüksek seviyede olduğunu belirtmiştim. bu film için bir dezavantaj olabilirdi. ancak hakkında söylenenlerin doğru olduğunu izleyince gördüm. eğer filmi izleyeceksiniz, beklentilerinizi azaltmanıza gerek yok. film, 27 kasım cuma günü sinemalarımızda gösterime gireceğini tekrar hatırlatıp bu postu bitiririm.


2 com

doghouse (2009)

son dönemde eğer korku-komedi janrı ilginizi çekiyorsa bu türde çok fazla örnekle karşı karşıya geldiğimizin farkındasınızdır. bu konsepte dahil edilebilecek "scary movie" gibi sulu zırtlak örneklerinden pek hoşlanmam. peter jackson şahaserleri "bad taste" ve "braindead"'i ayrı bir kenara koyalım, son zamanlarda bu türde önümüze sürülen filmlerden en çok dikkat çekeninin "shaun of the dead" olduğu konusunda çoğumuz hemfikirdir sanırım. yıl içerisinde norveç'ten çıkan "død snø" bu türde başarılı sayılabilecek bir diğer örnekti. son zamanlarda, henüz ülkemizde gösterime girmemiş olan, woody harrelson'lı "zombieland" hakkında oldukça güzel eleştiriler var ve bu filmi çoğu zombiesever gibi merakla bekliyorum. bu bekleyiş sürecinde ise karşıma çok güzel bir sürpriz çıktı; geçtiğimiz günlerde bloglarda dolanırken film haritası'nda rastladığım "doghouse".

senaryosunu dan schaffer'in yazdığı, yönetmenliğini ise jake west'in yaptığı "doghouse", "shaun of the dead"'den bu yana izlediğim en keyif verici filmdi. böylece en sonda söyleyeceğim şeyi en başta söyledim ve bunun rahatlığıyla yazıya devam edebilirim. herhangi bir beklentim olmaksızın izlemeye koyulduğum film hem yarattığı gerilimle hem de ingilizlerin pek sevdiğim komedisiyle filmden sonuna kadar keyif almamı sağladı.

daha önce "this is england", "filth and wisdom" ve son olarak "public enemies"'de baby face nelson olarak karşımıza çıkan ingiliz oyuncu stephen graham'ın canlandırdığı vince, eşinden yeni ayrılmıştır. yakın arkadaşlarından oluşan grup bir haftasonunu bu üzgün adama ayırır ve hep beraber şehir dışında sapa bir yerde kalan moodley köyüne gitmeye karar alır. eşlerini, kız arkadaşlarını geride bırakan bu grup köye ulaştıklarında ise in cin top oynuyordur. kısa bir süre sonra ise bu durumun nedeni ortaya çıkar. köyde yayılan bir virüs kadınları, erkek eti yiyen bir canavara dönüştürmüştür. bu zombiemtrak kadınlar köye henüz gelen davetsiz misafirlere musallat olur ve bizlerde zombie filmlerinden alışkın olduğumuz klasik akışı izleriz.

"doghouse" bir yandan bulunduğu ortamdaki unsurları başarıyla komediye çevirirken diğer yandan da türünün nadide örneği "shaun of the dead"'e selam çakmayı da ihmal etmiyor, çok konuşmayacağım izleyince farkına varacaksınız. daha fazla uzatmadan bu eğlenceli filmi izleyin diyorum.
0 com

lesbian vampire killers (2009)

bir korku komedi filmi ile daha karşı karşıyayız. paul hupfield, stewart williams ikilisinin yazdığı senaryoyu phil claydon değerlendirip, filme çekmiş. adından da anlaşılacağı gibi lezbiyen vampir kızlarımızın korku saçtığı film, vampir efsanesini kısaca açıklayan bir pasaj ile açılıyor. ardından bir barda sevgilisi ile arasında sorunlar yaşayan jimmy ile düşünmek için beyni yerine penisini kullanan, tombalak fletch monoton giden hayatları üzerine konuşmalarını izliyoruz. karakterlerinin benzerliğinin yanında jimmy'nin giydiği beyaz gömlek, yine aynı topraklardan çıkmış ve korku komedi türünün en başarılı örneklerinden olan "shaun of the dead" ile benzerlik taşıyor. arada selam çakmışlar anlaşılan.

ikili monotonluktan sıyrılmak amacıyla tatil yapmaya karar verirler. ancak ceplerinde paralarının olmayışı onları, ülkenin farklı bir kısmı olan norfolk'taki bir köye sürükler. bu köy filmin açılışında bahsi geçen vampir kraliçesi carmilla'nın yaşadığı topraklardır. inanışa göre, onu öldüren adamın soyundan gelen bir kişi ile bir bakire kızın kanlarıyla yeniden dirilecektir. hiç bilmedikleri bu köye adımını atan jimmy ile fletch, uğradıkları bardaki adamın yönlendirilmesiyle ormanın içerisindeki bir hana giderler. yolda ise birbirinden hoş hatunlarla karşılaşırlar. bu hatunlar, bölgeye araştırma yapmak için gelmiş tarih bölümü öğrencileridir.

fletch'in bu seksi kızlarla beraber takılırken dediği "hayatımın en güzel gecesi" olarak nitelediği gece, ortama vampir kızlar peydah olunca bir anda hayatının en kötü gecesine dönüşür. kızlar birbiri ardına vampirler tarafından ısırılırak vampire dönüşür ve geriye fletch, jimmy ve ondan etkilenen lotte kalır. vampirlere karşı mücadele eden bu üçlüye ise köyün rahibi katılır ve vampir kraliçesi carmilla'yı yeniden öldürmek için harekete geçerler.

filmin adındaki lesbian sözcüğünün filmin erotik anlamda açılım yapacağını düşünürken karşımıza çok fazla erotik yanı ağır basmayan bir film çıkıyor. bu nedenle hemcinslerime filmden pek bir şey beklememelerini söylemeliyim (: komedi unsuru da erotizmin üzerine yüklenmiş değil. tamamen absürdlük üzerine kurulu ve klişelere sahip. korku ise daha çok görsel efektlere dayalı ve açıkçası pek de etkileyici değil. yani "lesbian vampire killers"'ın vasatı aşamadığını rahatça söyleyebilirim. vakit kaybı olarak görmeyecekseniz izleyebilirsiniz.
2 com

gurotesuku (2009)

uluslararası sularda "grotesque" olarak geçen japon filmi son birkaç gündür ülkemizde gündemde. nedeni ise ingiltere'de yasaklanmış oluşu. açıkçası dikkatimi filme çeken nokta da bu oldu. hazırlanan afişinde "saw ve hostel sadece birer aperatif" ibaresinin yer alması ağzımı sulandırdı ve anında indiragandi yaptım filmi.

filmin yönetmenliğini yapan kôji shiraishi aynı zamanda senaryoyu da hazırlamış. referans verdiği filmler gibi karşımıza torture porn türünde bir film çıkartmış. konusundan kısaca bahsedeyim; beyazlar içindeki kızımız henüz flört aşamasında olan elemanla buluşur. eleman ilk buluşmalarında hatuna ilgisini belli etmeye başlar ve ufaktan topa girer. hatunun elemana şaka yollu sorduğu "benim için ölür müsün" sorusu ise filmin kilit noktasını oluşturur. kafedeki muhabbetlerinden sonra bir daha görüşme konusunda söz koparmaya çalışan oğlumuz ile kızımız yola koyulur. köprüaltı denilebilecek ıssız bir yerde arabasında soteye yatmış olan donuk bakışlı, ilginç! fantazilere sahip olan sosyopat doktorumuz çekici kafalarına koymak suretiyle genç çifti bayıltır. ayıldıklarında ise kendilerini saw serisinden alışık olduğumuz bir oyun ortamında bulurlar. işkencecimiz genç çifti acı çektirerek öldüreceğini belirtir ve elinden geleni ardına koymaz. çiftimize ise kurtuluş için tek yol gösterir o da kendisini azdırmalarıdır.

diğer film yazılarıma göre çok laubali bir anlatım oldu ancak filmi izlediğinizde siz de göreceksiniz neden bu laubalilik. 3 kişilik kadrodan oluşan film neredeyse tek mekanda geçiyor. buradan kısılan masraf makyaj ve efektlerde iyi kullanılmış, görüntüler tatmin edici düzeyde. "grotesque" ismini aldığı akımın vücutta deformasyon özelliğini iyi yansıtıyor izleyene. sertlik dozajı izleyeni rahatsız edebilecek düzeyde. ancak filmde birkaç noktada bağlantı kurulan saw ve hostel'den mevzuya aşina olanların buradaki işkencelerden çok fazla etkileneceğini söyleyemem. filmde beni tek rahatsız eden sahne kızımızın göğüs uçlarının makasla budanması oldu. nedeniyse, uzun yıllardır sahip olduğum meme ucunun tırnak makasıyla kesilme fobisidir.

"saw ve hostel sadece birer aperatif" sloganıyla beklentileri yükselten ve fiyaskoyla sonuçlanan "grotesk", cinsel istismar nedeniyle ingiltere'de yasaklanmış. ancak bu yasaklanma olayı filmi daha da popüler hale getirmiş, forumlarda ve haber altı yorumlarda görünen bu. eh bir süre de bunun ekmeğini yer film daha da öteye gitmez. boş bir zamanda tüketilebilir.
0 com

coming soon (2008)

izlediğiniz korku filmlerinin esas karakteriyle gerçek hayatta karşılaşsanız ne yapardınız? mesela odanızda karanlıkta otururken şimşek çaktığında camda michael myers'ın yansımasını görseniz veya akşam vakti pencereden dışarıya bakarken bir anda jason voorhees sizi aşağıya çekse? yarın (26 haziran 2009) sinemalarda vizyona girecek olan "coming soon" bize bu temayı sunuyor.

daha önce amerikalılar tarafından yeniden çevrimi yapılan "shutter" ve çok yakında gösterime girecek olan "alone" filmlerinin senaryolarını yazan sopon sukdapisit bu sefer yazdığı senaryoyu kendi filme almış. ve "coming soon" kendisinin çektiği ilk uzun metraj film olmuş.

filmin konusuna gelince; iki yakın arkadaş sinemada çalışmaktadır. vizyona girecek olan filmleri kameraya çekip korsan film sektörüne hizmet etmekte ve bu yolla gelirini arttırmaktadır. yakında gösterime girecek olan "kötü ruh" ("evil dead" ile alakası yok) filminin iyi bir gişe yapması beklenmektedir ve bu beklenti de bir yandan korsan pazarındaki esas adamların iştahını kabartmaktadır. bu bahsi geçen iki arkadaştan peoll, filmin çekimini yaptığı esnada esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolur. filmin çekimini handycam'den izleyen diğer arkadaş chen, peoll'un filmde kurbanlarının kör edip, onları öldüren jason voorhees kılıklı kadın shomba tarafından öldürüldüğünü görür ve arkadaşının cesedine izlediği filmdeki bir sahnede rastlar. ardından shomba tarafından rahatsız edilmeye başlar ve korku dolu günler geçirir. (bu arada yazıya girerken myers ve voorhees'den bahsetmem boş değil, filmin açılış sahnesinde hem jason'ı fazlasıyla andıran kadın hem de ondan kaçmaya çalışan kurbanın saklandığı dolabın laurie strode'un michael'den kaçarken saklandığı elbise dolabının tıpkısının aynısı oluşu acep sukdapisit slasher aleminin korku salan iki filmine selam mı çakıyor diye düşündürüyor)

filmde shomba'nın asılışına tanık olanların onun tarafından öldürüleceği fikrine kapılan chen, eski kız arkadaşının da yardımıyla olayı araştırmaya koyulur. shomba'nın hayaleti tarafından sürekli rahatsız edilen chen'i bir de bu filmin vizyona girmeden önce çekilmesini isteyen korsan sektörün fedaileri sıkıştırır. tüm olumsuzluklara rağmen araştırmacı ruhundan ödün vermeyen bu iki eski sevgili hiç beklemedikleri bir gerçekle karşı karşıya gelir.

esrarengiz olaylardan beslenen ve bu kaynağı kullanmaktan vazgeçmeyen uzak doğu korku sinemasının yeni bir örneğiyle karşı karşıyayız. daha önce pek tutulan "ringu" (halka) filmindeki gibi izleyenin ölümüne neden olan film vakasına "coming soon"'da da rastlıyoruz. ancak ana karakter chen'in psikolojik rahatsızlığından ötürü ilaç bağımlısı oluşunun yaşadığı korku dolu dakikalarda etkisi olup olmadığını tam olarak kestiremiyoruz. filmde oynayan ve shomba'nın asıldığı sahneye tanık olan oyuncuların ortadan kaybolması filmin sunduğu tezi desteklese de bu mesele biraz havada kalıyor gibi.

bir iki sahne dışında görsel efektleri başarılı sayılabilecek "coming soon"'un belli bir bölümü (özellikle final) sinema salonunda geçtiğinden, film bitip ışıklar yandığında filmdeki kasvet ortamıyla karşı karşıya kalıp kendinizi filmin içerisinde bulabilirsiniz. bu da film boyunca izleyiciye sunulan gerçek ile sanal arasındaki karmaşaya hoş bir ayrıntı oluşturuyor.
3 com

the last house on the left (1972) (2009)

iki film bir arada

"soldaki son ev" adı altında geçtiğimiz cuma günü vizyona giren film doğal olarak hala yurdum sinemalarında gösteriyor. amerikan sineması'nın son dönemdeki remake / yeniden çevrim furyasından nasibini alan filmin orijinali 1972'de wes craven tarafından çekilmişti. craven'ın filmografisinde ilk film olma özelliğini taşıyan "the last house on the left", ait olduğu dönemin sinemasında şiddet öğeleri hayli içeren hatta dozajın fazla kaçmasından dolayı ingiltere'de yasaklanmış birçok ülkede de sansürlenip gösterime girmişti. istismar sineması'nın hatrı sayılır örneklerinden biri olan "soldaki son ev" de aslında bir filmi temel almış. ingmar bergman'ın 1960 tarihli "jungfrukällan" / "the virgin spring"'den yola çıkarak wes craven senaryoyu kendi ellerinde yoğurmuş ve ortaya kendi ürününü çıkarmıştı. yeniden çevrim olan filmin senaryosu ise carl ellsworth ve adam alleca tarafından yeniden şekillendirilmiş, aslına çok fazla bağlı kalmayan senaryo dennis iliadis tarafından filme alınmış.

ilk olarak 1972 tarihli olan filmden bahsedeyim. dağlık bölgede göl kenarında bir evde oturan collingwood ailesi, adeta john waters filmlerinden fırlamış gibi birbirleriyle absürd diyaloglarıyla tipik bir orta üstü amerikan ailesidir. ailenin genç kızı mari rock müzik tutkunudur ve sevdiği gruplardan olan bloodlust'ın şehir merkezinde konseri vardır. konsere arkadaşı sadie ile beraber gitme konusunda izni ailesinden zor kopartır. bu zorluğu yaratan kısım ise ebeveynlerinin sadie'den pek hoşlanmamaları ve konserin şehrin varoş diye tabir edebileceğimiz tarafında yapılacak olmasıdır. mari, babasının arabasına atlayıp şehre iner ve sadie ile buluşur. önce biraz fundalık alanda, tarantino'nun "death proof"'unda bolca atıfta bulunduğu 70'lerin içi boş film diyalogları tadında, muhabbet ederler. daha sonra konser verilecek alanın etrafında esrar bulmak için arayışa geçerler.

mari tarafında olaylar bu yönde gelişirken bir yanda da iki azılı suçlu hapisten firar etmiş ve şehirde bir otelde saklanmaktadır. adları krug ve weasel (gelincik) olan bu iki suçluya krug'un metresi phyllis ve oğlu junior eşlik etmektedir. hapis ortamında kadın etine susamış olan krug ve weasel, phyllis ile beraber olmak ister ancak phyllis kendilerine eşlik edecek kızların bulunmasını ister. krug ise bu görev için farklı! bir şekilde yetiştirdiği ve adeta kölesi olması için uyuşturucu bağımlısı yaptığı, haliyle de hayli ezik bir karakter olan junior'u görevlendirir. tahmin edebileceğiniz gibi, sokaklarda esrar peşinde iz süren mari ve sadie junior'a denk gelir. junior'un onları uyuşturucu bahanesiyle otel odasına getirmesiyle tüm gece boyunca sürecek olan macera başlar.

önce otel odasında krug, weasel ve phyllis'in her türlü şiddet ve tacizine maruz kalan genç kızlar daha sonra arabaya bindirilerek dağlık alana götürülür. getirildikleri bu yer mari'nin ailesiyle beraber yaşadığı evin oldukça yakınındadır. bu yakınlığı bir umut olarak gören mari'nin çok geçmeden umutları kararır. gece boyunca şiddete kalırlar. ertesi sabah kızlarla işlerini bitiren çete mari'nin evine uğradığında ise durum bambaşka bir hal alır. mari'nin annesinin kızlarının bu çete tarafından öldürüldüğünü farketmesiyle çete üyelerini zor dakikalar bekler.

özellikle ormanlık alanda krug, weasel ve phyllis tarafından mari ve sadie'nin tecavüze uğrama, zorla altlarına işetilme, zevk uğruna kesilip biçilme sahneleriyle istismar sinemasından örnekler sunan film, çete üyelerinin mari'nin evine girişiyle beraber av-avcı ilişkisinin tersine dönüşünü de işliyor. sıradan hayatlar yaşayan anne ile babanın gözünün bir anda kan bürümesiyle farklı! şeyler yapmaya başlarlar ve kızlarının ölümüne neden olan bu çeteyi kendi yöntemleriyle haklarlar.

film boyunca azılı katillerin peşinde olan polisleri fazlasıyla karikatürize ederek işleyen wes craven, polis teşkilatına sevgi ve eleştirilerini yollamayı eksik etmiyor. alt metinde barınan bir başka mevzu ise sınıflar arası çatışmaya ait. çetenin, collingwood'ların evinde konakladığı gece üst tabakaya sarfettiği sözlerden bu çıkarımı rahatça yapabiliriz.

neresinden tutulursa tutulsun dolu dolu bir orijinal filmden sonra yeniden çevrimine göz attığımızda öyküde kullanılan şablonlarda sadece temel hatlar ortak. normalde şehirde yaşayan ancak haftasonları göl kenarında her türlü imkanın bulunduğu evlerine gelen collingwood ailesi 1 yıl önce erkek evlatlarını yitirmenin üzüntüsünü henüz içinden atamamıştır. ailenin 17 yaşındaki kızı mari iyi bir yüzücüdür (ki bu ayrıntının nerede kullanılacağı bellidir). mari, doğumgününde evin yakınında olan kasabaya inip arkadaşı sadie ile takılmak ister. annesinden akşam evde olma şartıyla izni koparan mari, babasının arabasına atlayıp şehre iner. sadie'nin çalıştığı dükkandan sigara satın almak isteyen justin (orijinalindeki adıyla junior, karışıklık olmasın) kızlara elinde kaliteli esrar olduğunu söyler ve otel odasına çağırır. otel odasında esrar içip eğlenen gençleri krug, weasel ve phyllis basar. iki genç kızın artık kendilerini gördüğünden mekanı terkemelerini izin vermeyen krug ve tayfası kızlarla beraber justin üzerinde baskı ve şiddet uygulamaya başlar.

ormanlık arazide kızlara orijinalindeki gibi gaddarca bir şiddet uygulanmıyor. veya beni böyle düşüntüren, sinemada şiddet unsurunun son yıllarda fazlasıyla kullanılıp, içselleştirilmesi midir bilemiyorum ("irréversible"'ı izledikten sonra buradaki tecavüz sahnesi bile rahatsız edici gelmedi, ki o doku bile yakalanamamış). ancak şu var, 72 tarihli olan "the last house on the left"'i kültleştiren esas bu sahnelerdir. yönetmen dennis iliadis, bu kısımlardaki istismar öğelerini teğet geçip veya geçiştirip daha çok collingwood'ların evinde yaşanan olayları işlemiş. ilk filmde olduğu gibi krug ve tayfasının üst sınıfa olan sövmelerine de yer verilmiş, bunu beklemiyordum gerçekten. polis mevzusu ise tamamen pas geçilmiş, polis kelimesi bile neredeyse geçmiyor filmde.

sonuç olarak "the last house on the left", remake furyasının çoğu örneğinde olduğu gibi içi boşaltılmış bir şekilde bize sunuluyor. wes craven'ın filmi bir kült olarak anılırken, bu kopya ise günümüz sinemasının sıradan şiddet filmlerinin herhangi bir örneği olarak hatırlanacak.