yerli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yerli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
0 com

ada: zombilerin düğünü (2009)

geçtiğimiz yaz ilk türk zombie filmi çekileceği haberini öğrendiğimde oldukça heyecanlanmıştım. senelerdir kafamda kurduğum, yurdum topraklarını zombieler istila etse ne olurdu sorusunun cevabı ortaya çıkacaktı. sonra facebook üzerinden gönüllü zombie olmak isteyenlere çağrıda bulunuldu, oraya gidip birkaç saatliğine de olsa zombie olmayı çok istemiştim, üstelik bu konuda gayet yeterli olduğumu düşünüyorken :) ancak şartlar istanbul'a gitmeye elvermedi. popomun üzerine oturup filmin çıkmasını beklemeye başladım.

bundan 11 sene önce yaratılan kurmaca bir öykü ile beraber önümüze sunulan "the blair witch project"'in gerçekçiliğini doruk noktaya çıkaran handycam çekimleri yakın dönemde karşımıza daha sık çıkar oldu. romero'nun senaryosunu yazdığı "diary of the dead", dev bir canavarın new york'ta yarattığı dehşeti anlatan "cloverfield", yakın döneme damgasını vuran ispanyol korku serisi "[rec]"ve "[rec]2" bu türde ilk aklıma gelen örnekler. "ada: zombielerin düğünü" de bu zincire eklenen yeni halka oldu.

türkiye'nin ilk zombie filmi olma iddiasını taşıyan ve her fırsatta bu özelliğini öne süren film, haliyle ben gibi zombie sinemasına düşkün insanların yanı sıra korkuseverlerin de ilgi odağı haline geldi ve filme dair beklentileri arttı. ancak bu noktanın film için bir handikap olduğunu düşünüyorum. öyle ki filmde ön plana, zombielerden daha çok gençlerin geyik dozajı yüksek diyalogları çıkmakta. zombie sinemasının olmazsa olmazı gore sahnelere, yaşayan ölülerin yarattığı dehşete bolca rastlayacağımı düşünürken, bu beklentim havada kaldı (ancak dükkan-ül hayal'in elinden çıkan makyaj ve efektlerin başarılı olduğunu söyleyebilirim). özellikle düğün sonrasındaki orman sahnelerinde gençlerin zombielerle karşılaştığı anda tavan yapan gerilim, birden başka sahneye atlanmasıyla bir anda dibe vuruyor ki insanın hevesi kursağı kalıyor. bu sahnelerin dışında filmde gerilim adına pek bir şeye rastlamıyoruz. bu durumu da kameranın kişiye bağımlı olmasına mı yoralım (aynı şartlara sahip "diary of the dead"de gerilim üst düzeydeydi, elde romero tecrübesi olduğunu unutmayalım) yoksa arazinin genişliğine mi ([rec] serisinde klostrofobik atmosferin de yarattığı gerilimin payı var, hem de zombielerle yakın temas daha fazlaydı). aslında her ikisi de değil gibi. anlaşılan filmin yönetmenleri murat emir eren ile talip ertürk, korku-komedi terazisinde komedinin ağır basmasını tercih etmiş ve bunu gerek istila öncesi dönen geyikler gerekse sonrasında zombieler üzerinden dönen muhabbetler üzerinde yoğunlaştırmış. yani "ada: zombilerin düğünü", türünün en iyi örneği olan "shaun of the dead" veya son dönemde dikkat çeken "zombieland" ve "doghouse"da rastladığımız gibi komedi unsurları zombielere çok bağlı değil, bu da bütçe meselesi sonuçta. geyik dozu yüksek diyalogların samimiyeti ise filmin korku yönündeki olumsuzluklarını örtecek hatta filmi zevkle izlenir kılacak kadar başarılı. zaten filmden sonra akıllarda zombielerden ziyade diyaloglar kalıyor.
2 com

başka dilde aşk (2009)

son dönemde başarılı bulduğum filmlerden ikisi; "uzak ihtimal" ve "başka dilde aşk". aslında her ikisinin konuları özdeş olmasa da çıkış noktası ortak: iletişim. mahmut fazıl coşkun'un "uzak ihtimal"inde istanbul'a yeni atanan bir müezzinin kendisine verilen apartman dairesinde komşusu olan, farklı bir dinin mensubu clara'ya olan ilgisini bir ilişkiye çeviremeyişini, yani iletişimsizlik sayesinde direkten dönen bir ilişkiyi izlemiştik. yönetmenliğini ilksen başarır'ın yaptığı "başka dilde aşk"ta ise iletişim konusunda sıkıntı yaşayabilecek bir çiftin bu durumu aşıp birbirine bağlanmalarını izliyoruz.

bir call center'da çalışan, işinin verdiği stresin yanı sıra yakın dönemde aşk yaşadığı şefinin baskısı altında olan zeynep ile grafik tasarım bölümünü bitiren ancak sağır olduğundan dolayı o alanda iş bulamayan, kütüphanede çalışan bir yandan da kürek sporu ile ilgilenen onur, ortak arkadaşlarının nişan partisinde karşılaşırlar. beklentilerimin aksine aralarındaki ilişki çabuk gelişir ve gecenin bitiminde ikisini aynı yatakta buluruz. onur'un kısıtlı oluşu, zeynep'e ilişki yaşama konusunda engel olmaz ve yeni bir sayfa açar.

filmin adı içerisinde her ne kadar "aşk" sözcüğü geçse de ilk başta da belirttiğim gibi filmin kilit noktası iletişim. gün boyunca iş yerinde cevapladığı telefon konuşmalarından ve şefinin kendisine olan baskılarında gerilimli dakikalar yaşayan zeynep için onur'un evi fırtınalardan uzak bir limandır. ve kendisi bu limana sığınırken geçmiş yaşantısındaki çoğu alışkanlığından vazgeçerek kendisini onur'a adama noktasına gelir. ancak tanıdığı ilk dakikalarda "hayatımın erkeği" olarak nitelediği onur, sahip olamadığı siniriyle ilişkide gel-gitler yaratır.

filmde onur ile zeynep'in ilişkisi, call center çalışanlarının haklarını arama mücadelesi, onur'un ev sahibi olan iki kardeşin yaşadığı trajedi gibi yan hikayelerle beslenmeye çalışılmış. ancak her ikisi de çok zayıf kalmış. özellikle sistemin hak sahibi olmayan çalışanlar üzerindeki politikası, sürekli gözümüze sokulan "bugün satış için ne yaptın" cümlesi ve biraz yapay kalan protesto sahneleri yerine daha çarpıcı bir şekilde sunulabilse her yönden güçlü bir yapıtla karşılaşacaktık, ki bu kadarı bile iyiyken.
7 com

hayat var (2008)

istanbul boğazı genelimiz için zenginliği ifade ediyor. veya öteki hayatı düşündürmüyor diyeyim. boğazın kenarındaki görkemli yalılar, yüksek kira ödenerek oturulan boğaza bakan evler, fahiş fiyata kıyısında mideye indirilen balıklar. peki ya diğerleri? istanbul'un çilesini çekenler, kaymak tabakanın rahatını idame ettirenler. onlar ne yapar, nasıl yaşar?

boğazın kenarında, adına hayat denen bir çile içerisinde, adı hayat olan bir kız ve ailesi yaşamaya çalışıyor. geçimini, boğazın kenarına demir atmış heybetli gemilerin tayfasına kadın temin ederek, -deniz polisinin nefesi ensesinde- kaçakçılık yaparak kazanmaya çalışan baba ve nefes zorluğu çekmesine rağmen rakıdan ve sigaradan tavizini vermeyen, yatalak dede. ve onların kirli dünyası arasında sevgi sözcüklerini ancak oyuncak bir ayıdan duyabilen, kızlıktan genç kadınlığa doğru ilk adımlarını cinselliğin satılık olduğu bir ortamda atan güzel bir kız; hayat.

insanın boğazını düğümleyen öyküyü, özellikle elit işcan'ın yaşıyla ters orantılı dev oyunculuğu ve seyir zevkini kat kat arttıran görsellik tamamlıyor. orhan gencebay şarkılarının resmi geçit yaparak damgasını vurduğu "hayat var", kuşkusuz türk sinemasının en iyi ürünleri arasındaki yerini aldı. eğer filmi hala izleme fırsatı bulamadıysanız dvd'sinin henüz çıktığını hatırlatayım.

"bir kapıdan gireceksin
neler neler göreceksin

her çileye göğüs gerip

hayat budur diyeceksin


gün gelecek isyan edip

niye doğdum diyeceksin

gün gelecek isyanına

kahkahayla güleceksin"
0 com

iki dil bir bavul (2009)

2008'in en çok dikkat çeken yapımlarından biri fransız yönetmen laurant cantet'nin ülkesinin eğitim sorunlarına dikkat çeken filmi "entre les murs"du. türkçeye çevirirsek adı duvarlar arasında anlamına gelen film, paris'in bir banliyösünde bulunan bir okulun sınıfında geçiyor. ülkede bulunan çeşitli alt kimliklere sahip öğrencileri bir üst kimlikte toplayan "sınıf", inceden etnik çatışmaları üstten ise eğitim sistemini sorguluyor. avrupa'nın hatta dünya'nın en gelişmiş ülkelerinden birinin yaşadığı sorunlar böyleyken ülkemizde hiç mi sıkıntı yoktu? sene başında başladığım formasyon eğitimimde derslerde kafamı kurcalayan sorulardan birisi de buydu.

biraz geçmişe döneyim. ilkokuldayken çoğumuz çevre köylere geziye götürülmüşüzdür sınıfça. ilkokulu ayvalık'ta okuduğumdan sınıfça yapılan bu gezi ilçenin bir köyüneydi. köye gidildi, her yer gezildi. sıra köyün okuluna geldi. binanın içine girdiğimizde ise o yaşta beni çok şaşırtan bir manzarayla karşılaştım. farklı sınıf öğrencileri aynı derslikte eğitim görüyordu. ülkenin en batısındaki bir ilçenin köyünde eğitim adına böyle bir sorun yaşanıyorken, ölçeği daha da büyütürsek, ülkenin doğusunda yaşanan sorunlar nasıldır? maddi imkanların yanı sıra eğitim / öğretimi gerçekleştirecek olan öğretmenler bu bölge için yeterli sayıda mıdır?

yakın geçmişe gelelim şimdi de. anadolu liselerine... benim dönemimde ilkokul biterken üzerimize verilirdi "yarış atı" etiketi. okulun yanı sıra dershaneler ve takviye derslerle çocuk yaşına ağır bir yük bindirilirdi. daha 5. sınıfı henüz bitirmiş, 12-13 yaşındaki çocuklar bir seçim yapmaya zorlanırdı. eğer çocuk anadolu lisesini kazanırsa önce bir yıl daha önce hiç karşılaşmadığı yabancı bir dili öğrenmeye zorlanır, hazırlık sınıfından sonra ise 3 sene boyunca bu yeni öğrendiği (öğrenmeye çabaladığı mı desek?) yabancı dilde eğitim görürdü. aralarında elbette başarılı örnekler olacaktır ancak yapının geneline baktığımızda sizce bir insanın kendi yaşadığı topraklarda yeni karşılaştığı yabancı bir dilde eğitim ve öğrenim görmesi ne kadar sağlıklıdır? matematik, fizik, kimya gibi dersler zaten bir öğrenci için zorlayıcıyken bu dersleri başka bir dilde öğrenciye sunmak ona eziyet yapmak değil midir? üstelik dersi anlatan kişi bu yabancı dile tam bir şekilde hakim değilken... işte "iki dil bir bavul"un derdi bu. ve derdini de bir türk öğretmenin yeni atandığı bir kürt köyünde geçirdiği bir eğitim yılını konu alarak anlatıyor.

denizlili öğretmen emre aydın'ın ataması şanlıurfa'nın siverek ilçesine bağlı olan demirci köyü'ne çıkmıştır. mesleğini ilk kez burada icra edecek olan emre öğretmen heyecanlıdır, ancak köye geldiğinda karşılaştığı manzara pek beklediği gibi değildir. çalışacağı okulda bırakın başka bir öğretmeni, müdür hatta hizmetli dahi yoktur. kalacağı evde ise su akmamaktadır. kendi ifadesiyle memleketinde apartman hayatı yaşayan, ne istese elinin altında bulan emre öğretmen daha eğitim yılı başlamamışken karşılaştığı zorluklar karşısında sıkıntı çekmeye başlar. ancak asıl zorluğu eğitim yılının ilk zilinin çalmasıyla görür: çocuklar okula gelmemektedir. onları teker teker evlerinden toplayan öğretmen, sınıfta her sınıftan öğrencilere göre bir düzen oluşturur. aklında milli eğitim'in kendisine verdiği müfredat planlarıyla sınıfa giren öğretmen, öğretim vereceği çocuklar türkçe bilmedikleri için bu planları bir kenara atar ve işe onlara türkçe'yi öğretmekle başlar. bu esnada ise bir şartı vardır; öğrencilerin sınıfta anadilleri olan kürtçe'yi konuşmaması.

öncelikle bu 'kutsal' mesleği yerine getirmek için kendi rahat ortamını geride bırakıp, zorlu koşullarda yaşamayı göze alarak başka bir coğrafyaya giden bu insanları defalarca tebrik etmek gerekir. herkesin göze alabileceği bir durum değildir, emre öğretmenin yaşadıkları şartlara katlanmak ve vazifesini elinden geldiğince yerine getirmek. bana formasyon eğitimi veren hocaların da söylediği üzere, bize derslerde öğretilen teorik bilgilerin çoğu böyle bir ortamda görev yaptığınız zaman yararsızdır. oraya gidildiğinde kendi stratejilerinizi geliştirmek durumundasınız, elbette çağdaş bir şekilde. emre öğretmenin ilk sınıf müfredatında yer alan matematik, sosyal bilgiler, fen bilgisi gibi müfredat derslerini bir kenara atarak işe türkçe öğreterek başlaması kendi adına yaptığı doğru bir harekettir. sınıfta ise kürtçe konuşulmamasını, elden geldiğince türkçe konuşulmasını istemesi gayet doğaldır. çünkü bir dil onu kullandıkça öğrenilebilir. peki madalyonun diğer yüzüne bakarsak: öğrencilerin bilmediği, muhtarın ise yabancı dil olarak ifade ettiği türkçe'yi öğrenmek öğrenciler için ne kadar kolaydır?

ülkenin bir ucunda yer alan bu köyde, devleti temsil eden ve onun öğretisini çocuklara aktaracak olan emre öğretmen bu noktadaki tutumundan taviz vermek durumunda kalıyor. ve kendi koyduğu kuralı informal bir şekilde esnetiyor. gerektiği zaman öğrencilerin kendi aralarında iki dil arasındaki tercümelere aldırış etmiyor. okul bahçesinde oynanan oyunlarda da kürtçeyi serbest bırakıyor. yine de çocuklara üst kimlik olan türklüğü aşılamaya çalışmaktan geri kalmıyor. her sabah öğrencilerin ezbere bir şekilde, inanmayarak, anlamını kavramayarak okuduğu andımızın son dizesini büyük harflerle yazıyor tahtaya, öğrencilerinden andımızı ezberlemelerini istiyor. 23 nisan'da da yine bu kimliğe vurgularını yapıyor.

laurant cantet'nin "entre les murs"u kurmaca bir filmdi. ancak "iki dil bir bavul" kurmaca bir yapıda değil, belgesel olarak da kabul edilebilecek bir yapıda olan, özünü ve gücünü gerçeklikten alan bir film. emre öğretmenin bu zorlu vazifesinde yaşadıkları çok samimi ve gerçekçi bir şekilde anlatılıyor. umutsuzluğa düştüğü durumlarda telefona sarılıp annesini aramaları, öğrenciler kendisinin sabrını zorladığında hafiften sinirlenmeleri, sinirinden elini ısırışı, öğrenciler ve köy eşrafıyla olan diyalogları çok samimi bir şekilde yansıtılıyor bize. filmin kapanış jeneriği de ayrı bir tokat gibi. emre öğretmen ve çocukların birer senaryo ürünü olmadığı, hayatın içinden gerçek kişiler olduğu gözümüze çarpıyor ve bu da filmin gerçeklikle olan bağını giderayak arttırıyor.

"iki dil bir bavul", türklük - kürtlük gibi mevzuların oldukça hassas olduğu bir dönemde ortaya çıkmasına rağmen hazırlanması uzun yıllar süren bir yapım. film için gerekli izinler milli eğitim bakanlığı'ndan alındıktan sonra bölgede film için taramalar yapılmış, görevini ilk kez yerine getirmek üzere bölgeye atanan emre aydın'la temasa geçilmiş ve izni alındıktan sonra senaryo filme dökülebilmiş. bu hassas dönemde söyleyeceklerini siyaset yapmadan, demagojiye sığınmadan; cesur, gerçekçi ve samimi bir dille anlatan bu filmi eğer sinemada izleme fırsatı bulamadıysanız bir şekilde izlemenizi öneririm.
0 com

vavien (2009)

"vavien" hakkında haberdar olduğumda filmin yönetmenlerinin taylan biraderler olduğunu bilmiyordum. popüler kültür sağolsun, "vavien"i engin günaydın'ın senaryosunu yazdığı ve başrolünü binnur kaya ile paylaştığı film olarak belledim kafamda. eğer yönetmenleri hakkında bilgim olsaydı, zamanında yaşadığım "okul" fiyaskosu bana filme önyargı doğuracaktı. dün filmle ilgili yazılanları, ki genelde bu yazılar güzelleme şeklinde, okuduktan sonra gönül rahatlığıyla sinemanın kapısından içeri girdim. koltuğa oturduğumda ön sıramda bulunan adamın tuhaf davranışları sağolsun film başlamadan gülmeye başladım. o kadar kişinin ortasında, ayağa kalktı, kazağını üste doğru sıvadı ve aheste aheste fanilasını pantolonunun içine soktu. daha sonra külot, abimizin takımlarını sıkıştırmış ve arkadan popo yanaklarının arasına kaçmış olmalı ki, ön ve arka taraflara gerekli manuel ayarları yaptıktan sonra yine yavaş hareketlerle yerine oturdu. kendisini bu medeni cesaretinden dolayı alkışlayacaktım ki, bitmez sandığım film öncesi reklamlar bitti ve serra yılmaz'ın canlandırdığı milletvekili hanımın iştahla yediği sarmalardan arta kalan boş tabağı servisin üzerine koymasıyla "vavien" başladı.

"vavien", senaryoyu yazan engin günaydın'ın arka bahçesinden çıkma bir film. erbaa, tokat'ta geçiyor ve filmdeki ana karakterler olan iki kardeş elektrikçi, aynen günaydın'ın öz abisi gibi. elektrikçilik yapan abi kardeşin işleri pek yolunda gitmemektedir. abi cemal, karısını yıllar önce kaybetmiş bu nedenle kendisini işe güce, işten arta kalan zamanlarında da, engele takılmadığından dolayı, hovardalığa vermiştir. kardeşi celal ile beraber, "samsun'da okula elektrik hattı döşemeye gidiyoruz" bahanesiyle pavyonlara gitmekte ve yalnız gönlünü burada eğlendirmektedir. bu pavron gezisinin diğer kahramanı olan celal ise burada şarkı söyleyen sibel'e kapılmıştır. işinde ve evinde yaşadığı mutsuzluk onu bu yola daha da bağımlı yapmıştır. karısının kendisinden biriktirdiği paranın farkında olan ve bu yüklü paraya konmak isteyen celal kafasında şeytani planlar üretir.

insanların kabuğunun içerisinde sakladığı iyilik ve kötülük arasındaki tezatlardan beslenen "vavien", ayrıca bencillik üzerinde de duruyor. sevilay'ın yakın arkadaşı olan hanife'nin dediği "karı koca arasında sır olurmuymuş hiç?" sözünün aksine sevilay ve celal'in birbirlerine karşı bazı sırları vardır. celal, özenle biriktirdiği porno arşivini eşinden saklamakta; sevilay ise almanya'da yaşayan babasının yıllardır yolladığı paraları bodrum katında zulalamaktadır. celal, kendi kafasında kurguladığı yaşama kavuşabilmek için bu parayı kendi hesabına geçirip bu yolda ailesini kurban etmeyi göze alabilmektedir.

günaydın'ın bir süre uykusuz'da yazdığını biliyorum. derginin okuyucusu olmadığımdan doğal olarak da yazıları hakkında fikir sahibi değilim. ancak "vavien"de, cebe gelen reklam mesajı gibi, kahkaha attıracak küçük detaylarla bezediği kara komedi türündeki öyküsü seyre değer. bu noktada öyküyü gayet güzel işleyen taylan biraderlerden de övgüyle söz etmek gerek. özellikle celal'in başına iş açtığı durumda yaşadığı psikolojiyi bize sundukları sahneler için. hep beraber, seneyi devirirken yılın en iyi filmlerinden birine imza atmışlar. filmin dün gösterime girdiğini hatırlatıp, kaçırmamanız gerektiğinin altını iyice çizeyim.
0 com

ali'nin sekiz günü (2009)

"ali'nin sekiz günü", cemal şan'ın ruh, akıl ve kalp üzerine olan üçlemesinin son halkası. daha önce zeynep ve dilber'in sekiz gününü inceleyen yönetmen bu sefer de ali'nin sekiz gününü önümüze sermiş. ve önceki gibi son sahneyi ilk baştan vererek giriş yapmış.

ali, istanbul'un kenar mahallelerinden birinde ailesinden kalan apartmana sahip ve yine aynı mahallede bakkal dükkanı işletmektedir. her sabah fatih belediyesi çöp kamyonu sokağın çöplerini toplarken, ekmeğin arasına yerleştirdiği kaşar dilimleri ve şişe kolasıyla kahvaltısını yapan ali'nin günleri birbirinin kopyasıdır. kendisinin kiracısı olan kemal her gün dükkana musallat olmakta ve ali'den borçlar almaktadır. kelimenin tam anlamıyla garip bir adam olan ali ise geri ödenmeyeceğini bildiği borçlara, geciken kiralara ve kemal'in kendisini hem sözlü hem de fiziksel aşağılamalarına ses çıkaramaz, alışveriş yapan müşterilerin parayı eksik ödemelerine de. ancak masum da değildir; sokakta karşılaştığı tecavüz vakasını polise bildirmez. dükkanına en ucuz sigarayı almaya gelen, depresyondaki müşterisini kendisinden daha güçsüz görür ve verdiği 2.30 tl'yi kuruşu kuruşuna sayarak kasasına atar, zavallı adama ezici bakışlar atarak.

mahalleye yeni taşınan zeynep, sigara almak için dükkana girdiğinde ali'nin dikkatini çeker. onun sıradan yaşamını değiştirecek bir güzelliğe sahiptir. ve artık ali'nin zihnini sadece zeynep meşgul edecek ancak ona bir türlü açılamayacaktır. zeynep ise karmakarışık bir ilişkinin içerisindedir ve kendisini bu karmaşadan kurtaramamaktadır.

"ali'nin sekiz günü", üzerinde düşünene kadar, diğerlerine göre nispeten, iyi bir film. üzerine yapılan çoğu yorumun zeki demirkubuz filmleriyle karşılaştırılmasından ibaret oluşu filme farklı bir gözle bakmamızı sağlıyor. peki bu kıyaslama veya benzetme diyelim doğru mu? evet, hem de sonuna kadar. filmin senaryosunu da yazan cemal şan'ın oluşturduğu karakterler, bu karakterleri canlandıran oyuncular (serdar orçin, ufuk bayraktar) ve şan'ın film boyunca kullandığı açılar demirkubuz sinemasına oldukça yakın. hatta "ali'nin sekiz günü"'nün anlattığı öyküye kaba hatlarıyla bir göz atarsak - bir erkekten yakın ilgi gören kadının, bu ilgiyi ve sevgiyi görmezden gelip, kendisini hiçe sayan, gerektiğinde paçavra gibi kenara fırlatan erkeğin peşinden koşması, ona sıkı sıkıya bağlı olması - birbirini tamamlayan "masumiyet" ve "kader" ile aynı paralelde olduğunu görebiliriz. "masumiyet" ile arasında kurulabilecek bir başka bağ ise zeynep'in terastayken ali'ye geçmişiyle ilgili mahrem anılarını anlattığı tiradı. filmin genelinde karşılaştığımız gereksiz cümlelerin fazlalığı bu tiradda da karşımıza çıkıyor ve bence anlattığı mevzunun vuruculuğunu kaybetmesine neden oluyor. çok büyük ihtimalle begüm birgören'in doğaçlama takıldığı bu kısım üzerinde biraz daha durulsa daha iyi bir iş çıkarılabilirdi. bu durum da haluk bilginer'in "masumiyet"'teki ilgili kısımda ne kadar şahane bir performans sergilediğini tekrar gözler önüne seriyor.

üçlemenin izleme fırsatını bulduğum iki filminin de (diğeri "dilber'in sekiz günü") sınırladığı zaman açısından sıkıntıları var diye düşünüyorum. eğer bu üçlemede ortak olan 8 gün birbirini takip eden sekiz gün ise durum daha da sıkıntılı. zeynep'in daha ikinci gün tanıştığı ve pek bir samimiyetinin olmadığı ali'nin evine dördüncü gün gidebilmesi, "hadi benim canım içki içmek istedi" demesi ve alkolü alınca da durduk yere eski ve gizli defterleri açması garibime gitti.

bahsettiğim gibi pek özgün bir hikayeye sahip olmayan filmi ayakta tutan tek şey oyunculuklar. serdar orçin, ufuk bayraktar ve begüm birgören'in (uzun tirad harici) oyunculukları filmi izlenir kılıyor. bunun dışında filmle ilgili olumlu yaklaşımda bulunabileceğim pek bir şey yok. yapılan "zeki demirkubuz hikayesini başka bir yönetmenden izlemek" yorumuna katılıyorum ve ona göre vaktinizi ayırın diyorum.
2 com

dilber'in sekiz günü (2008)

cemal san'ın "zeynep'in sekiz günü" ile başladığı ruh, akıl ve kalp üçlemesinin ikinci filmi. ve internet üzerinde okuduğum yorumlara göre üçlemenin en çok dikkat çeken filmi. adından anlaşılabileceği gibi filmde dilber'in sekiz gününe tanıklık ediyoruz ve henüz başında bu sekiz gün sonunda yaşanan durumu öğreniyoruz. bu nedenle spoiler verme korkusu yaşamadan bodozlama giriyorum yazıya.

nesrin cevadzade'nin canlandırdığı dilber, güneydoğu anadolu'da kırsal bölgede yaşayan bir ailenin kızıdır. aynı köyden ali'ye tutkundur. ancak ali ona bir pusula gönderir ve nehrin kenarında buluşmak ister. dilber, koşarak gittiği bu buluşmada ali'nin beşik kertmesiyle evleneceğini öğrenir. "pardon"'daki ferhan şensoy'un "kerttirtmeyin lan beşiğinizi" edasıyla ali'nin babasının kapısına dayanır ancak sonuç alamaz. orada kendisini isteyen ilk kişiyle davulsuz, zurnasız ve de düğünsüz evleneceği andını içer. bu söz kasabada yaşayan bir ayağı sakat olan ve bu nedenle evlenemeyen mehmet'in kulağına gider. mehmet de bonservisi elinde olan, kelepir genç yetenek kıvamındaki dilber'i nikahına almak ister. ve yetiştirme bedelini babasına ödeyerek dilber ile evlenir. ancak dilber'in aklı hala ali'dedir.

evet yazının münasip olmayan yerine biraz su kaçırdığımın farkındayım. filmi izlerken bir yandan da bu çağrışımları yaptı beynim. şimdi ciddiyet, öhöm öhöm. dilber, ali'nin babasının dayatmasıyla olan bu zorunlu evlilik kararına karşı çıkarken aynı zamanda kendi kaderini çizen töreye de lanet okuyor. ve bu tepkide bulunurken babasının baskısı altında kendi kişiliğini ortaya koyamayan ali'nin aksine erkekçe bir tavır ortaya koyuyor. daha sonra ise öykünün geçtiği bölgede pek rastlanılmayacak şekilde babasına karşı gelerek kendi isteğini dayatıyor ve talip çıkana kadar ahırda yaşama kararı alıyor. ancak töreye karşı olan bu tavrından sonra dilber, mehmet'in ödediği başlık parasına ses çıkarmıyor, mehmet ile olan ilişkisinde de daha önce tepki gösterdiği "biz büyüklerden böyle gördük" usulünde takılıyor. ilk baştaki karşı duruş, karakterin farklı bir yöne evrilmesiyle tüm etkisini yitiriyor. ve film bu yanından tamamen sıyrılarak aşk kavramına yöneliyor.

mehmet ile dilber'in oldukça az diyaloga dayanan sahnelerinde her iki karakteri canlandıran oyuncuların performansı filmde öne çıkıyor ve sonunu en başından öğrendiğimiz filmi sürüklüyor. filmin ağır bir tempoda olduğunu göze alarak izlemenizi öneririm.
3 com

kıskanmak (2009)

günümüzün en önemli yönetmenlerinden biri olan zeki demirkubuz'un filmografisinde sekizinci film olan "kıskanmak" cuma günü vizyona girdi. kendisinin takipçisi olarak, onunla aynı dönemde yaşıyor olmak büyük bir şans bence. çektiği her filmin vizyona girişini beklemek heyecan verici. 2006'da gösterime giren "kader" askerlik dönemime denk gelmişti mesela, herkes filmi yutmuşken ben askerden döndüğümde dvd'yi sil baştan alıyordum. neyse konuyu dağıtmayalım, öğünç'le filmin gösterime girdiği cuma günü 21:45 seansına gitmeyi sözleştiğimizde salonda yer bulup bulamayacağımız konusunda şüphemiz yoktu. izmir balçova kipa afm'deki filmi izlemeyi seçen 5 kişiden 2'si olarak salonda yerlerimizi aldık.

zeki demirkubuz, "kıskanmak" ile pek çok ilki gerçekleştirdi kendi adına. daha önce albert camus'nün "yabancı" romanından esinlenerek yarattığı "yazgı", çok sevdiği dostoyevski'nin "suç ve ceza"'sından faydalandığı "bekleme odası"'ndan sonra ilk defa roman uyarlamasına el attı ve nahid sırrı örik'ın aynı adlı eserini sinemaya uyarladı. filmografisindeki ilk dönem filmi olan "kıskanmak" için aynı zamanda şu zamana kadar harcadığı en yüksek parayı harcadı. bu arada "kıskanmak", nahid sırrı örik'in sinemaya uyarlanan ikinci eseri. daha önce yine kendisinin romanı olan "sultan hamid düşerken" ziya öztan'ın yönetmenliğinde beyazperdeye aktarılmıştı.

film, cumhuriyet'in ilk yıllarında ve zonguldak'ta geçiyor. yurtdışında mühendislik eğitimi alan halit, zonguldak'taki maden ocağında mühendis olarak göreve başlar. yanında kendisinden yaşta epey küçük olan, güzel eşi mükerrem ve pek değer vermediği, sürekli dışladığı, çirkin denilebilecek kardeşi seniha bulunmaktadır. istanbul'dan sonra yeni geldiği bu şehre alışmakta zorlanan mükerrem ve genelde kitaplarla meşgul olan, insanlarla iletişime geçme isteği duyamayan seniha'yı cumhuriyet balosunda görüyoruz ilk olarak. sosyal faaliyetlerin kısıtlı olduğu bu şehirde bu balo insanları biraraya toplayan sayılı faaliyetlerden birisidir. baloda mükerrem'in dikkatini şehrin en varlıklı ailesinin hovarda oğlu nüzhet çeker. nüzhet'in kendisine bulunduğu dans teklifi ikisi arasındaki yakınlaşmaların başlangıcı olur. zamanla çeşitli evlerde gizli saklı yapılan buluşmalar ise seniha'nın gözünden kaçmaz. o ise bugüne kadar dışlandığı abisine karşı bu olayı koz olarak kullanmayı planlar.

bir laf vardır; kadınlar sabun gibidir, avucunun içinde çok fazla sıkarsan kayar gider, avucunu çok fazla açıp rahat bırakırsan ise kurur diye. halit ile kendisinden yaşça küçük olan eşi mükerrem arasında yaşananlar da bu lafı haklı çıkaracak cinsten. mühendis halit, istanbul'dan sonra geldiği bu kentte sıkılan mükerrem'e karşı fazla ilgisiz kalır. hatta halit ile mükerrem arasındaki ilişkinin genelde akşam yemeğinden ibaret olduğunu görürüz. haliyle mükerrem'in gözü de dışarıya döner. seniha ise mükerrem'in nüzhet ile olan ilişkisini farketse de, görümce olarak bu ilişkiye karşı çıkacağına göz yummaya karar verir. ve sonra elinde tüm kozlarını biriktirdikten elinindekileri bir bir açmaya başlıyor.

zeki demirkubuz'un filmlerinin genelinde karşımıza çıkan yapıyı "kıskanmak"'ta da görüyoruz. "itiraf", "yazgı", "masumiyet", "kader" gibi filmlerde kadınlar ve kadınların etkisiyle yaratılan yazgıyı bir şekilde izlemiştik. demirkubuz'un da bu romanı seçmesinin nedenini anlamak pek zor değil. kendisinin de belirttiği gibi "kıskanmak"; güzellik, çirkinlik, kıskançlık gibi temaların üzerine oturtulan ancak bir insanın yazgısını ele alan ve tam da demirkubuz'un işlemeyi sevdiği türden bir eser. abisi tarafından sürekli dışlanan, evde adeta bir sığıntıymış gibi yaşayan seniha'nın yetiştirilme dönemlerinden süregelen ve abisine duyduğu kıskançlığın abisinin yazgısı üzerindeki sonuçlarını aktarıyor bize demirkubuz. ve klişelerden uzak tutularak son derece başarılı bir şekilde hazırlanmış karakterler arasındaki olayları klişeye kaçmayan bir anlatımla sunuluyor. ve anlatımında kesinlikle taraf olmuyor, dolayısıyla da bizden herhangi bir tarafta bulunmamızı istemiyor.

genelde iç mekanlarda geçen filmde karakterlerin konuşmalarındaki tarzda romana sadık kalınmış. bu da mükerrem'i canlandıran berrak tüzünataç'ın oyunculuğunda sırıtmaya yol açmış. bazı sahnelerde sanki lise piyesinde uzun konuşmasını bir an önce bitirme gayretinde olan acemi oyuncu gibi davranıyor ve bu da söylediği cümlelerde samimiyetsizlik yaratıyor. rolüne aylar önceden hazırlanmaya başlayan nergis öztürk'ün performansı ise filmde dikkat çeken noktalardan biri.

romanı malesef okuyamadım, bu nedenle de demirkubuz'un romana sadık kalıp kalmadığı konusunda pek bir fikir sahibi değilim. genelde filmle ilgili eleştiriler seniha'nın abisine duyduğu kıskançlığı demirkubuz'un çok fazla aktaramadığı yönünde. romandan uyarlanan çoğu filmin muhatap olduğu eleştiri, filmin romana bağlı kalıp kalmadığı, romanın yerini tutup tutamayacağıdır. benim düşüncem hiç bir film romanın yerini tutmaz. o nedenle de bu noktada çok fazla takılıp kalmamak gerektiğini düşünüyorum. sonuçta demirkubuz kendi üslubunu kullanarak "kıskanmak"'ı bize sundu. benim kendi adıma çıkarımım ise geç de olsa romanı okumaya karar vermek oldu.
0 com

pandora'nın kutusu (2008)

yeşim ustaoğlu'nun senaryosunu sema kaygusuz ile beraber yazdığı ve yönettiği filmi geçtiğimiz sene bu dönemlerde ödülleri toplamaya başlamıştı. san sebastian film festivali'nden en iyi film ödülü olan altın istiridye'yi alan "pandora'nın kutusu", ülkemizde gösterime sene başında girdi. ve ben filmi ne yazık ki ancak izleyebildim.

"pandora'nın kutusu" karakterleri özenle yaratılmış bir film. annelerini aramak için karadeniz'de büyüdükleri köye doğru yola koyulan üç kardeşin bu yolculuk esnasında birbirlerinden ne kadar kopuk olduğunu, anlaşmazlıklarını görüyoruz ilkin. en büyük kardeş olan ve derya alabora'nın canlandırdığı nesrin'in hem kardeşleri hem de ailesi üzerindeki baskıcı tavırlarına, küçük kızkardeş güzin'in iş hayatında yakaladığı istikrarı özel hayatında yakalayamadığına, sevgilisi tarafından ihmal edilişine, en küçük kardeş mehmet'in ise yaşadığı aylak hayatına tanık oluyoruz.

filmin bu üç kardeş üzerinden yürüyeceğini düşünürken ustaoğlu direksiyonunu farklı yöne kırıyor ve bizi filmi üzerine kuracağı diğer iki karakterle tanıştırıyor: yıllar önce eşi tarafından terkedilen, her yerini çok iyi bildiği dağların yamacında kurulu evinde tek başına ayakta kalmaya çalışan, alzheimer hastası nusret anneanne ve annesinin bunaltan otoritesinden bıkıp çareyi evden kaçmakta bulan, hayatını anne-babasının istediğine göre değil kendi kafasına göre yaşamak isteyen murat.

güzin'in annesini mehmet'e bırakmak üzere evine getirdiğinde anneanne ile torun ilk kez karşı karşıya geliyor. ve bu karşılaşmada ailenin en büyüğü ile en küçüğü arasında farklı bir çekim oluyor. kendisini terk eden kocasının arkasından bakan, çocuklarından çok fazla ilgi göremeyen anneanne murat'ın ilgisinde, murat ise anneannenin şefkatinde buluyor kendisini ve huzuru.

bu hikaye başarılı oyunculuklarla iyice güzelleşiyor. anneanne rolündeki fransız oyuncu tsilla chelton yaşına rağmen oldukça iyi bir performans sergiliyor ve ona yine iyi oyunculuklarıyla onur ünsal, derya alabora, övül aykıran, osman sonant eşlik ediyor. katıldığı film festivallerinden topladığı ödülleri sonuna kadar hak eden "pandora'nın kutusu" mutlaka izlenmeli!
2 com

süt (2008)

"yumurta" ile başlayan yusuf üçlemesi'nin ikinci filmi olan "süt" semih kaplanoğlu'nun senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir film. başrollerinde başak köklükaya ile melih selçuk'un yer aldığı filmde ayrıca saadet ışıl aksoy da bulunuyor.

"yumurta"'da istanbul'da küçük bir sahaf işleten ve dünyası dükkanından ibaret olan yusuf'un annesinin ölüm haberini aldıktan sonra doğup büyüdüğü köye gidişini, birkaç günlüğüne geldiği bu yerden kopamayışını izlemiştik. hatta arada eski defterleri açıp, o dönem ilişkisi olduğu bir kadının varlığını öğrenmiş ancak şimdi o kadının evli ve çocuklu olduğunu anlamıştık. "süt"'ün "yumurta"'nın öncesini anlattığını öğrendiğimde ise bu filmde "yumurta"'da aralanan o defterin iyice açılacağını ve karıştırılacağını düşünmüştüm ki kaplanoğlu ters köşeye yatırdı beni. kaplanoğlu, "süt"'te yusuf'un karakterini oluşturan dönemi aktarmış bize.

annesinin hem analık hem de babalık görevini üstlendiği bir köy evinde yusuf askerlik çağına gelmiş, şiire ilgisi ve yeteneği olan bir delikanlıdır. arkadaş çevresi yok gibidir, köyün dışında kalan bir ören yerine beraber gittiği kız arkadaş adayıyla bile iletişim içerisine giremez. kendi dünyasında yaşamaktadır. hatta annesinin deyimiyle vaktini havaya toprağa bakmakla, kafasını kitaplara gömmekle geçirmektedir. annesi ise tek başına geçimini üstlendiği evin ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmaktadır, yusuf'tan kafasını kitaplardan kaldırmasını ister ve yazdığı şiirlerle evin geçimine katkı yapamayacağını dile getirir. köyün öğretmeninin yönlendirmesiyle bir şiir dergisinde eserini yayımlatan yusuf çok geçmeden annesinin söylediklerini dikkate alır ve sağdıkları sütü kasaba içerisinde satmaya başlar. bir zaman sonra annesinin tren istasyonunda çalışan memur ile girdiği gizli ilişkiyi farkeden yusuf'un evden kopuş süreci başlar.

öykü olarak "yumurta"'dan öncesini anlatan "süt" bunu zaman olarak bize yansıtmıyor. öyle ki ilk filmde, uzun yıllar sonra geldiği evinde yusuf'a yardımcı olan ayla rolünde izlediğimiz saadet ışıl aksoy'a bu filmde nasıl bir rol verildiğini düşünürken onu yusuf'un askerlik işlemleri için geldiği izmir'de bir kitapçıda karşılaştığı, şiir sevdalısı, üniversiteli bir kız olarak görüyoruz. ve böylece iki filmin zaman olarak birbirinden kopuk olduğunu anlıyoruz.

"süt", "yumurta"'ya göre seyri daha zor olan bir film olmuş. sabit kameralar, uzun tutulan sekanslar, oldukça az geçen diyaloglarla hayli içine kapanık bir film var karşımızda. sanki yusuf'un karakterini yansıtırmışçasına... aslında basit olan ancak içine girilmesi zor olan öykü ise süt ve yılan metaforları kullanılarak zenginleştirilmiş. semih kaplanoğlu'nun "yumurta"'dan sonra daha "sade" bir filmle vizyona girmesi ve vizyon başarısını ölçüt olarak almayıp kendi bildiğini okumaya devam edişi takdire şayan. şu sıralar kendisi üçlemeyi tamamlayacak ve anlam bütünlüğünü yakalamamızı sağlayacak "bal" ile uğraşıyor. sabırla bekliyoruz.
2 com

yumurta (2007)

semih kaplanoğlu’nun “yusuf üçlemesi”nin ilk parçasını oluşturan filmidir. başrollerinde nejat işler ve saadet ışıl aksoy yer alıyor.

küçük bir kasabadan istanbul’a göçerek küçük hayat yaşan bir kitapçının doğduğu topraklara geri dönüşüne tanıklık ediyoruz filmde. ilk sahnelerde kitapçının sahip olduğu o küçük dükkan, adamın dünyasını resmektedir. istanbul gibi kozmopolit bir yerde kendisine ait olan, yatıp kalktığı bir dünya. öyle ki dışardan etkenler bile cezbetmiyor bu adamı. bunu da akşam dükkan kapanmadan önce gelen çekici hatuna olan ilgisiz davranışlarından görebiliriz.

annesinin ölüm haberiyle köyüne ziyarete gidiyor. yaşamayı istemediği bu topraklardan annesini gömdükten sonra hemen kaçıp kurtulmak istiyor. ama önce annesinin vasiyeti karşısına çıkıyor. bu son isteği ileriki bi’ zamana ertelemek istese de çeşitli aksilikler çıkıyor karşısına. ve evdeki kızla yakınlaşma başlıyor içten içe. ama bu yakınlaşma herhangi bir fiili harekete de dökülmüş değil. zamanla alışıyor buradaki hayatına zaten şehirdeki hayatında onu çeken bir yan, bekleyen bir şey de yoktur. dediğim gibi film bir yere bağlanmayıp seyirciyi, tabi ilgili olanları, ikinci filme davet ediyor.

(15 kasım 2008'de karaladığım yazıdan)
0 com

devrim arabaları (2008)

daha önce "kuruluştan kurtuluşa fenerbahçe", "hititler" ve "gelibolu" belgesellerini çeken tolga örnek'in geçtiğimiz sonbaharda vizyona sürdüğü film olan "devrim arabaları" yine belgesel yanı olan bir film. sıkı bir hazırlık süreci esnasında murat dişli ile beraber yazdığı senaryoyu birbirinden iyi oyunculardan oluşan, güçlü bir kadro ile beraber beyaz perdeye taşınmış. taner birsel, halit ergenç, vahide gördüm, uğur polat, selçuk yöntem, altan gördüm ve az dakika alsa da haluk bilginer filmde ön plana çıkan oyuncular.

1960 devrimiyle başa geçen cemal gürsel iktidarının 1 yıl sonrasında, katıldığı bir toplantıda "türkler'in araba yapamayacağına" dair yorum alınca oldukça sinirlenir. ve bir heyet toplayarak derhal bir araba yapılmasını ister ve bu arabanın sergileneceği gün olarak 29 ekim'i belirler. böylece daha topluiğnenin bile yapılamadığı bir ülkede, sanayileşme yolunda bir adım atılacak ve otomotiv sanayii sıfırdan yaratılacaktır. ulaştırma bakanlığı, bu görevi devlet demiryollarına verir, gündüz serter'in başını çektiği 23 mühendis eskişehir'de kendilerine tahsis edilen bir atölyede toplanır. demiryollarının çeşitli kademelerinde görev yapan bu 23 mühendisi zorlu bir görev beklemektedir. çoğu hayatlarında araba kullanmayı bırakın, araba bile görmemiştir. ve ayrıca arabayı tamamlamaları gereken süre oldukça kısıtlıdır; 130 gün.

özel hayatlarını bir kenara bırakan, bu işi gurur meselesi haline getiren mühendislerin karşısındaki olumsuzluklar gitgide artmaktadır.130 güne bir araba yetiştirmek amacıyla yola koyulan mühendisler, cemal gürsel'e dokunamayan muhalif grubun hedefi olur. yaptıklarını baltalamak amacıyla yetiştirilmesi gereken araba sayısı ikiye çıkarılır, ayırılan bütçede kısıntıya gidilir ayrıca basın organları kullanarak zaten bu projeye inancı olmayan türk halkını iyice olumsuz bir hava yaratırlar. kulaklarını tüm bu olaylara kapayan mühendisler ise dar zamanda oldukça iyi bir iş çıkararak iki tane araba üretirler (esasen 3 araba üretiliyor).

sonunu iyi bildiğimiz filmde, canını dişine takarak gece gündüz çalışan 23 mühendisin bu kadar kısa süreçte daha önce yapmadıkları birşeyi başarmak için kolkola girip çalışmalarına tanık olurken bir yandan da tavrını artık çok iyi bildiğimiz muhalif kesimin ve türk halkının umutsuz yanını izliyoruz. cumhuriyet'in ilk döneminde kurulan ve seri üretim yapabilecek kapasitesi olan uçak fabrikasının kapatılmasına dair anekdotta söylendiği gibi "türkiye'de hiçbir başarı cezasız kalmaz"'ı oldukça iyi vurguluyor film (hatta ne kadar ironiktir ki, bu söz filmin gişedeki başarısızlığı da açıklıyor. hiçbir kayde değer yanı olmayan, içi boş komedi filmlerimizin yanında malesef gişede iyi hasılat yapamadı "devrim arabaları" ve battı).

bir önceki paragrafta dediğim, sonunu iyi bildiğimiz lafı aslında havada kalıyor. devrim arabası hakkında bize söylenen, kafamızın içine sokulan ilk denemesinin yapıldığı esnada bozulup, yolda kaldığıydı. halbuki, üretilen iki arabadan beyaz olanı kullanım testlerini başarıyla geçmiş, siyah olanı ise zamansızlıktan bu teste tabi tutulamamıştı. cemal gürsel'in tören esnasında siyah arabayı seçmesi ve arabanın benzin göstergesinde kaynaklanan sorundan dolayı benzininin yetersiz olması arabanın yarı yolda kalmasına neden olmuştu. bu hayal kırıklığı cemal gürsel'in hevesini kırar, kendisine muhalif grubun basını da arkasına almasıyla "pahalı ve lüzumsuz" olarak görülen bu proje aynen ortaya atıldığı gibi rafa kaldırılır. acı olan ise diğer "devrim"'in bugün bile hala tıkır tıkır çalışıyor oluşudur.

"devrim"'i sokaklarda yürütmek adına olağanüstü bir çalışma içerisinde olan mühendislerin öyküsüne aralarında en genç mühendis olan kemalettin'in çocuğunun doğumu, baş mühendis gündüz bey'in evinden ayrı kalması nedeniyle eşi suna ile yaşadığı ufak pürüzler katılarak dram dozu arttırılmış. ve bu bölümlerde de vahide gördüm'ün performansı oldukça iyi. erkek egemen kadrosu olan filmde dikkat çekici yanlardan biri olmuş. özellikle taner birsel ve selçuk yöntem başta olmak üzere tüm oyuncular ortaya güzel bir oyun dökmüş. ışık ve görüntülerin üst düzeyde olduğu filme demir demirkan'ın yazdığı prag filarmoni orkestrasının yorumladığı müzikler damgasını vuruyor ve sahneleri tamamlıyor.

ilk olarak 24 ekim'de vizyona giren film, diğer filmlerin yanında gördüğü ilgisizlikten dolayı 1 mayıs'ta tekrar gösterime girmişti. ancak toplamda beklenilen gişe elde edilemedi malesef. film, festivallerde ise birçok ödüle layık görüldü. en son monaco film festivali'nde "en iyi film" ödülünü kaptı. yakın tarihimize dair iyi bir film olmasının yanı sıra türk sinemasının son dönemdeki en güzel eserlerinden biri olan "devrim arabaları" mutlaka görülmeli.
0 com

girdap (2008)

mart 2008′de gösterime giren talip karamahmutoğlu’nun yönetmenliğini yaptığı filmin kadrosu oldukça zengin. ilk olarak “uçurtmayı vurmasınlar”‘da çocuk oyuncu olarak karşımıza çıkan, “kader”‘in zagor’u ozan bilen başrolde yer alıyor. diğer oyuncular ise ali sürmeli, fuat saka, bülent polat, eda özerkan, ibrahim iris ve emre canpolat. selçuk yöntem, betül arım ve ufuk bayraktar ise konuk oyuncular olarak yer alıyor.

filmin gerçek hayattan alınmış bir konusu var. istanbul üniversitesi’ni kazanan umut, antalya’dan istanbul’a yerleşir ve kendisine ev arkadaşları arar. ilan aracılığı ile tanıştığı süleyman ve ismail ile eve çıkar. evde eşyaların ters dönmesi, camın birdenbire kırılması gibi bazı garip olaylar olunca ismail’in aracılığıyla bir hocaya gidilir ve ondan fikir alınır. o ana kadar zeynep ile beraber olan, sosyal bir yaşama sahip olan umut hacı-hoca tayfasına yakınlaştıkça bir değişim içine girer ve kendisini son zamanlarda alışık olduğumuz din ile örtülü bambaşka bir çevrede bulur. ve hayatını bu çevreye göre yaşamaya başlar.

filmin tamamını ve özellikle de finalini ele aldığımızda filmin direk mesaj vermek üzerine çekildiği anlaşılıyor. oldukça iyi bir kadro olmasına rağmen sanatsal yönü zayıf olan, sahnelerin hızlı ve kısa geçişleri nedeniyle derine inemeyen bir film olmuş girdap. umut, oldukça farklı bir çevreye girip, hem kendi içerisinde hem de çevresine karşı bir değişim yaşıyor ancak diyaloglar derine girmekten kaçınıldığı ve üstün körü geçildiği için o değişim hissi pek yansıtılmıyor izleyene. ve filmin dönüm noktası olan bu olay belirgin olmak yerine üzeri silik kalıyor. sadece umut’un yeni ve eski hayatına ait görüntüleri arka arkaya koyup bir zıtlık yaratılıyor. açıkçası söz konusu değişimin zıt yönlü hali “takva”‘da ne kadar iyi aktarılmışsa seyirciye, burada da o kadar kötü.

bir parantez de şu disko sahneleri için açarsam, malesef çektiğimiz disko sahneleri 80′lerdeki filmlerden bir adım öteye gidemedi hala. söz konusu sahnelerdeki ışık kullanımı, yakalanamayan doğallık hala aynı.

son olarak, filmden beni haberdar eden ve izle diyen arkadaşım, “zaman kaybı olarak kabul edeceksen ve bana küfretmeyeceksen izle” demişti, güzel bir yaklaşım. ben de izlemek isteyene aynı sözü diyorum ve postu bitiriyorum.

0 com

sevmek zamanı

meral’in düğün anı; meral, üzgün bir şekilde sandalyeye yaslanarak durur, bu üzücü anın bitmesini bekler, damat başar ise kuşu kafesten kaçırmama korkusunun tedirginlikle meral’in etrafında volta atar. aynı anda dans müziği çalmaktadır ve bu ikilinin ardındaki duvara dans eden insanların gölgeleri yansır.

mutlu insanların siluetleri içerisindeki acı çeken bir insanı perdeye böylesine aktarmak, gerçekten de harika.

0 com

kırık bir aşk hikayesi (1981)

1981 yapımı bir ömer kavur filmi. senaryosu ise selim ileri’ye ait. başrollerinde kadir inanır, hümeyra oynuyor. yan rollerde ise oldukça zengin bir kadro var; halil ergün, orhan çagman, neriman köksal, kamran usluer…

küçük bir sahil kasabasında filizleneni yeşermeye çalışan ancak çevrenin baskısı sonucu kırılan bir aşk hikayesidir bu. aynı zamanda bu kırık aşkın üzerinden kasaba sıkıntısının yansımasıdır.

varlıklı bir ailenin oğlu olarak büyüyen ancak son dönemlerinde maddi sıkıntı yaşayan, hayatı sorgulayan ancak bir yere varamayan fuat ile kasabaya tayin olmuş, önceki hayatında belli ki aşk üzerine sıkıntılar yaşayan aysel öğretmenin aşk hikayesidir filmde anlatılan. kırık bir şekilde başlar, fuat’ın evlenmek istemediği kızla olan nişanında çarpar ilk kıvılcımlar. sonrası da buruk devam eder. küçük bir kasaba halkının bu ilişki üzerinde oluşturduğu baskılar bunaltır ikisini de. fuat’ın çevresiyle olan ilişkilerinde 3. tekil şahıs olarak kalmak fazlasıyla koyar aysel’e. en sonunda da dayanamaz, “çok güzeldi ve çok acıydı” diyerek veda eder fuat’a.

benim için ayrı özel bir yanıysa filmin memleketim, ayvalık’ta çekilmiş olmasıdır. filmle beraber çocukluğumun ayvalık’ını yaşarım, o dar sokakları, bakir kalan dört bir yanını.

0 com

kader (2006)

"üç maymun"dan bahsetmişken nbc’nin ekürisinden demirkubuz’un en sevdiğim filmlerinden olan "kader" hakkındaki karalamalarımı aktarayım istedim. buyurun.

filmin başlarında filmi özetleyen iki sahne vardır bence; biri uğur’un, bekir’in dükkanından çıktıktan sonra bekir’in kızı arabasıyla takip edişi, ki kız burada cezaevinde yatan zagor’a gitmektedir (buna paralel olarak yine bekir’in uğur’u takip etmesi ve akabinde uğur’un köprü altında zagor ile buluşması). filmin geneline bakarsak bekir sürekli takiptedir uğur’u, karşılıksız, garip bir aşk uğruna. önce izmir’e gider, ardından sinop’a ve son olarak kars’a… ancak uğur’un sebebi ise zagor ile buluşmaktır. (bu arada “masumiyet”‘te haluk bilginer’in o meşhur tiradında bahsettiği yer diyarbakır’dır ancak bu filmde kars olarak değiştirilmiş. sanırım bu değişiklikte, nuri bilge ceylan’ın “iklimler” filminin çekimlerinin aynı zamanlarda kars’ta olması, ve iki ahbap yönetmenin yanyana takılmaları var. ki ufuk bayraktar da “iklimler”‘de kars’ta bir taksi şöförü olarak karşımıza çıkıyor).

ikinci sahne ise bekir’in dükkanda bulduğu fotoğraflardan kendine sakladığı fotoğraf. bu fotoğrafta zagor, ağır abi gibi önde durmuş uğur’dan alakasız, uğur ise arkada kalmış sevdiği adama bakmakta biraz çekinerek. bekir fotoğrafı ortadan ikiye keser ve zagor’un olduğu kısmı yırtıp çöpe atar, uğur’un olduğu kısmı ise kendisine saklar. normal hayatta araya girmeye çalışır defalarca ancak ne zagor’u çöpe atabilir ne de uğur’u kendine saklayabilir.


0 com

üç maymun (2008)

nbc’nin kurgu ve görüntüdeki başarısına bu sefer de oyuncu yönetmenliğini eklediği filmdir kanımca. “iklimler”‘i konu ve görsellik olarak beğenmiş, ancak oyunculuklardan dolayı pek tatmin edici bulmamamıştım. hele “uzak”‘tan sonra gelmiş olması daha da bir arttırıyordu bu tatminsizliği. ancak bu filmde hem oyuncu seçimi hem de oyuncuların performansının filme katkısı üst düzeyde.

buradan sonrası ağır spoiler içeriyor ona göre okuyalım veya okumayalım.

öncelikle adıyla son derece bütünleşmiş bir film, üç maymun. karakterlerinin olaylara karşı olan tepkileri, özelikle yaşadığımız toplumdaki “namus” denilen olguyu da hesaba katarsak oldukça umarsız. karakterler için bir konsept olmuş bu umursamazlık, aile bireyleri arasındaki kopuşu da beraberinde getiriyor. ancak tek bir yerde bu noktadan ayrılıyoruz, finale doğru yol alırken hacer’in servet’e olan ilgisinden dolayı onun ayaklarına kapanacak kadar küçük düşmesi.

filmin ilk yarısının sonunda karşımıza çıkan ölü kardeşe takıldım çok. izlerken, öyküye olan katkısını bekledim sürekli. bir de final öncesi sahnede karşımıza çıktı. filmden tüm bu kardeşle ilgili sahneleri çıkartalım, ne değişir? filmden sonra beyin fırtınası yapayım dedim bu çocukla ilgili, çocuğun ölümünden sonra anne ile baba arasında uçurum oluşmasına neden oldu diye düşündüm. yine de gerek bulamadım bu sahnelere.

film içerisinde hayata dair pek çok ayrıntı var, dikkatimi çekenlerden bir tanesi hacer’in kocası eve döndükten sonra, yıkanıp aklanıp, erotik iç giyimiyle yatakta kocasını beklediği sahne. kocası içeriye giriyor ve hacer yatakta neredeyse hazır olda gibi yatıyor, kocasına “isterik bir ifade sunayım mı sunmayım mı” gibisinden bir ikileme düşüyor ve “hadi gel” gibisinden bir mimikle bitiriyor olayı. orta sınıf hatta kırsal kökenli türk kadınının erotizme bakış açısını temsil ediyor bence.

belirttiğim sahnenin arkadasından ise nbc filmlerinde görmeye alıştığımız bir tavır giriyor devreye; kırsal kökenli erkeğin kadına olan baskısı ve şiddeti. “iklimler”de biraz daha sertti bu şiddet, bu filmde yine o noktaya varır mı diye bekledim o sahnelerde. biraz soft takılmakla yetindi eyüp.

final kısmında yönetmen seyirciyi biraz sıkıştırıyor açıkçası. izlerken kendi kafamdan normal final harici 3 tane daha final koydum. ilki eyüp’ün yatakta ağlarken, ölü oğlu odadan çıkarken, ikincisi eyüp’ün eşini intihar ederken kafasında kurgulayışından sonra ismail’in annesine cinayeti itiraf ediyor ve kamera yine eyüp’e çevriliyor orada da bitirdim kafamdan, üçüncü olaraksa eyüp’ün karısına atla dedikten sonra sokaklara karışması sırasında. nbc ise kapanışı kendi tarzında yapıyor, özellikle “uzak”‘tan aşina olduğumuz kasvetli bir istanbul manzarasıyla sonlandırıyor filmini.