komedi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
komedi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2 com

midnight in paris (2011)


jack kerouac, kökenlerinin paris'te olduğuna inanıp, çok sevdiği yola atlayıp paris'e gelişini, paris'te her yerde kökenlerine ait bilgileri edinme çabasını, hatta biraz da kendini tanıma çabasını ve burada yaşadığı aydınlanmayı "paris'te satori" kitabında anlatır. woody allen'ın avrupa'daki duraklarından biri olan paris'te geçen filmi bana bu kitabı çağrıştırdı. kendisiyle son derece uyumsuz olan nişanlısı inez'in babasının iş gezisi nedeniyle geldikleri paris'te, inez'in antipatik arkadaşlarıyla beraber dansa gitmeyi reddeden gil, paris sokaklarında kaybolur. bir merdivene çökmüş umutsuzca ne yapacağını düşünen gil'e önünde duran arabadan yapılan davet sadece bir şehir turu için değildir. onun altın çağı'na giriş için, aydınlanması için bir kapıdır.

"midnight in paris", konusu itibariyle allen'ın son dönemde çektiği avrupa'da geçen filmlerinden farklı bir yerde. edebiyat, sinema çevrelerine olan vurgularıyla daha çok new yorker filmlerini andırıyor. filmi izlemeden önce woody allen'ın sinema diline aşina olmak ve hatta filmde geçen dali, picasso, hemingway, fitzgerald gibi isimler hakkında belli bir düzeyde bilgiye sahip olmak filmden alınan zevki kat kat arttırıyor. düz bir seyirle de filmden zevk alınabilir ancak karakterlerin çok fazla karikatürize edildiği gibi gereksiz yorumlara rastlamak mümkün olabiliyor.
0 com

de helaasheid der dingen (2009)

geçtiğimiz senenin oscar ödüllerinde yabancı dilde film dalında belçika'dan aday olan filmimiz bir yazarın geçmişini ve bugününü konu alıyor. iş harici vaktini, iş yerinin hemen yakınındaki bir barda geçiren ayyaş bir baba ve en az onun kadar berduş amcalarıyla beraber küçük bir kasabanın küçük bir evinde yaşayan gunther'in gidişatı da haliyle onlara benzer görünür. ancak okuldaki derslerine geç kaldığında veya katıldığı derslerde sorun çıkardığında öğretmeninin ona verdiği bir konuda 4-5 sayfalık yazı yazma cezası onun kurtuluşu olur. ironik olarak oldukça kof bir ortamda yetişen gunther bu cezalar sayesinde bir gün yazarlığa adımını atar ve amcalarının deyimiyle ailesinin en kültürlü adamı olur.

güzel bir kurguyla, ileri geri sararak bize yansıtılan bu trajikomik film sırf kapanış sahnesi için bile izlenebilir. "ex drummer" sonrası yine güzel bir belçika yapımı.
0 com

the haunted world of el superbeasto (2009)

rob zombie'nin iki "halloween" arasına sıkıştırdığı bu animasyon filmini izleyebileceğimden şüpheliydim. zira film 2009'un yaz aylarında görücüye çıkmış o tarihten bu yana altyazısı olmadığından izleyemiyor ve "halloween 2" başarısızlığından sonra iyice merak ediyordum. ki kısa bir süre önce filmin altyazısı dilimize kazandırıldı.

daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, rob zombie'nin kendi yarattığı karakterleri çok seviyorum ve onun karakter yaratmada başarılı olduğunu düşünüyorum. bunun için ilk ilki filmi olan "house of 1000 corpses" ve "the devil's rejects"e göz atmakta fayda var. bu iki filmde de ortak olan karakterlerden captain spaulding, otis ve baby bu tezime örnek olarak sunduklarım. kendisinin daha sonra "halloween" serisine el atması ve michael myers üzerinde değişiklikler yapması serinin bazı fanlarını üzdü. ilk filmiyle hayli tatmin olsam da ikinci filminde hayal kırıklığına uğradığımı söylemeliyim. daha önce kendisinin çizgi roman olarak yarattığı "the haunted world of el superbeasto"da ise yine benzer tadda karakterler var. birer anti-kahraman olarak karşımıza çıkan seks düşkünü, dövüşçü superbeasto ve seksi kız kardeşi suzi-x. ayrıca daha önceki filmlerinde arka planda kalan dr. satan bu filmde bir hayli ön planda. ve sid haig tarafından canlandırılan (bu filmde de seslendirilen) captain spaulding kısa bir süre de olsa filmde gözüküyor.

superbeasto ile kardeşi suzi-x'in dr. satan tarafından kaçırılan striptizci von black'i kurtarmaya çalışmasını konu alan animasyonda rob zombie'nin nazilere, sıkıcı amerikan filmlerine, japon hentailerine dokundurmalarına da rastlıyoruz (şarkı sözlerinin çevrilmiş olan altyazısıyla izlemenizi özellikle tavsiye ederim). opening title'ı ile 40'ların sinemasına, azgın robotu ile "the phantom creeps"e, bir sahnesiyle de "carrie"e selam duran, rob zombie'nin hastalıklı beyninde üremiş bu animasyonu şiddetle tavsiye ederim.
0 com

ada: zombilerin düğünü (2009)

geçtiğimiz yaz ilk türk zombie filmi çekileceği haberini öğrendiğimde oldukça heyecanlanmıştım. senelerdir kafamda kurduğum, yurdum topraklarını zombieler istila etse ne olurdu sorusunun cevabı ortaya çıkacaktı. sonra facebook üzerinden gönüllü zombie olmak isteyenlere çağrıda bulunuldu, oraya gidip birkaç saatliğine de olsa zombie olmayı çok istemiştim, üstelik bu konuda gayet yeterli olduğumu düşünüyorken :) ancak şartlar istanbul'a gitmeye elvermedi. popomun üzerine oturup filmin çıkmasını beklemeye başladım.

bundan 11 sene önce yaratılan kurmaca bir öykü ile beraber önümüze sunulan "the blair witch project"'in gerçekçiliğini doruk noktaya çıkaran handycam çekimleri yakın dönemde karşımıza daha sık çıkar oldu. romero'nun senaryosunu yazdığı "diary of the dead", dev bir canavarın new york'ta yarattığı dehşeti anlatan "cloverfield", yakın döneme damgasını vuran ispanyol korku serisi "[rec]"ve "[rec]2" bu türde ilk aklıma gelen örnekler. "ada: zombielerin düğünü" de bu zincire eklenen yeni halka oldu.

türkiye'nin ilk zombie filmi olma iddiasını taşıyan ve her fırsatta bu özelliğini öne süren film, haliyle ben gibi zombie sinemasına düşkün insanların yanı sıra korkuseverlerin de ilgi odağı haline geldi ve filme dair beklentileri arttı. ancak bu noktanın film için bir handikap olduğunu düşünüyorum. öyle ki filmde ön plana, zombielerden daha çok gençlerin geyik dozajı yüksek diyalogları çıkmakta. zombie sinemasının olmazsa olmazı gore sahnelere, yaşayan ölülerin yarattığı dehşete bolca rastlayacağımı düşünürken, bu beklentim havada kaldı (ancak dükkan-ül hayal'in elinden çıkan makyaj ve efektlerin başarılı olduğunu söyleyebilirim). özellikle düğün sonrasındaki orman sahnelerinde gençlerin zombielerle karşılaştığı anda tavan yapan gerilim, birden başka sahneye atlanmasıyla bir anda dibe vuruyor ki insanın hevesi kursağı kalıyor. bu sahnelerin dışında filmde gerilim adına pek bir şeye rastlamıyoruz. bu durumu da kameranın kişiye bağımlı olmasına mı yoralım (aynı şartlara sahip "diary of the dead"de gerilim üst düzeydeydi, elde romero tecrübesi olduğunu unutmayalım) yoksa arazinin genişliğine mi ([rec] serisinde klostrofobik atmosferin de yarattığı gerilimin payı var, hem de zombielerle yakın temas daha fazlaydı). aslında her ikisi de değil gibi. anlaşılan filmin yönetmenleri murat emir eren ile talip ertürk, korku-komedi terazisinde komedinin ağır basmasını tercih etmiş ve bunu gerek istila öncesi dönen geyikler gerekse sonrasında zombieler üzerinden dönen muhabbetler üzerinde yoğunlaştırmış. yani "ada: zombilerin düğünü", türünün en iyi örneği olan "shaun of the dead" veya son dönemde dikkat çeken "zombieland" ve "doghouse"da rastladığımız gibi komedi unsurları zombielere çok bağlı değil, bu da bütçe meselesi sonuçta. geyik dozu yüksek diyalogların samimiyeti ise filmin korku yönündeki olumsuzluklarını örtecek hatta filmi zevkle izlenir kılacak kadar başarılı. zaten filmden sonra akıllarda zombielerden ziyade diyaloglar kalıyor.
0 com

zmd: zombies of mass destruction (2009)

zombie sineması, üzerinden mesaj vermeye oldukça açık bir janrdır. özellikle romero, filmlerinde bu yolu tercih etmeyi pek sever. ancak her yiğidin de harcı değil bu mesele. özellikle de "zmd"ye bakınca bunu daha kolay anlıyoruz. son dönemde sürüsüyle örneğini izlediğimiz korku-komedi türüne ait olan filmde mizah, özellikle amerikalıların müslümanlara bakış açısı ve amerikan muhafazakar kesiminin eşcinseller üzerine olan tutumları üzerine kurulmaya çalışılmış ancak çok sırıtmış. tüm bu yapaylık filmin ilk çeyreğini kaplıyor ve izleyeni bayıyor. taa ki zombie kardeşler ortalığı kan gölü çevirene, eğlence başlayana kadar. başarılı zombie makyajları ve efektlerin yerinde kullanımı açılıştaki sıkıntıyı unutturuyor. geriye kalan kısımda türünün klişelerini bulunması bana pek dokunmadı, pek eğlendim. ayrıca 2011'de filme kardeş geliyormuş.
1 com

the boat that rocked (2009)

kariyerine"mr. bean", "bridget jones", "nothing hill" senaryolarını sıkıştırmış olan richard curtis'in "love actually"den sonra ikinci filmi olan "the boat that rocked", fena halde rock'n roll sosuna bandırılmış bir absürd komedi. muhteviyatındaki bir dolu absürdlüğe rağmen film, tarihten bir gerçeğin üzerine oturtulmuş: korsan radyolar. 70'lerin ortasında muhafazakar yönetimin başında olduğu ingiltere'de pop ve rock gibi "öteki" müzikler radyolarda pek kendine yer bulamıyormuş. bu kısıtlamayı da çeşitli korsan radyolar delmişler ve şu an çılgın attığımız internet ortamında özgürce dinlediğimiz pop ve rock'n roll müziği ingilizlerin kulaklarına sunmuşlar.

filmde bir grup dj'den oluşan radio rock tayfası ile o soğuk, muhafazakar ingiliz yönetimi arasındaki sürtüşmeleri izliyoruz. gemiye yeni gelen yeniyetme carl'ı milli yapma çabaları, dj'ler arasındaki muhabbetleri, gemiye kabul edilen groupieler filmin içini dolduran diğer unsurlar. ve tabi ki rock'n roll. neredeyse müziksiz bir sahnesi olmayan filmde david bowie'den leonard cohen'e, the who'dan jimi hendrix'e döneme damgasını vurmuş isimlerin parçaları kulaklarımızı şenlendiriyor. şu ana kadar izlemediyseniz izlenecekler listesine +1 olarak geçsin.
1 com

up in the air (2009)

walter kirn'ün 2001 yılında yayımlanmış olan aynı isimli romanından sheldon turner ve jason reitman tarafından senaryolaştırılarak beyazperdeye uyarlanan "up in the air"ın başrollerinde george clooney, vera farmiga ve anna kendrick yer alıyor. "thank you for smoking" ve "juno" filmlerinin yönetmeni jason reitman ise sadece senaryoyu uyarlamakla kalmıyor, aynı zamanda filmin yönetmenliğini de üstleniyor. merakla beklenen "82. oscar ödülleri"ne "en iyi film", "en iyi aktör", "en iyi yardımcı kadın oyuncu (vera farmiga - anna kendrick)", "en iyi yönetmen" ve "en iyi uyarlama senaryo" dallarında aday olan "up in the air" böylelikle 2009 yılının en iyi filmleri arasına şimdiden ismini yazdırmış oluyor.

ryan bingham, ilginç mesleği gereği diğerlerinden oldukça farklı biridir. elemanlarını işten çıkaramayacak kadar aciz olan şirket sahiplerinin görevlerini üstlenen ve çalışanlara kibar yoldan "kovuldunuz" diyen ryan'ın neredeyse her günü ayrı bir ülkede, şehirde geçmektedir. bu durumun etkisiyle ryan havalimanlarını evi gibi gören, düzenli bir hayatı ve ciddi bir ilişkisi olmayan, ailesinden kopuk bir adam olarak karşımıza çıkıyor. tüm bu süreç içerisinde bizler de işten çıkarılan insanların farklı ruh hallerini, tepkilerini ve işlerini ne kadar benimsediklerini izliyoruz.


"düzenli" diyebileceğimiz bir hayatı olmadığını belirttiğim ryan, iş seyahatlerinden birinde tıpkı kendisi gibi olan alex'le tanışır. birbirlerinden oldukça etkilenen ikili, benimsedikleri hayat tarzları sebebiyle ciddi bir ilişkiye girişmezler ve uygun olan zamanlarda buluşarak aşklarını tazelerler. ryan'ın alex'le tanışması, ardından pek de samimi olmadığı kız kardeşinin düğününe onu davet etmesi, uzun zamandır aklına dahi getirmediği "yerleşik" hayat tarzını gerçeğe dönüştürmek için bazı şeyleri düşünmesini sağlar. ne var ki bağlı olduğu hayattan vazgeçmek, onun için hiç kolay olmayacak bir durumdur.

hikaye aslında bir adamın tam ortasında bulunduğu iş, aşk, yalnızlık, rekabet, aile, arkadaşlık gibi birçok konuyu içeriyor. tek bir konu gibi gözüken fakat birçok farklı noktaya değinen, arada bazı esprilerle de gülümseten bir film "up in the air". bence 2009'un iyi filmlerinden biri, izlenmeli.

2 com

taking woodstock (2009)

"crouching tiger, hidden dragon" ile dikkatleri üzerine çeken ve 2005 yılında "brokeback mountain" ile oscar ödülünü kazanan tayvanlı yönetmen ang lee, bu sefer dünyanın en önemli müzik olaylarından biri olan woodstock festivali üzerine eğilmiş. filmde ana karakterlerden biri olan elliot tiber ve tom monte'nin yazdığı “taking woodstock: a true story of a riot, a concert, and a life" kitabı james schamus tarafından senaryolaştırılarak ang lee'ye sunulmuş. filmde elliot tiber'i demetri martin canlandırmış. aynı zamanda birbiriyle rahatlıkla organik bağ kurabileceğimiz "into the wild"da alaska'ya yolculuğunu izlediğimiz alexander supertramp'i canlandıran emile hirsch, bu filmde karşımıza vietnam savaşı'ndan yeni dönmüş olan ancak savaşın sendromlarını üzerinden atamayan billy olarak çıkıyor.

filmin konusuna kısaca bir göz atalım. elliot tiber, geçimini iç mimar olarak kazanmaya çalışmaktadır. ancak işini yaptığı kişiler kendisine ücret ödememektedir. kalan zamanlarında yeteneği oldu resim üzerine çalışmalar yapan tiber, bu çalışmalarının da karşılığını alamamaktadır. ailesinin white lake'te işlettiği otelde de işler yolunda gitmemektedir. iyi hizmet anlayışının oldukça uzağında olan, bolşevik devriminden kaçarak amerika'ya gelen asık suratlı annesi otelin geleceğinin önündeki en büyük engeldir. aşmaları gereken diğer zorluk ise taksitlerini ödemekte zorlandıkları mortgage kredisidir. white lake'te durum böyleyken, woodstock'ın düzenlenmesi beklenen walkill'de de aksilikler yaşanmaktadır. festivale katılacak olan hippielerin beraberinde getireceği sorunlar! walkill ahalisini endişelendirir ve festivali kasabalarında düzenlemekten vazgeçerler. woodstock ventures yöneticilerinin yeni bir yer arayışı ile tiber'in finansal krize çözüm arayışları birbirlerini bulmalarını sağlar. ve woodstock daha önce ilan edildiği tarihlerde white lake'te düzenlenir.

"taking woodstock", adını aldığı festivali bize özne olarak değil de nesne olarak sunuyor. bu nedenle de filme, festivali anlatan bir film olarak yaklaşmamak gerekir. filmde festivalin yapıldığı yer olan white lake kasabası ve o kasaba sakinlerinden teichberg ailesi üzerindeki değişimlere daha çok odaklanılıyor. filmin senaryosunun tabanını aldığı kitabın olayların merkezinde yer alan elliot tiber tarafından yazılıyor oluşu, eğer gerçekler kendisi tarafından birebir yansıtıldıysa, festivalin arka bahçesi hakkında daha fazla bilgi sahibi olmamıza neden oluyor. örneğin festivalin bir noktadan sonra ücretsiz hale gelişinin nedenini, festival alanı henüz düzenlenirken kitlelerin alana gelmesi ve organizatörler tarafından da mecburen ücretsiz olarak içeriye alınmaları olarak biliyordum. hippielerin kitleler halinde white lane'e akmasına neden olan meğerse festival öncesi düzenlenen basın toplantısını yapan elliot tiber'in uçmuş kafayla festivalin ücretsiz olacağını saçmalamasıymış. bu da 80 bin civarı kişinin gelmesi beklenen festivale 800 bin kişinin katılmasına, haliyle de festivalin müzik tarihine altın harflerle yazılmasına neden olmuş.

altın harflerle yazılma nedeni sadece katılımın aşırı derecede fazla olmasıyla özetlenemez tabi ki. vietnam savaşı'nın yaşandığı yıllarda barış söylemi içerisindeki 'öteki' insanların, jimi hendrix, grateful dead, santana, joan baez, jefferson airplane, janis joplin gibi müziğin dev isimleriyle buluşması bu önemi yaratan. filmin başlarında da dönemin sorunu olan vietnam savaşı'na, savaştan dönen ve sendromları üzerinden atamayan billy üzerinden kısaca atıfta bulunuluyor. ekonomik kriz içerisindeki el monaco otelinin sahiplerinden baskın karakterli anne ise başlarda kasabayı istila edecek olan hippielere karşı tavır içerisindeyken festivalin kısa zamanda kendisi için büyük bir kapısı haline dönüşmesiyle tavrını giderek yumuşatıyor. tavrın en yumuşak haline ise annenin kendisine ikram edilen spacecake'lerden 4 dilim yediği sahnede rastlıyoruz. bizim bildiğimiz uyuşturucu aileyi parçalayan bir faktörken, burada aileyi bir araya getiriyor.

film, içeriğini bir müzik festivalinden almasına rağmen hiçbir sahnesinde konserlere rastlayamıyoruz. genel olarak organizasyon işlerini ve festival alanınında yaşananlara tanık oluyoruz. barış ve özgürlükten yana olan insanların nevalelerinden o ana dek uyuşturucudan uzak durmaya çalışan elliot tiber'e de pay düşer. bu kısımdaki sahneler, festival ile aynı yıl çekilen ve bir başka organik bağ kurulabilecek olan dennis hopper'ın "easy rider"ını aklıma getirdi. filmde adamımızın lsd aldığı sahneleri hatırlayın. o kaos anının hopper tarafından ne denli başarılı ele alındığını zaten unutmanız mümkün değil. ang lee'nin bize yansıttığı trip ise, bahsettiğim kadar başarılı olamasa da teknolojinin nimetleriyle farklı güzellikte (bu cümleden uyuşturucu güzellemesi yaptığım anlamını çıkaranın alnını karışlarım!).

"taking woodstock" bahsettiğim gibi festival sahnesinin kenarından dahi geçmeyen o anda yaşananlara odaklanan bir film. yer yer belgesel tadındaki görüntüleriyle de gerçeklik payını arttırıyor. bu yaklaşımla beklenrilerinizi oluşturup filmi izlemeye koyulursanız tatmin olacağınızı düşünüyorum.
0 com

confessions of a dangerous mind (2002)

confessions of a dangerous mind, chuck barris'in aynı isimli 1984 tarihli otobiyografik romanından, usta senarist charlie kaufman tarafından senaryolaştırıp george clooney yönetmenliğinde beyazperdeye uyarlanan bir film. dünya çapında birçok önemli film festivalinde gösterilip izleyicilerin beğenisini kazanan filme "berlin film festivali"nden "en iyi erkek oyuncu" ödülünü kazandıran sam rockwell'ın "chuck barris" performansı ise gözardı edilemeyecek cinsten. george clooney'nin ilk yönetmenlik denemesi olan confessions of a dangerous mind'ın başrollerinde yer alan diğer isimler ise drew barrymore, george clooney, julia roberts, rutger hauer ve maggie gyllenhaal. (george clooney'nin kadim dostları brad pitt ve matt damon'ın, clooney'nin hatrına yer aldığı 2'şer saniyelik rollerini saymıyorum)

biyografik bir film olan confessions of a dangerous mind, televizyon yapımcısı chuck barris'in new york'ta bir otel odasında kendi kendine hayatını sorgulayıp büyük bir psikolojik bunalım geçirirken başlıyor. 1981 yılına tekabül eden bu görüntülerin ardından ne olduğunu anlamak için 1955 yılına dönerek barris'in hayatını izlemeye başlıyoruz. yaratıcısı olduğu programlar sayesinde televizyon dünyasının tanınmış isimlerinden olmayı başaran barris'in inişli çıkışlı iş hayatı, bir cia görevlisiyle tanışmasıyla ikiye bölünüyor. cia görevlisi barris'e cia ajanlığı teklif ettikten sonra barris hem televizyon işine devam ediyor, hemde bu işinden dolayı yurtdışında olduğu zamanlarda cia ajanlığı yapıyor.

hayatı tam anlamıyla ikiye bölünmüş olan chuck barris'in ruh hali, filmin başrolünde yer alan sam rockwell tarafından başarılı bir şekilde ortaya konuyor. filmin konusu -ya da kitabın- her ne kadar doğrulukları ispatlanmamış bir şekilde karşımıza çıksa da, oldukça sürükleyici ve keyif veren bir film olmuş confessions of a dangerous mind. george clooney'nin ilk yönetmenlik denemesi olmasına rağmen saygıyı hakeden bir film. izlenmeli.
0 com

soul kitchen (2009)

fatih akın'ın uzun zamandır gösterime girmesini beklediğim filmi "soul kitchen" nihayet yeni yılın ilk günü gösterime girdi. adetim olduğu üzere film hakkında hiçbir şey okumayarak sinema salonunun yolunu tuttum. izmir'in sıkıntılı havasından sıyrılıp salondaki koltuğuma yayılmış konsantrasyon çalışmalarımı devam ettirirken son dönemde salonlarda yaşadığım tuhaf olaylara bir yenisi daha eklendi. bayanın biri, arka sıradakilere çıkışıyordu. yüksek sesle söylediği "ben sizin üzerinize çıkmadım hanfendi" cümlesini bitirdiğinde olayın orada kapanmayacağından emindim. ve kapanmadı da. ilk başta sözün muhattabından karşılık gelmedi, belli ki bu sakinlik aynı bayanı çıldırtmış olmalı, gözleriyle karşısındakini süzdü süzdü ve atağını sürdürdü: "oooh iyi ki çıkmışım üzerinize, çok mutluyum. film bitsin yine çıkıcam." salondaki artniyet sahipleri kıkırdarken bense bıyık altından gülüyordum. guy ritchie'nin "sharlock holmes"ü ve "kutsal damacana 2"nin fragmanlarından sonra filmimiz nihayet başladı.

fatih akın, yine ekibini toplayıp karşımıza gelmiş. başrolde yer alan adam bousdoukos, moritz bleibtreu'nun önceki fatih akın'la önceki çalışmalarını saymaya gerek yok. keza abisi cem akın'ın da. sadece "gegen die wand"da muhafazakar aile babası olarak izlediğimiz demir gökgöl'e bunda tam tezat bir şekilde şarapçı yunan rolünde rastlamak hoştu. içeriğe gelirsek; akın'ın "soul kitchen"da önümüze sunduğu hikaye yine bir göçmen aile üzerine kurulu ancak daha öncekiler gibi dram sosuna bandırılmış değil. yine senaryosunu kendi yazdığı "kebab connection" gibi komedi ve romantik öğeler hakim filme. bir başka ilişkilendirebileceğim film ise "solino". akın'ın ilk kez mutfağa daldığı bu filmde hayata farklı açılardan bakan iki kardeşin çatışmalarla dolu hikayesini izlemiştik.

"soul kitchen", yine iki kardeşin öyküsünü anlatıyor. büyüğü ilias, hırsızlık suçundan dolayı hapis yatmakta ve cezasını tamamlamasına 6 ay kala her gün şartlı olarak dışarıya çıkmaktadır. küçüğü zinos ise zamanında ucuza kapattığı viran bir mekanı kendi çabalarıyla bir lokanta haline getirmiş ve adını müzik zevkine uygun biçimde "soul kitchen" koymuştur (burada the doors'un şarkısına bir vurgu yapılmıyor). soul kitchen, müdavimlerine farklı lezzetler sunmayan, menüsünü dondurulmuş yiyeceklerin oluşturduğu, kendi yağıyla kavrulan bir lokantadır. kazanılan para günü ancak kurtarmaktadır ve zinos bu durumdan pek memnun değildir. sevgilisi nadine'in işi dolayısıyla şanghay'a gitmesi de bu duruma tuz biber ekmektedir. tam bu esnada karşısına "seinfeld"teki soup nazi'yi andıran asabi aşçımız shayn çıkar ve soul kitchen'ın mutfağına eksik olan ruhu katmaya başlar. şansın da yardımıyla soul kitchen giderek popüler bir mekan haline gelir. ancak lokantada esen bu rüzgarı tersine döndürecek iki durum vardır: zinos'un karşısına shayn ile aynı gece çıkan thomas neumann'ın mekanda gözü oluşu ve zinos'un herşeyi geride bırakıp sevgilisinin yanına, şanghay'a gitme isteği.

zinos'un hayatını şekillendiren dönüm noktaları ve sonuçları filmde çok iyi işlenmiş. izleyen olacakları kafasında şekillendirmeye çalışırken bir anda kontrpiyede kalabiliyor. filmin bu yanını çok tuttum. övgüyle bahsedebileceğim bir diğer unsur ise müzikler. fatih akın sinemasının en göze çarpan özelliklerinden biri olan müzik "soul kitchen"da da önemli yer kaplıyor hatta başrol oyuncusu kadar öne çıkıyor. ayrıca o kadar kelam ettik, birol ünel demeden olur mu? filmi izleme nedenlerimden biri olan ünel, aşçı shayn rolünde çok fazla süre almasa da kendisini izlettiriyor. ve 'bir insan her haliyle karizma olur mu' sorusunu cevaplandırıyor (nick cave 1, birol ünel 2).

"soul kitchen", ne başından sonuna kadar kahkahalar eşliğinde izleyeceğiniz bir komedi filmi, ne de buram buram romantizm kokan bir film. bu iki öğeyi terazinin kefelerine yerleştirirsek, komedinin hafifçe ağır bastığı bir film sadece. fatih akın'ın en iyileri arasına girebilmesi de zor gözüküyor. ancak keyif veren, finalinde hafiften kusturica'ya göz kırpan öyküsüyle tercih edilebilecek bir film.
0 com

adventureland (2009)

yaşadığımız hayatı kodlayanlar belirli dönemlerde üst üste kötü şeylerin yaşanmasını özel olarak mı tasarlamışlardır, yoksa bu bir bug mıdır? bir insan arka arkaya yaşadığı olumsuz vaziyetlere ne kadar dayanabilir? kolejden mezun olan james brennan'ın yaşadıklarına ne demeli peki? önce mezuniyet haftasında sevgili tarafından terkediliyor. ancak ailesinin onu mezuniyet ödülü olarak avrupa seyahatine göndereceğinden bu ona pek koymuyor. karşı cinsle henüz bir 'cinsel ilişki' yaşamamış olan james bu tatilde avrupa ortamlarında kabuğu kırmayı planlamaktadır. ne var ki, babasının işlerinin yolunda gitmemesi onu bu planlardan alıkoyacaktır. bir anda ne olduğunu anlayamayan james'e son darbeyi de annesi indirir; eğer önümüzdeki sene columbus üniversitesi'nde okumaya devam etmek istiyorsa yaz tatilinde çalışmak durumundadır.

1987 yazında james brennan'ın yolunun adventureland'e düşmesi böyle gerçekleşir. büyük bir lunapark olan adventureland'e olan başvurusu saniyesinde kabul edilen james, gezinti alanında çalışmak ister ancak ona oyun alanında görev verilir. ilk günlerinde yavaş yavaş işe ve ortama ısınmaya çalışan james, aynı departmanda çalışan em ile tanıştıktan sonra ona ilgi duymaya başlar. ancak em'le gizli bir ilişki yürüten teknisyen connell ve parkın diğer güzel kızı lisa p. işlerin karışmasına neden olur.

genel olarak "romantik" yaftasını yapıştırabileceğimiz filmde komedi unsurları, bir geek karakter olan james üzerinden yansıtılıyor izleyene. filmin başlarında yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilişkiye atıfta bulunan karakterleri görüyoruz. ancak öykünün geri kalan kısmında bu nokta üzerinde pek durulmuyor. ve iki gencin arasındaki elektriklenmeye odaklanılıyor. "zombieland"de de karşımıza çıkan jesse eisenberg ile şu sıralar "twilight" ile popüler olan kristen stewart'ın başrolünde oynadığı bu gençlik filmi türünün diğer örnekleri arasında öne çıkacak bir sihire sahip değil. kristen stewart göz kısıp, alt dudağı ısırmaktan ibaret oyunculuk gücünü burada da sergiliyor. oyuncu performansları pek ahım şahım değil, öykü ise daha önce pek çok kere denenmiş. elle tutulur tek yan the cure, judas priest, hüsker dü ve lou reed gibi isimlerden oluşan müzikler. diyeceğim şudur ki, izlenilmezse pek bir şey kaybedilmez.
1 com

away we go (2009)

bazı filmler vardır sizi direk afişiyle yakalar. o afişin havasına kanıp filmi izlersiniz ve eğer içgüdüleriniz bu hususta güvenilirse genelde tercihleriniz isabetli olur. bu nedenle izleyeceğim filmleri seçerken afişleri de benim için bir kıstas oluyor. son zamanlarda bloglarda gezinirken rastladığım "away we go" ilkin afişiyle gözüme çarptı. böyle bir afişten tırt bir film çıkamazdı ya.

yönetmenliğini sam mendes'in yaptığı inceden "simyacı" temasına sahip filmin konusu kısaca şöyle. yaşam yolunun yarısına gelmiş çiftimiz hala düzenlerini kuramamışlardır. düzen vermeye çalışan burt ve verona, bebek beklemektedirler. hamileliğin 6. ayında bir akşam yemeği için burt'ün ailesine giden çift orada ailenin aldığı yeni kararı öğrenir: hayallerini gerçekleştirmek için 2 yıllığına belçika'ya gideceklerdir. bu kararı öğrenen burt ile verona yakın arkadaşlarının bulunduğu yerleri gezip, çocuklarını doğuracakları yeni bir ev, yeni bir ortam aramaya koyulurlar.

burt ve verona'nın evlerini arkada bırakıp bu yolculuğa koyulurken ağızlarından çıkan sözler yeni bir ev bulmak üzerinedir. ancak onların phoenix, madison, montreal, miami gibi kuzey amerika'nın dört bir köşesine olan seyahatlerinde, yeni bir yer arayışlarından daha çok, "nasıl birer iyi ebeveyn oluruz" sorusuna cevap arayışları gözümüze çarpıyor. gittikleri yerlerde beraber takıldıkları yakınlarının çocuklarıyla hatta birbirleriyle olan ilişkilerini gözlemlemeleri ve bunlardan dersler çıkarmaları da bize bilahere sunuluyor.

"away we go", anlaşılabileceği gibi bir yol filmi. hatta güzel müziklerle bezenmiş bir yol filmi. üstelik absürdlükten ibaret komedi unsurları ve "before sunrise" & "before sunset" gibi diyaloğa dayalı bir film oluşuyla benim için biçilmiş bir kaftan. sözün özü; şu son paragraftaki anahtar kelimeler ilgi alanınız içerisindeyse bu filmi kaçırmayın.
0 com

vavien (2009)

"vavien" hakkında haberdar olduğumda filmin yönetmenlerinin taylan biraderler olduğunu bilmiyordum. popüler kültür sağolsun, "vavien"i engin günaydın'ın senaryosunu yazdığı ve başrolünü binnur kaya ile paylaştığı film olarak belledim kafamda. eğer yönetmenleri hakkında bilgim olsaydı, zamanında yaşadığım "okul" fiyaskosu bana filme önyargı doğuracaktı. dün filmle ilgili yazılanları, ki genelde bu yazılar güzelleme şeklinde, okuduktan sonra gönül rahatlığıyla sinemanın kapısından içeri girdim. koltuğa oturduğumda ön sıramda bulunan adamın tuhaf davranışları sağolsun film başlamadan gülmeye başladım. o kadar kişinin ortasında, ayağa kalktı, kazağını üste doğru sıvadı ve aheste aheste fanilasını pantolonunun içine soktu. daha sonra külot, abimizin takımlarını sıkıştırmış ve arkadan popo yanaklarının arasına kaçmış olmalı ki, ön ve arka taraflara gerekli manuel ayarları yaptıktan sonra yine yavaş hareketlerle yerine oturdu. kendisini bu medeni cesaretinden dolayı alkışlayacaktım ki, bitmez sandığım film öncesi reklamlar bitti ve serra yılmaz'ın canlandırdığı milletvekili hanımın iştahla yediği sarmalardan arta kalan boş tabağı servisin üzerine koymasıyla "vavien" başladı.

"vavien", senaryoyu yazan engin günaydın'ın arka bahçesinden çıkma bir film. erbaa, tokat'ta geçiyor ve filmdeki ana karakterler olan iki kardeş elektrikçi, aynen günaydın'ın öz abisi gibi. elektrikçilik yapan abi kardeşin işleri pek yolunda gitmemektedir. abi cemal, karısını yıllar önce kaybetmiş bu nedenle kendisini işe güce, işten arta kalan zamanlarında da, engele takılmadığından dolayı, hovardalığa vermiştir. kardeşi celal ile beraber, "samsun'da okula elektrik hattı döşemeye gidiyoruz" bahanesiyle pavyonlara gitmekte ve yalnız gönlünü burada eğlendirmektedir. bu pavron gezisinin diğer kahramanı olan celal ise burada şarkı söyleyen sibel'e kapılmıştır. işinde ve evinde yaşadığı mutsuzluk onu bu yola daha da bağımlı yapmıştır. karısının kendisinden biriktirdiği paranın farkında olan ve bu yüklü paraya konmak isteyen celal kafasında şeytani planlar üretir.

insanların kabuğunun içerisinde sakladığı iyilik ve kötülük arasındaki tezatlardan beslenen "vavien", ayrıca bencillik üzerinde de duruyor. sevilay'ın yakın arkadaşı olan hanife'nin dediği "karı koca arasında sır olurmuymuş hiç?" sözünün aksine sevilay ve celal'in birbirlerine karşı bazı sırları vardır. celal, özenle biriktirdiği porno arşivini eşinden saklamakta; sevilay ise almanya'da yaşayan babasının yıllardır yolladığı paraları bodrum katında zulalamaktadır. celal, kendi kafasında kurguladığı yaşama kavuşabilmek için bu parayı kendi hesabına geçirip bu yolda ailesini kurban etmeyi göze alabilmektedir.

günaydın'ın bir süre uykusuz'da yazdığını biliyorum. derginin okuyucusu olmadığımdan doğal olarak da yazıları hakkında fikir sahibi değilim. ancak "vavien"de, cebe gelen reklam mesajı gibi, kahkaha attıracak küçük detaylarla bezediği kara komedi türündeki öyküsü seyre değer. bu noktada öyküyü gayet güzel işleyen taylan biraderlerden de övgüyle söz etmek gerek. özellikle celal'in başına iş açtığı durumda yaşadığı psikolojiyi bize sundukları sahneler için. hep beraber, seneyi devirirken yılın en iyi filmlerinden birine imza atmışlar. filmin dün gösterime girdiğini hatırlatıp, kaçırmamanız gerektiğinin altını iyice çizeyim.
0 com

the women (2008)

the women, ülkemizdeki vizyon ismiyle "kadınlar"; diane english'in yönetmenliğini yapıp clare boothe luce'la beraber senaryosunu yazdığı ve tamamiyle kadınlar üzerine kurulu eğlenceli bir film. imdb'den aldığı 4.7 gibi oldukça düşük bir puanı görünce başrollerinde yer alan meg ryan, annete bening, eva mendes, debra messing, jada pinkett smith, bette midler ve candice bergen gibi güzel kadınların yetmediğini düşünmeme rağmen, izlerken aşırı keyif aldığım bir film aynı zamanda. filmin orjinalinin bir tiyatro oyunundan uyarlama olan 1939 tarihli george cukor yapımı "the women" olduğunu da belirtmek isterim.

diane english'in, ilk yönetmenlik denemesinde farklı bir film yaratmak istediğini ve bunu büyük bir başarıyla gerçekleştirdiğini söylemek hiç yanlış olmaz. filmin en büyük özelliği, geniş bir açıyla kalabalık bir caddeye baktığımızda bile bir erkeğe rastlamamamızdı. benim gibi buna dikkat edenler olduysa, filmin geri kalanında da erkek karakter görmeyeceğini filmin başından anlamış olsa gerek. hatta mary'nin evdeyken onu boş bir "fısfısçı" kadınla aldatan kocacıyla kavga etme sahnelerinde bile o meşhur kocası stephen haines'i göremiyoruz. tıpkı telefon konuşmalarında karşı tarafın, yani kocasının sesini duyamamamız gibi. fakat filmin sonundaki minik süpriz bu tezimizi yıkıyor. herneyse..

the women, klişeleşmiş konusu bakımından sıradan bir film olmasına rağmen, kaliteli oyunculuklar, basit ama düşündürücü diyaloglar ve dostluk kavramının işlenişi sayesinde kendini izlenilebilir kılıyor. aldatılan kadın pozisyonundaki mary haines'in bu durumu öğrendiğinde annesinden yardım alarak ani kararlar almaması, işini kaybetmek üzere olan sylvia fowler'ın üniversiteden bu yana en yakın arkadaşı olan mary'nin basit duruma düşmesine yol açması gibi durumların, işlenişi bakımından filmi kurtardığını söylemek mümkün.

az çok "devil wear's prada"yı anımsatıp, bazı diyaloglarda da "sex and the city"yi çağrıştıran "the women", daha önce televizyonlardan tanıdığımız diane english'in ilk yönetmenlik denemesi olmasına rağmen oldukça başarılı ve farklı bir eser. öyle ki filmi izledikten sonra bir kadın olarak bazı konulara öncekinden daha farklı bir bakış açısı ediniyorsunuz. erkeklerle ilişkileri, aldatılma ve aldatma, annelik, dostluk, iş hayatı gibi geniş bir çerçevede ele alınan kadın olgusunun daha başarılı bir şekilde anlatıldığı bir film düşünmek mümkün değil. tüm bu sebeplerle, yakın bir dostunuzla izleyip mutlaka kendinizden birşeyler katabileceğiniz "the women" izlenmelidir diyerek yazımı sonlandırıyorum.

2 com

factotum (2005)

charles bukowski'nin aynı isimli romanından uyarlanan filmin yönetmenliğini "23. uluslararası istanbul film festivali" kapsamında gösterilen "salmer fra kjøkkenet" filmi ile oldukça beğeni toplayan norveçli yönetmen bent hamer üstlenmiş. bent hamer'ın jim stark ile beraber senaryosunu yazdığı factotum'un başrollerinde ise bukowski'yi kendisinden başka kimsenin bu kadar gerçekçi canlandıramayacağını düşündüğüm dünyanın en güzel gözlü ve yakışıklı aktörlerinden matt dillon ile kendisine sebepsiz bir antipati beslediğim marisa tomei ve çirkin vücutlu fakat sempatik oyuncu lili taylor yer alıyor.

"chinaski'nin hayatından bir dönem.. fabrikalarda 2. sınıf işlerde çalışarak içki ve atyarışı parasını çıkarmaya çalıştığı, kadınlarından biri olan jan ile yaşadığı inişli çıkışlı aşk ve seks hikayesini konu ediniyor."

romana tamamiyle bağlı kalınmasa da, çoğu sahneler ve diyaloglar tam kafamda canlandırmaya çalıştığım gibiydi. özellikle bazı sahnelerde sesine hayran olduğum kristin asbjørnsen ablamızın giriş yapıp i wish to weep ve slow day gibi sanat harikası iki şarkıyı seslendirmesi, filmin içinde kaybolmamı sağladı adeta. doğrusunu söylemek gerekirse iki gündür çabalıyorum bu film yorumu için, ya söyleyecek çok şey var kelimeleri toparlayamıyorum, ya da gerçekten anlatamıyorum düşüncelerimi. önce kitap, sonra film. kesinlikle izlenmeli.

0 com

jennifer's body (2009)

türk filmlerinin pazarlama taktiklerinden birisidir; setten birileri film çekimleri esnasında çektiği fotoğrafları basına yansıtır, basın da eline geçmiş bu hazır malzemeyi iştahla kullanır. hem basın "boyalı" kısmını doldurur hem de film gösterime girmeden birkaç ay önce promosyonunu yapmış olur. bu danışıklı dövüşten her iki taraf da kendi payını alır yani. eleştirdiğimiz bu durum "jennifer's body" için de geçerli. hatırlarsınız yaz aylarında filmde rol alan megan fox'un üstsüz fotoğrafları hürriyet'in seksi fotoğrafları için tıklayınız köşesinde bile yer almıştı. film tüm kozunu neredeyse megan fox'un üzerinden oynadı. kaçımız megan fox'un göğüsleri yerine filmin konusuyla ilgilendik, itiraf edin! filmin patlayacağı belliydi ve patladı! 23 ekim'de ülkemizde gösterime giren filmin gişe bilgilerine bakıldığında durum daha net ortaya çıkıyor. sinematurk'ün 6 kasım tarihli verilerine göre filmin seyirci sayısında ilk haftaya göre %43 düşüş yaşanmış, toplam 7.558 izleyici çekmiş. açıkçası bu filmin üstlerinde "iki dil bir bavul"'u görmek beni çok sevindirdi (toplam 16.078 seyirci).

filmin konusuna değineyim. bir amerikan kolejinde okuyan needy ile jennifer küçük yaşlardan beri yakın arkadaştırlar. okulun en güzel kızı jennifer doğal olarak her yerde tüm dikkatleri üzerine çekmektedir. kasabaya gelen low shoulder'ın konserine giden ikili konser mekanında yangın çıkmasıyla kendilerini zar zur dışarı atar. jennifer'ın iş attığı grubun vokalisti jennifer'ı minibüse davet eder. daveti kabul eden jennifer grup elemanlarıyla gizemli bir yolculuğa çıkar. grup elemanlarına bakire olduğunu söyleyen jennifer, satanist ayine kurban gider. ancak bakire olmadığından şeytan onun bedenine kaçmıştır. jennifer, okula döner ve erkekleri kendisine kurban olarak seçer.

hikayenin nasıl da sıkış olduğunu farkettiniz değil mi? halbuki senaryoyu kim yazmış; diablo cody. ilk senaryosu "juno" ile oscar heykelciğini kapan adam. insan şaşırmıyor değil, neymiş efendim korku filmleri kendisinin favorisiymiş. bu filmden sonra biraz uzak durmasında fayda var! insanı bilinmeyen korkutur düşüncesinden yola çıkarsak, benim diyen korku filmi içerisinde bir parça gizem barındırmalı. film, needy'nin hapishanede olduğunu göstererek kartlarını en baştan açıyor ve biraz mantık yürütme becerisi olan seyirci ilk 15 dakikada filmi çözebiliyor. geri kalan süre mi? boşa geçen vakit. tek beklemediğim nokta piyasa rock sounduna sahip tırt grubun satanist çıkmasıydı. lan bari bir black metal grubu koysaydınız, daha inandırıcı olsun. ama öyle de yapınca hedef göstermek gibi olcak, ne diyeyim bilemedim.

ben ilk başta jennifer'ın vampir olduğunu sandım, tuttuğunu uçuruyor oraya buraya, boyna yöneliyor filan. sonra zombievari tavırlara girdi, karın deşmeler, bağırsak yemeler filan. hatta needy'nin evine geldiğinde ağzından kaset bandı çıkarttığını sandım meğer kan kusuyormuş zavallım.

korku ve gerilim etiketlerine sahip film her iki türün de klişelerini, bildik örgüsünü içerisinde taşıyor. komedi etiketi de "böyle bir rezil çektik, hani korkmazsanız gülün bari" mantığıyla konulmuş olmalı. filmi tek kelimeyle ifade edecek olsam fiyasko derim. 1.5 saatlik zaman kaybına tahammülünüz varsa izleyin. ha bir de megan fox'un göğüslerini görücem diye bekleyenler varsa şimdiden avuçlarını yalamaya başlayabilirler.
3 com

zombieland (2009)

son dönemlerin en çok merakla beklenen filmlerinden birisiydi "zombieland". özellikle dış basında "shaun of the dead" ayarında bir film olacağının söylenmesi, beklentileri haliyle arttırdı. "zombieland"'i beklerken izlediğim "doghouse"'un hiç beklemediğim kadar eğlenceli olduğunu zaten belirtmiştim. herneyse ve o gün geldi, "zombieland"'i izledim ve eğlendim.

"zombieland", zombie filmlerinde alışılagelmiş kurgunun aksine meseleye ortasından dalıyor. amerika, zombie istilasına uğramış, durdurulamayan istila ülkeyi zombie ülkesi haline getirmiştir. columbus nickli kahramanımız ise canını kurtarmaya çalışmaktadır. bunun için not defterine sürekli zombielerden kaçış kurallarını yazmaktadır (bkz: zombieland kuralları). işte filme bu kuralları öğrenerek başlıyoruz. columbus kendi koyduğu kuralları bize görsellikle açıklıyor ve ailesinin ikamet ettiği columbus'a doğru yola çıkar. yolda ise arabasıyla, silahlarını kuşanmış gezen ("natural born killers"'taki rolünü andıran), twinkie manyağı tallahassee'ye (woody harrelson) rastlar. beraber yol alan ikilinin karşısına ise kendi kurallarını belirlemiş, kurnaz kız kardeşler wichita ile little rock çıkar. dörtlü zombielerden kurtulmaya çalışır.

son dönemlerde fulci'nin filmlerindeki gibi topraktan çıkan, filizlenen zombielere rastlamak pek mümkün değil. genelde virüs kaynaklı veya radyoaktif dönüşümler sonucu zombie vakalarına rastlamaktayız. hatta bu zombieler "28 days later" ile koşar hale getirildi ki etkileri daha da arttı. "zombieland"'de de zombielerimiz koşan cinsten hatta duvardan atlayabiliyorlar ve tırmanma yeteneklerine sahipler. tüm bu özelliklere rağmen yine aynı yolla yok ediliyorlar, kafalarına kurşun sıkarak veya koparılarak.

az önce de belirttiğim gibi "zombieland" tipik zombie filmlerindeki öyküye sahip değil. bu süreç içerisindeki özel bir kısma odaklanıyor; başını bilgisayar oyunlarından kaldıramadığından ve pek odasından çıkmadığından daha önce karşı cinsle herhangi bir münasebette bulunmamış columbus'un yolda rastladığı wichita ile olan ilişkisine. yani kimse asker müdahelesiyle kurtulmuyor bu filmde...

işin korku boyutundan bahsettik, komedi boyutu ise genelde diyaloglar üzerine kurulu. görüntüler elbette mevzuyu destekliyor. daha önce "little miss sunshine"'da karşımıza çıkan abigail breslin'in canlandırdığı aptal amerikan kızı klişesi donanımlı little rock'un tallahassee ile arasında geçen diyaloglar buna örnek gösterilebilir.

"zombieland"'i beklerken beklentilerimin yüksek seviyede olduğunu belirtmiştim. bu film için bir dezavantaj olabilirdi. ancak hakkında söylenenlerin doğru olduğunu izleyince gördüm. eğer filmi izleyeceksiniz, beklentilerinizi azaltmanıza gerek yok. film, 27 kasım cuma günü sinemalarımızda gösterime gireceğini tekrar hatırlatıp bu postu bitiririm.


3 com

(500) days of summer (2009)

suyun kamışa yürüdüğü zamanlar, ortaokul günleri yani. doğduğumuzdan beri beraber evcilik, doktorculuk gibi seksist açılımlara sahip oyunlar oynadığımız karşı cinse başka bir gözle bakmaya başlıyorum. mahallede biraz yaşça büyük abimiz çocuğun dünyaya getirmenin formülünü bize deniz kenarında sunduğunda ise şaşkınlığımı gizleyemiyorum. meğer en başından beri işemek kullandığımız pipi başka bir işe de yarıyormuş ve artık onu bu farklı amaç için kullanmanın zamanı gelmiş. sınıftaki erkekler mastürbasyon olaylarına yeni bulaşıyor. kimisi 31'e kadar sayıp ne olacağını bekliyor, kimisi ise sinek kanadı gibi fantastik yöntemlerle aklımızı karıştırıyor. sınıftaki kızlar ise bir başka geliyor göze, çok çekiciler, her biri farklı bir sanat yapıtı sanki. ben de gözüme birkaç tanesini kestiriyorum. ama yanlarına gidip mevzuyu açacak cesaretim yok. yakın arkadaşlık ettiğim bir kızı elçim olarak seçiyorum ve yolluyorum. gelen cevap hep olumsuz. gerçi henüz bitmekte olan bıyıklarımdan, garson boy gömleklerimden ve siyah çerçeveli gözlüklerimden dolayı pek de şaşırmıyorum sonuca. ama bu elçilik vaziyetini bir süre daha devam ettiriyorum. sonra baktım bu iş elçiyle olmayacak, sazı elime alıyorum. göbeği içe çekip, göğsü dışa verip, nefesi de tutup bitiveriyorum müstakbel kız arkadaşımın yanında. biraz muhabbetten sonra "haydi oğlum koray, topa girmenin vaktidir" diyerek maksadımı açıyorum. sonuç gene değişmiyor, ama cevap farklı yolda; "ben seni arkadaşım olarak görüyorum". ne saçma bir bahane ama!

üniversite eğitimini mimarlık üzerine alan tom hansen, mezun olduktan sonra kendi mesleğini yapmak yerine bir şirkette posta kartları üzerindeki sloganları yazmayı tercih ediyor ve bu işte 3-4 yılını geçiriyor. sıradan bir iş gününde patronunun yeni asistanı summer finn ile karşılaşır ilk defa. ilk görüşte pek beğendiği bu hatunla birkaç gün sonra asansörde karşılaşır. pek sevdiği brit rock gruplarından the smiths'in "there is a light that never goes out"'unu dinliyordur o esnada. summer, the smiths'i çok sevdiğini söyler. artık bir ortak paydaları vardır. tom, yine smiths'ten "please, please, please (let me get what i want)" ile mesaj vermeye çalışır ancak summer pek üzerine alınmaz. tom'un iş arkadaşı mckenzie, arkadaşına bir güzellik yaparak tüm ofis ahalisine bir karaoke partisi düzenler. ve tom ile summer arasındaki yakınlaşmalar burada başlar. ancak summer'ın bu ilişkide kendisini karşı tarafa kaptırmak ya da şöyle diyelim ciddi bir ilişkide bulunmak gibi bir niyeti yoktur. yani "ben seni arkadaş olarak görüyorum"'un farklı bir boyutu söz konusu.

tom'un summer ile olan 500 gününe dayanan film, kronolojik sırayla akmıyor. olanlar bir ileri, bir geri sararak anlatılmış yönetmen marc webb tarafından. anlatımının oldukça güzel olduğunu söyleyebilirim. ayrıca görüntü bir iki yerde çizgiselliğe dökülerek hoş bir tad yakalanmış. tom'un summer'ın düzenlediği teras partisine giderken yönetmenin ikiye böldüğü ekranın bir köşesinde tom'un beklentilerini, diğerinde ise yaşadığı gerçekleri bize sunması yine anlatımla ilgili ayrı bir güzellikti.

kadın erkek ilişkilerine dayanan filmleri beğenme ölçütüm üzerine düşündüm biraz. ve şuraya bağladım, eğer filmdeki erkek karakterle kendimi bir açıdan da olsa özdeşleştirebiliyorsam o filmi beğeniyorum ya da şöyle söyleyim beğenim daha da artıyor. "annie hall", "manhattan", "high fidelity", "closer" ilk aklıma gelen örnekler. cinselliğe adım attığım zamanlardan bahsederek açtığım yazıya kadınlar konusunda çıkardığım bir dersle devam edeyim; bana arkadaş gözüyle bakacak, ciddi bir ilişki içerisine girmek istemeyen kadınların eğer bu tavrını hissettiysem peşlerinden koşmayı bırakırım. ne olursa, kim olursa, ne kadar güzel olursa olsun. hayat oldukça kısa ve tecrübe edilecek çok fazla kadın doğada mevcut. [tabi bu dersi blog yazarları arasında çıkaramayan arkadaşımız da yok değil :)] bu nedenle tom karakteri ile aramda doğal olarak bir kopukluk oluştu, ve onun summer'ın peşinden koşmaları bana pek hitab etmedi. ancak ikili arasında ilişki esnasında yaşanan açmazları bir kere daha görmek iyiydi. ayrıca the smiths, knight rider, ingmar bergman ("persona"), henry miller gibi sevdiğim şeylere ait referanslara filmde rastlamak kendi adıma oldukça hoştu.
0 com

wall-e (2008)

animasyon komedi türünün en yaratıcı örneklerinden biri olan wall-e'nin yönetmenliğini yapan andrew stanton, filmin senaryosunu da jim capobianco ile beraber yazmış. yönetmen daha önce "monsters, inc." ve "toy story" gibi animasyon harikalarının yaratıcılarından olan önemli bir isim. 81. oscar ödülleri'nde 6 dalda aday olan bu pixar ve disney ortak yapımı film, yılın en iyi animasyonu ödülüne layık görüldü.içerisinde çok fazla diyalog bulundurmayan filmin seslendirmelerini ise ben burtt, elissa knight, jeff garlin, fred willard, john ratzenberger, kathy najimy ve sigourney weaver gibi isimler yapıyor. filmin 8.5 rating ile imdp top 250 listesinden 42. sırada olduğunu da belirtmek isterim.

son dönemde karşımıza sıkça çıkan senaryolardan biri olan "dünyanın sonu", wall-e'de farklı ve yaratıcı bir şekilde ele alınmış. dünya yaşanılamaz hale geldikten sonra çareyi uzayda, kendi yarattıkları hizmetçi robotlarla haşır neşir olarak yaşamakta bulan insanlardan bir haber, 700 seneyi çöp toplayıcılığı yaparak geçiren wall-e isimli şirin robotun günlük işleriyle film başlıyor. wall-e, mesai saati boyunca çöpleri topluyor, şekillendiriyor ve kendi de ne yaptığını bilmeden özenli bir şekilde diziyor... karakterimizin dünyada kalmış tek canlı dostu ise gerçek hayattakinden biraz farklı ve şirin mi şirin bir hamam böceği. (bilindiği üzre hamam böcekleri radyasyondan etkilenmeyen -daha doğrusu az etkilenen- tek canlı türü)

monoton günlerden birini daha yaşarken uzaydan devasa bir gemi iniyor ve wall-e'nin korku dolu bakışlarıyla beyaz bir robot olan eva'yı dünyaya bırakıyor. wall-e, amacı dünyada yaşamın tekrar başlayabileceği olgusunu kanıtlayacak bir şey bulup uzaya götürmek olan eva'ya aşık oluyor ve kendi için özel olan eşyaları onunla paylaşıyor. bu eşyaların arasında yer alan ufak bir bitki de "uzay da amaçsız bir şekilde yaşayan insanlığı kurtarmak için gerekli olan tek nesne" olma ünvanını taşıyor.

eva'ya aşık olan wall-e, eva'yı almak için geri gelen uzay gemisine binip dünyadan çıkınca da, atraksiyon dolu anlar yaşanmaya başlıyor. artık yapmaları gereken tek şey insanları evlerine, yani dünyaya geri getirmek için bitkiyi korumak ve geminin tembel kaptanına götürmek. fakat bu iş bazı kötü huylu robotlar yüzünden içinden çıkılamaz bir hal alıyor.

işin içinde andrew stanton gibi başarılı bir isim olunca wall-e gerçekten keyifli bir film olmuş. filmin senaryosu tıpkı "monsters, inc."teki gibi farklı fakat bir o kadar da gerçeğe yakın. kesinlikle izlenmesi gereken animasyonlardan, özellikle çocukların seveceği cinsten.

* wall-e'nin açılımını merak edenlere: "waste allocation load lifter earth-class".

2 com

doghouse (2009)

son dönemde eğer korku-komedi janrı ilginizi çekiyorsa bu türde çok fazla örnekle karşı karşıya geldiğimizin farkındasınızdır. bu konsepte dahil edilebilecek "scary movie" gibi sulu zırtlak örneklerinden pek hoşlanmam. peter jackson şahaserleri "bad taste" ve "braindead"'i ayrı bir kenara koyalım, son zamanlarda bu türde önümüze sürülen filmlerden en çok dikkat çekeninin "shaun of the dead" olduğu konusunda çoğumuz hemfikirdir sanırım. yıl içerisinde norveç'ten çıkan "død snø" bu türde başarılı sayılabilecek bir diğer örnekti. son zamanlarda, henüz ülkemizde gösterime girmemiş olan, woody harrelson'lı "zombieland" hakkında oldukça güzel eleştiriler var ve bu filmi çoğu zombiesever gibi merakla bekliyorum. bu bekleyiş sürecinde ise karşıma çok güzel bir sürpriz çıktı; geçtiğimiz günlerde bloglarda dolanırken film haritası'nda rastladığım "doghouse".

senaryosunu dan schaffer'in yazdığı, yönetmenliğini ise jake west'in yaptığı "doghouse", "shaun of the dead"'den bu yana izlediğim en keyif verici filmdi. böylece en sonda söyleyeceğim şeyi en başta söyledim ve bunun rahatlığıyla yazıya devam edebilirim. herhangi bir beklentim olmaksızın izlemeye koyulduğum film hem yarattığı gerilimle hem de ingilizlerin pek sevdiğim komedisiyle filmden sonuna kadar keyif almamı sağladı.

daha önce "this is england", "filth and wisdom" ve son olarak "public enemies"'de baby face nelson olarak karşımıza çıkan ingiliz oyuncu stephen graham'ın canlandırdığı vince, eşinden yeni ayrılmıştır. yakın arkadaşlarından oluşan grup bir haftasonunu bu üzgün adama ayırır ve hep beraber şehir dışında sapa bir yerde kalan moodley köyüne gitmeye karar alır. eşlerini, kız arkadaşlarını geride bırakan bu grup köye ulaştıklarında ise in cin top oynuyordur. kısa bir süre sonra ise bu durumun nedeni ortaya çıkar. köyde yayılan bir virüs kadınları, erkek eti yiyen bir canavara dönüştürmüştür. bu zombiemtrak kadınlar köye henüz gelen davetsiz misafirlere musallat olur ve bizlerde zombie filmlerinden alışkın olduğumuz klasik akışı izleriz.

"doghouse" bir yandan bulunduğu ortamdaki unsurları başarıyla komediye çevirirken diğer yandan da türünün nadide örneği "shaun of the dead"'e selam çakmayı da ihmal etmiyor, çok konuşmayacağım izleyince farkına varacaksınız. daha fazla uzatmadan bu eğlenceli filmi izleyin diyorum.