the king's speech (2010)


iki nokta var aklıma takılan, filmle alakalı veya alakasız:
ilki bu olayın suikast olup olmadığı. filmin kurgusunda da başarıyla seyirciye aktarılan bir nokta vardır ki, jesse james, robert ford’un kendisine karşı olan kinin farkındadır. hatta bilerek ford’un üzerine gider ve bazen onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynar. ancak son dönemlerinde hayata karşı bağları kopmuş gibidir, cinayet sahnesinde bile resmi düzeltmeye giderken silahını kenara bırakmış, tamamen savunmasız olarak kaderini robert ford’un ellerine teslim etmiştir. bu onun herşeyden vazgeçip intiharı seçişi olarak görülebilir.
ikinci nokta ise, benim o dönem için takıldığım tek nokta, bir kısım halkın gözünde kahramanlaşan jesse james, ford tarafından öldürüldükten sonra ford’un nasıl böyle ortalıkta rahatça dolaştığıdır. jesse james sempatizanları tarafından hiç ellenmemiş adam ilgincime gitti. bir tek bar sahnesi var bu dediğime yakın sayılabilecek. orda bir kaç kişi ford’un üzerine gider gibi oluyor ama ondan da fıs yok. belirtmeden geçmeyelim, bu sahnede filmin müziklerini yapan nick cave’in ufak bir rolü var, gitar çalıp şarkı söylüyor kendileri.
şimdi geçelim ağır spoiler içeren kısıma…
evet, süperberduş’un da belirttiği gibi kariyer geçtiğimiz yüzyılın icadı ve içerisinde bulunduğumuz yüzyılda da dünya üzerindeki çoğu insanı pençesine almış durumda. çoğumuz gerek sosyal statüsünü arttırma, kimimiz doymak bilmeyen egosunu tatmin etme, kimimiz de bir kaç lokma daha yiyip biraz daha rahat yaşamak uğruna kariyer denen şeyin dikenli yollarda mücadele etmekte. tüm bunlara ters gelenler içinse özgürlüğün peşinden koşmak, anti-kariyer yapmak çekici. christopher mccandless ikinci yolu seçenlerden. üniversiteden mezun olduktan sonra ailesinden gelen yeni araba hediyesini elinin tersiyle iten, sahip olduğu parayı ihtiyacı olanlar için kullanmakta çekinmeyen, kariyer denen zımbırtıya kendini kaptırmak istemeyen, aile içerisindeki çatışmalardan bunalıp kendini yollara vuran bir abimiz. içlerinde benim gibi düşünüp de çoğu kişinin götünün yemediği (yiyenlere saygım sonsuz, her biri eşsizdir benim gözümde) olaya kalkışır.
doğa içerisinde yalnız kaldıkça veya kendi kafa dengi insanlara rast geldikçe “gerçek eğitim”i aldığına inanır. ve öyle noktaya varır ki, şehir içerisindeki hayat ona daha “vahşi” gelmeye başlar. kendisi öyle bir yalnız kalmaya adar ki, kız arkadaşı geçtim seks bile onun için cazip hale gelmez. onun aklında alaska’ya varmak vardır.
ve varır da. alaska’daki dağlardan birinde şans eseri bir minibüse varır. hayatının son aylarını geçirdiği, kendisine ait bir dünyanın olduğu minibüse… ayrıca ne kadar ironiktir ki, onun için özgürlüğü temsil eden yerdeki minibüs, daha sonra onun özgürlüğünü gittikçe kısıtlayarak, yaşama veda ettiği yer olur. işte bugünlerde kafasına dank eder, mutluluğun paylaşıldığı zaman gerçek olacağı. yine de pişman değildir. mutlu bir hayat sürdüğünü belirtip göçer dünyadan.
kendisinin ölümünden bir kaç gün sonra avcılar tarafından cesedinin bulunması da ayrı bir üzücü nokta..
film inceden bir yol filmi sayılır. şayet filmi walter salles çekse veya kim ki duk çekse böylesine güzel hikayenin yanında bir de görsel şölen izleyebilirdik. yine de sean penn’e laf edecek değilim, haddim değil.
son olarak belirtmeden geçmek olmaz, eddie vedder soundtrack’i hazırlayarak süper bir iş çıkarmış. sahneleri tamamlayan, ruh katan müzikler olmuş. soundtrack albümü ayrı bir güzel.
erken yaşta debby ile evlenen ian’ın hayatında zamanla ikinci bir şey yer kaplamaya başlar; joy division. ve bu iki şey ian’ın hayatında gel gitler yaşamasına neden olur. yönetmen bu gel gitleri debby’nin mutfaktaki temiz çamaşırları astığı tahtada metafor haline getirdiğini düşünüyorum. en sonunda da o tahta ian’ın hayatına noktayı koyuyor zaten.
sam riley, “ian curtis” rolünde döktürmüş, tekrar gözlerimizin önünde canlandırmış o deli dolu dansını. filmle ilgili başka bir güzellik ise, joy division’ın o güzelim şarkılarından “she’s lost control”, “love will tear us apart” çok güzel yerlerde giriyor, sahneyi dolduruyor.
ayrıca “ray”, “walk the line” gibi filmlerden alıştığımız kadarıyla starların evlilik hayatı çok zor be abisi. turnesi var bunun, groupiesi var. ikisi bir arada yürümüyor agalar. en sonunda “he has lost control” oluyor olay. bir de bu üç filmde ortak noktalar var; üçünde de bir hastalık var. “ray”‘de körlük, “walk the line”‘da uyuşturucu bağımlılığı ve bunda epilepsi. ikincisi geçmişten gelen rahatsızlıklar hakim; “ray” ve “walk the line”‘da kardeşlerin ölümü, bunda da erken yaşta evlenmek filan. yani müzisyenler üzerine film çevirecekseniz, bunlara göre seçim yapın, senaryo dolu dolu oluyor.
son olarak, trençkot güzel bişi.
artperest © 2009