biyografi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
biyografi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
0 com

the king's speech (2010)

son yıllarda ingiliz kraliyet ailesinin prenslerinin yaşadıklarına basından aşinayız. biri gider afganistan'da askerlik yapar, diğeri afrika'da gönüllüler kampına katılır, beriki normal bir ailenin kızıyla beraber olur vs.. belki bu bahsettiklerim aynı kişi bile olabilir, zira kaç tanedirler, isimleri nedir bilmiyorum. bahsettiğim sadece halkla daha içli dışlı olabilmeleri. geçmişe bakarsak konumu gereği daha önemli ve içine kapalı olan aile üyelerinin halkla olan münasebetlerinin çok çok daha sınırlı olduğunu görüyoruz ve bu noktada da "the king's speech" devreye giriyor. kral 5. george'un iki oğlundan biri olan albert frederick arthur george, gerek ailesi gerekse dadıları tarafından baskı altında yetiştirilmiş ve bu da onda konuşma bozukluğuna yol açmıştır. bazı dönemlerde halka hitap etmesi gereken albert, kekemeliği yüzünden zor duruma düşünce eşi tarafından cesaretlendirilerek soluğu terapistlerde alır. birkaç başarısız denemenin ardından lionel logue ile karşılaşan prens, logue'un yardımıyla bu sorunu çözmeye çalışır.

gerçek bir hikayeye dayanan ve haliyle dönem filmi olan "the king's speech", ingiltere'nin 2. dünya savaşı öncesi savaşa sürüklendiği bir dönemde geçmesine rağmen tüm odağını prens albert ile terapist logue arasındaki ilişkiye çevirmiş ve oyuncuların üstün performansının yardımıyla da işin altından başarıyla kalkmış. ingilizlerin oscar'ı olarak gösterilen bafta ödüllerinde en iyi film ödülü dahil olmak üzere 5 dalda ödül kazanan filmin önümüzdeki pazar gecesi verilecek oscar ödüllerinde 12 adaylığı bulunuyor. prens albert'i canlandıran colin firth'ü pazar gecesi elinde oscar heykelciğiyle görebiliriz. heykelciğe daha önceden sahip olan geoffrey rush ise koleksiyonuna bir ödül daha ekleyebilir, onun da en ciddi rakibini christian bale olarak görüyorum.
0 com

gainsbourg: vie héroïque (2010)

fransız müziğine yön veren isimlerin biyografik filmleri bir bir çekiliyor. önce marion cotillard'ın edith piaf'ı başarıyla canlandırdığı "la môme" şimdi de gainsbourg'un yaşamını anlatan "vie héroïque". filmin çekileceğini duyduğum andan beri filme karşı aşırı derecede merak taşıyordum. nasıl taşımayayım ki, şarkılarla; anna karina, brigitte bardot, jane birkin gibi çoğu erkeğin düşlediği kadınlarla, gitanesla ve sansasyonel çıkışlarla dolu bir hayat. tüm bunları bir filme nasıl sığdırılabileceğinin yanıtı da "vie héroïque".

film, karakterinin ve yaşamının temelinin atıldığı çocukluğundan müzisyenliğinin ressamlığının önüne geçişine; şöhret basamaklarını tırmanışından birlikte olduğu kadınlara kadar her alana el atmaya çalışmış. bu dolu dolu yaşamın içerisinden rahatlıkla 4-5 film çıkabilecekken tüm bu geniş konunun 130 dakikaya sıkıştırılması filmin kısa sekanslardan oluşan bir özetten ibaret olmasına yol açmış. bu da filmin en büyük eksisi sayılır.

en büyük artısı ise bir alter-ego oluşturularak hikayenin bu karakterle desteklenişi. iki karakter arasındaki zıtlaşmalarla gainsbourg'un karakterinin şekillenişini ve bir kahraman haline gelişini izlemek keyifliydi. bunun yanında sevdiğim şarkılarının ortaya çıkış hikayelerine rastlamak ve yaşamıyla ilgili bilmediğim yönlerini öğrenmek (mesela neden reggae türünde ürünler verdiği, marseilles'in reggae versiyonu gibi) sevindiriciydi. filmin bir diğer dikkat çeken yönü ise castingteki başarısı. bir yerden sonra eric elmosnino ile gainsbourg'u ayırt edemez hale geliyor insan. burada göze batan tek eksi boris vian'ı oynayan philippe katerine. vian ile keskelalaka bir tip olmuş ki, onun vian olduğunu idrak edene kadar sahne sonlandı.

sonuç olarak beklentilerimi tam anlamıyla karşılamayan ancak belirttiğim gibi bazı yönleriyle keyif veren bir film olmuş "vie héroïque". daha iyi bir gainsbourg filmi çekilene kadar elde bu var, idare etmek gerek.
0 com

bronson (2009)

hayatını hırsızlık ilmi üzerine adayan, bunun sonucu olarak yaşamının belli bir kısmını kodeslerde sürdüren jack black, yaşamının son demlerinde bazı söylemlerde bulunur. söylemlerinin mevzusu kodes hayatının, suça bulaşmış insanları evcilleştirmek yerine daha da vahşileştirdiği üzerinedir. dört duvar arasında kapalı tutulan bir insana yapılan kötü muamelelerin insanı daha da suça teşvik edeceğini savunur. 1926'da yazdığı "kazanamazsın"da da bu derdini açıkça ortaya koyar, insanın hayatta hiçbir zaman kazanamayacağı fikriyle beraber. arzu eden şuradan daha fazlasını okuyabilir.

1974 yılında henüz 19 yaşında olan michael peterson, postahaneyi soymak üzereyken yakayı ele verir ve 3 yıl hapse mahkum olur. ilk gençliğinden beri kendisine hakim olan şiddet dürtüsü onu, bu 3 yıl içerisinde alter-egosu olan charles bronson'a dönüştürür. otel odası olarak gördüğü kodes, içerisindeki dürtüleri iyice açığa çıkarır ve suça bağımlı hale gelir. hep hayalini kurduğu ünlü olmayı normal yollarla beceremeyeceğinden o kendi yolunu bulur: ingiltere'nin en sorunlu mahkumu olmak. artık gazetelerde fotoğrafı çıkmaktadır. 3 yıllık kodes yaşantısı onun için neredeyse sürekli bir hale gelir; 34 yıldır içeridedir.

afişinde "21. yüzyılın otomatik portakalı" olarak lanse edilen "bronson", adını da hikayesini de gerçek bir karakterden alıyor. m. peterson'dan c. bronson'a dönüşüm ile beraber bronson'un içerisindeki nedensiz şiddeti dışa vurumunu tüm çıplaklığıyla bize yansıtıyor. kan kırmızısının fetiş olarak karşımıza çıktığı film bir yandan da bronson üzerinden şöhret kültürüne atıfta bulunuyor. filmi, "otomatik portakal" ile kıyaslamak ne kadar doğru olur bilmem ancak en az kubrick'in başyapıtı kadar sert bir film olduğunu söyleyebilirim.

ayrıca başrolde olan tom hardy'e ayrı bir paragraf açmak gerek. ilk olarak jason statham'a teklif edilen bronson rolü, statham'ın programının doluluğu yüzünden tom hardy'e kalmış ki isabet olmuş. hardy resmen alıp götürüyor filmi.

"bronson", yurdum sinemalarına uğramamıştı ancak !f istanbul'un "erkeklik halleri" bölümünde 11, 16 ve 20 şubat'ta gösterime girecek. aklınızda bulunsun. the walker brothers'ın "the electrician"ı eşliğindeki harika açılış sahnesini alttan izleyebilirsiniz.

0 com

confessions of a dangerous mind (2002)

confessions of a dangerous mind, chuck barris'in aynı isimli 1984 tarihli otobiyografik romanından, usta senarist charlie kaufman tarafından senaryolaştırıp george clooney yönetmenliğinde beyazperdeye uyarlanan bir film. dünya çapında birçok önemli film festivalinde gösterilip izleyicilerin beğenisini kazanan filme "berlin film festivali"nden "en iyi erkek oyuncu" ödülünü kazandıran sam rockwell'ın "chuck barris" performansı ise gözardı edilemeyecek cinsten. george clooney'nin ilk yönetmenlik denemesi olan confessions of a dangerous mind'ın başrollerinde yer alan diğer isimler ise drew barrymore, george clooney, julia roberts, rutger hauer ve maggie gyllenhaal. (george clooney'nin kadim dostları brad pitt ve matt damon'ın, clooney'nin hatrına yer aldığı 2'şer saniyelik rollerini saymıyorum)

biyografik bir film olan confessions of a dangerous mind, televizyon yapımcısı chuck barris'in new york'ta bir otel odasında kendi kendine hayatını sorgulayıp büyük bir psikolojik bunalım geçirirken başlıyor. 1981 yılına tekabül eden bu görüntülerin ardından ne olduğunu anlamak için 1955 yılına dönerek barris'in hayatını izlemeye başlıyoruz. yaratıcısı olduğu programlar sayesinde televizyon dünyasının tanınmış isimlerinden olmayı başaran barris'in inişli çıkışlı iş hayatı, bir cia görevlisiyle tanışmasıyla ikiye bölünüyor. cia görevlisi barris'e cia ajanlığı teklif ettikten sonra barris hem televizyon işine devam ediyor, hemde bu işinden dolayı yurtdışında olduğu zamanlarda cia ajanlığı yapıyor.

hayatı tam anlamıyla ikiye bölünmüş olan chuck barris'in ruh hali, filmin başrolünde yer alan sam rockwell tarafından başarılı bir şekilde ortaya konuyor. filmin konusu -ya da kitabın- her ne kadar doğrulukları ispatlanmamış bir şekilde karşımıza çıksa da, oldukça sürükleyici ve keyif veren bir film olmuş confessions of a dangerous mind. george clooney'nin ilk yönetmenlik denemesi olmasına rağmen saygıyı hakeden bir film. izlenmeli.
0 com

invictus (2009)

sinema dünyasının usta isimlerinden clint eastwood yeni filminde nelson mandela ve başkanlık yaptığı dönemde güney halkını biraraya getirmesini işliyor. john carlin'in "laying the enemy: nelson mandela and the game that changed a nation" kitabından beyazperdeye uyarlanan filmde nelson mandela'yı morgan freeman, ulusal ragbi takımının kaptanı francois pienaar'ı ise matt damon canlandırıyor.

mandela, robben adası'ndaki uzun süren hükümlülük yıllarından sonra 1990'da devlet başkanı de klerk tarafından şartsız olarak serbest bırakılır. onun serbest bırakılması ülkedeki siyahi vatandaşları umutlandırır. 1994'de yapılan seçimlerde devlet başkanlığı'na seçilen mandela, getirildiği bu görevde ülkede yaşanan ırk ayrımını sonlandırmak ve rainbow nation (gökkuşağı ulusu) yaratmak ister. kendisinin onca yıl dört duvar arasında yatmasına neden olan beyazları ve ırk ayrımcılığının sembolü haline gelen ulusal ragbi takımı springboks'ı bir kenara atmak yerine kazanmayı hedefler. bu amaç doğrultusunda politikaları arasında 1995'te ülkede düzenlenecek olan dünya ragbi kupası'nı öncelikli olarak kabul eder. ve takımın şampiyonada en iyi dereceyi elde etmesi için gerekli fedakarlıkların yapılmasını ister.

öykü, mandela'nın ülkedeki ırk ayrımcılığına karşı sporun birleştirici yanını kullanması üzerine kurulu. bir yandan ulusal takımdan başarı bekleyen mandela, kendi uyguladığı küçük ölçekli uygulamalarla gökkuşağı ulusu projesine ön ayak olur. örneğin korumalarını hem siyah hem de beyazlardan oluşturur ve onların gidilen her yerde sürekli gülümsemesini ister. ulusal takımın çeşitli varoş kesimlere göndererek onların özellikle siyahlarla içiçe geçmelerini sağlar. ayrıca bu bölümlerde kendisinin ne kadar iyi bir hatip olduğu gösteriliyor. takım kaptanı pienaar'ı makam odasında kabul ettiğinde yaptığı etkileyici konuşması springboks kaptanını derinden etkiler ve bu etki takımın arkasında olan beyazlara yansır.

filmin ragbi ile ilgili olan kısmı önümüze bir kahramanlık hikayesi olarak sunulmuş. takımın şampiyona için yaptığı hazırlıklar ve kupa esnasında maçlardan önce yaşanan anlar oldukça gerçekçi yansıtılmış. ki bu çıkarımı galatasaray'ın uefa final maçı öncesi yaşananlardan oluşturulan "17 mayıs: bir şampiyonluğun hikayesi" belgeseline kıyasla yapıyorum. belgeselde tanık olduğumuz gerçek kahramanların final maçı öncesi yaşadığı gerginlik, derin düşünceler ve beraberinde getirdiği suskunluklara "invictus"ta da rastlamak mümkün. ve bu dakikalarda film izleyeni öyle bir içine alıyor ki final karşılaşmasında izleyen 40 yıllık güney afrikalı gibi davranıyor :)

noktayı koymadan önce son oynanan konfederasyon kupası'nda sinirleri bozan ve 6 ay sonra aynı ülkede oynanacak olan dünya kupasında sinirleri bozacak olan vuvuzelalara filmde rastlamadım. anlaşılan daha o yıllarda popüler bir mevzu değilmiş. bu nedenle filmi rahatlıkla izleyebilirsiniz.
0 com

the soloist (2009)

"the soloist", müzikal yeteneğe sahip olan ancak şizofreni nedeniyle sokaklara düşen nathaniel ayers'in yaşam öyküsünden yola çıkılarak hazırlanmış bir film. filmde de karşımıza çıkan los angeles times'ta çalışan gazeteci steve lopez'in "the soloist: a lost dream, an unlikely friendship, and the redemptive power of music" kitabından yola çıkarak susannah grant'ın hazırladığı senaryoyu joe wright filme almış. wright, daha önce "pride & prejudice" ve "atonement" filmleriyle dikkatleri üzerine çekmişti. başrollerdeki jamie foxx ve robert downey jr.'a "into the wild", "genova"'dan hatırlayacağımız catherine keener eşlik ediyor.

çocuk yaşta müziğe merak salan ve bu alandaki yetenekleri ortaya çıkan nathaniel ayers, üniversite eğitimini de müzik üzerine almıştır. üniversitedeyken senfoni orkestrasında da çalma fırsatı yakalayan ayers gaipten sesler duymaya başlar. bu sesler onu ait olduğu yerden koparıp sokaklara düşmesine neden olan şizofreninin başlangıcıdır. bir evsiz olarak takılan ayers ile los angeles times'ta gazetecilik yapan, özel hayatında istikrar sağlayamış steve lopez'in yolları kesişir. ayers'in müzikal becerisi, gazetedeki köşesine yazmak için konu arayışında olan lopez'in dikkatini çeker ve onun üzerine bir yazı yazmaya karar verir. yazısını zenginleştirebilmek için ayers'in ablası ile iletişime geçen lopez onun hakkındaki bilgilere ulaşır. ayers hakkında öğrendikleri ona saygı duymasını ve yakınlaşmasını sağlar. sokaklardan kurtulması için ayers'e destek olan lopez karşı tarafta bu konuda pek bir gelişme göremez. beethoven'a çok özel bir ilgisi olan ayers, lopez'in onu korumaya çalışmasını farklı yorumlar ve onu tanrısı olarak görmeye başlar.

"the soloist", nathaniel ayers'ın lopez ile tanıştıktan sonraki sürecine odaklanıyor. lopez'in ayers'i koruma altına almaya çalışmasını ve onu desteklemesi üzerine şekillenen film arka planında da evsizlerin yaşamını irdeliyor. los angeles kaldırımlarında yaşam mücadelesi verenlerin karşılaştıkları zorluklar ayers üzerinden bize yansıtılıyor. gerçek hayat hikayesine kurulu olan film, dram yüküne sahip olsa da onun arkasına sığınıp izleyeni boğmuyor ve dram unsurunu dozajında bırakıyor.

daha önce "ray"'de ray charles'ı canlandıran jamie foxx yine bir müzisyeni başarıyla canlandırmış. robert downey jr. ile karşılıklı harika bir performans sergiliyorlar ki bu da filmin seyir zevkini arttırıyor. filmin tek handikapı ise orta tempoya sahip olup, süresinin uzun oluşu. izleyende sıkıntılara yol açabiliyor.

film henüz ülkemizde vizyona girmedi. 30 ekim tarihinde gösterime girmesi bekleniyor. eğer tempo ile ilgili bir sorunuz yoksa hikayesiyle ve oyunculuklarıyla ön plana çıkan bu filmi izlemenizi öneririm.
0 com

max manus (2008)

edebiyat ve sinema için fazlasıyla konu zenginliği içeren ikinci dünya savaşından bir başka öykü ile karşı karşıyayız. senaryosunu thomas nordseth-tiller'in senaryosunu yazdığı ve joachim rønning ile espen sandberg'in yönettiği "max manus", savaşın norveç'teki yansımalarını gözler önüne seriyor.

sscb'nin finlandiya'ya yaptığı çıkartma esnasında norveç hükümeti finlandiya'ya destek olma kararı almış ve buraya asker sevkiyatı yapmıştır. ülkesine sımsıkı bağlı bir asker olan teğmen max manus verilen görevde rus askerlerine karşı sıcak çatışmalara girmiş ve görevini yerine getirdikten sonra ülkesine dönmüştür. kısa zaman sonra, rusların finlandiya'ya girmesine izin vermeyen norveç hükümetinin kendi ülkesini işgal eden nazi almanya'sına karşı direniş göstermeyip, teslimiyetçi bir politika uygulaması manus'un kanına dokunmuştur. finlandiya'da kendisi gibi görev alan arkadaşlarıyla beraber toplanıp gizli faaliyetler içerisine girerler ve işgale karşı bir gazete çıkarırlar. bu hareketin gestapo'nun kulağına gitmesiyle içerisindekilerin kimlikleri tespit edilmeye başlanır. ilk ele geçirilen isim ise hareketin öncüsü max manus olur. manus, ülkesini yönetenlerin aksine almanlara teslim olmaz ve ellerinden kaçar. ve gazete çıkararak başladığı harekete iyice ivme kazandırarak nazi birliklerine zarar vermeye başlar. ve halkının bağımsızlığı için çıktığı bu yolda bir simge haline gelir.

bir savaş filmi denilebilecek "max manus" manus ve tayfasının nazilere saldırıları dışında çok fazla savaş sahnesi içermiyor. ve film daha çok manus'un etrafında dönüyor. onun halkının bağımsızlığına dair kaygıları, çatışmalar esnasındaki soğukkanlılığı ve almanlara karşı tutan şansı... hitler'in intiharı sonrası almanların norveç topraklarının çekilişinin ardından misyonu tamamlanmış olan manus'un bir anlık boşluğa düşüşü de iyi resmedilmiş.

ortanın üzeri temposu ve yalın anlatımıyla öne çıkan norveç yapımlarından birisi "max manus". eğer ikinci dünya savaşı ve tarihi filmler ilginizi çekiyorsa bu filme de vakit ayırıp izlemelisiniz.
0 com

sade (2000)

2000 marquis de sade için iki filmin yapıldığı bir yıldı. bu iki filmden biri, philip kaufman'ın yönettiği ve geoffrey rush'ın sade rolünde çılgın attığı "quills" sade'ın son dönemlerini konu alıp, yazarın zor şartları altında olmasına rağmen boyun eğmeyip içindekileri kağıda dökme tutkusunu aktarıyordu izleyene. "sade" ise serge bramly'nin "sade - la terreur dans le boudoir" adlı romanının beyazperdeye yansımasıdır. 1994 yılında jacques fieschi tarafından senaryolaştırılan romanı benoît jacquot ele alıp filme çekmiştir. sade rolünde oynayan daniel auteuil'e eşlik eden isimlerden bazıları marianne denicourt, jeanne balibar, grégoire colin ve isild le besco. bu arada söz konusu roman, "yatak odasında terör" adıyla everest yayınları tarafından 2001'de basılmıştı.

genelinde romandaki akışa sadık kalınarak çekilmiş film. ancak ufak tefek farklılıklar da yok değil. örneğin roman, sade'ın fransız ihtilali dönemindeki bastille hapishanesindeki günleriyle açılıyor. devrim esnasında bastille hapishanesini de hedef olarak görülür ve burada da ortalık karışır. bazı mahkumlar öldürülür, bazıları ise hapisten kaçıp özgürlüğe kucak açar. dışarıda yaşanan tüm bu kargaşayı sade demir parmaklıklı penceresinin ardından izler. bu kaos ortamı ona fiziksel olarak etki etmese de kaldığı odasının yağmalanması sonucu içeride yazdığı "sodom'un 120 günü"'nün el yazması kaybolur ve bu ona çok koyar.

filmimiz ise sade'ın bastille günlerine teğet geçip onun tekrar tutuklanışının ardından picpus manastırına gönderilişiyle açılıyor. picpus manastırının diğer hapishanelerden farkı soyluların gönderildiği ve cezalarının kesileceği güne kadar kaldıkları bir yerdir. soylular kaldığı için de belirli bir ücreti vardır buranın (sade'ın ağzından güzel de bir laf koyulur bu duruma filmde). sade'a bu rahatlığı sağlayan kişi ise eşi sensible'dır. sade'ın içeriye girişini fırsat bilip sensible'ı sahiplenen fournier konvansiyon üyesidir. ve sensible da fournier'den sade'ı kollamasını ister.

sade ise "justin"'i başka bir isim altında yayınlatıp memlekette olay yaratmıştır. roman sebebiyle onun peşine düşülür, ondan kuşkulanılır ancak kesin bir hüküm de verilemez hakkında. yayıncısının kellesi ise bedeninden çoktan ayırılmıştır. sade'ın ise duracağı yoktur. her koşulda yazmaya ve "erdem" kavramı üzerine gitmeye devam eder (romanda picpus'taki günlerinde bu uğraşları daha fazla yer etse de filmde çok fazla üzerinde durulmuyor). ilk günlerinde diğer soylular tarafından dışlanan sade, manastırda bulunanların idam korkusu altında yaşadığı bu günlerde kendi yazdığı bir piyesi sahneye koyma kararı alır. böylelikle aklındaki "zararlı" tohumları serpeceği bir ortamı yakalamış olur. ve bir yandan da picpus manastırı'na kendisiyle beraber getirilen soylu ailenin küçük kızı emilie'i ahlak konusundaki farklı yaklaşımlarıyla etkilemeye devam eder.

"sade" özünde aynı temayı konu alan "quills"'e göre biraz daha sönük kalan bir film. "quills"'te sade'ın o karanlık yüzünün daha çok resmedilişi, oyuncu kadrosunun kalburüstü oluşu (geoffrey rush, kate winslet) ve özellikle rush'ın mükemmel performansı bu fikrin oluşmasını sağlıyor. "sade", "quills" kadar karanlık olmadığı gibi dayandığı roman kadar da sert özellikte değil. nedense sadizme adını veren ve ahlak ve erdem kavramlarıyla kafayı bozmuş bu adamın savunduğu fikirler çok fazla kurcalanmadan yansıtılmış izleyene. bence filmin en büyük negatif noktası budur.
0 com

milk (2008)

dustin lance black'in senaryosunu yazdığı, gus van sant'ın yönetmenliğini yaptığı filmin başrollerinde sean penn, james franco, emile hirsch, josh brolin, alison pill ve diego luna yer alıyor. "en iyi erkek oyuncu" ve "en iyi orjinal senaryo" dalında kazandığı oscarla beraber toplam 2 oscar sahibi olan filmin müziklerini daha çok tim burton filmlerinden tanıdığımız fakat gus van sant ile "to die for" ve "good will hunting"te de çalışan danny elfman hazırlamış. daha önce birçok kitaba ve belgesele ilham kaynağı olan harvey milk, sean penn'in kusursuz oyunculuğu ile birleşince kazandığı oscarlarla beraber adını tarihe yazdırmıştır. çekimleri san fransisco'da gerçekleşen filmde harvey milk'in gerçek hayattaki yaşayan arkadaşları da rol almışlardır.

film, san fransisco'ya taşınıp, gay haklarını savunmak için kolları sıvayan harvey milk'in biyografisi niteliğinde. milk'in 40. yaşına adım atacağı gece yakışıklı bir gayle tanışıp güzel bir gece geçirmesiyle başlayan hikaye, meclise girmek için büyük uğraşlar gösteren bir adamın hikayesi olarak devam ediyor. hiçbir zaman umudunu yitirmeyen milk, üçüncü girişiminde başarılı olur ve meclise girer. san fransisco valisi george moscone'un da desteğini alan milk, amerika'nın ilk gay hakları savunucusu olur ve halkın da büyük desteğini alır. fakat meclise girdikten 1 sene sonra yani 27 kasım 1978 günü suikaste kurban gider.

bir insan canlandırdığı karakteri sevebilir, ama bu kadar değil. ciddi anlamda rolü yaşayan sean penn'e buradan saygılarımı sunup, "eşcinselliği nasıl öğretiyorsunuz? fransızca gibi mi?" esprisi oldukça sağlamdı diyerek yazımı bitiriyorum. bu arada sean penn ve harvey milk benzemiyorlar mı allah aşkına?

0 com

catch me if you can (2002)

başrollerinde leonardo dicaprio, tom hanks, christopher walken, nathalie baye, jennifer garner ve enchanted'ın güzel prensesi amy adams'ın rol aldığı filmin yönetmeni steven spielberg olmakla beraber spielberg baba filmi "catch me if you can: the amazing true story of the most extraordinary liar" isimli kitaptan uyarlamıştır. 2 dalda oscara aday olan film, christopher walken'a en iyi aktör dalında bafta ödülü kazandırmıştır.

babasının iş hayatındaki çöküntüler ve anne-babasının ayrılma kararı yüzünden büyük sarsıntı yaşayan frank abagnale jr. evden kaçar. geçinebilmek için paraya ihtiyacı olduğunu anlamaya başladığı andan itibaren anarşist bir tavırla kurnazca dolandırıcılık yapmaya başlayan frank, çok geçmeden fbi'ın en çok aradığı isimler arasında yer edinir. öte yandan frank'i yakalamak için ant içmiş fbi ajanı carl hanratty her defasında kılpayı kaçırdığı bu dolandırıcının gün geçtikçe güçlendiğinin farkındadır. avukat, doktor ve pilot olan frank sahte çek dolandırıcılığının zirvesindeyken ipuçlarını izleyen carl, her sene konuştukları o noel gecesinde frank'e oldukça yaklaşmıştır...

spielberg filmlerinde pek alışık olmadığımız bir mizah duygusuna sahip olan filmin müzikleri birçok filmde emeği geçen john williams'a ait. oscar'ı kılpayı kaçıran williams'ı kutluyor, film izlenmeli diyerek yazımı sonlandırıyorum.

0 com

the assassination of jesse james (2007)

jesse james’in robert ford ile tanışmasıyla başlayan ve genelde bu ikilinin etrafında geçen bir hikayeye sahip olan, yönetmenliğini andrew dominik’in yaptığı 160 dakikalık eser. neredeyse 3 saat süren bir film ve ağır işleyen temposuna rağmen yönetmen, izleyeni koltuğunda oturtup sonuna dek izletmeyi başarmış. bu başarı da kuşkusuz oyuncu seçiminin payı var. jesse james’i canlandıran brad pitt’in zaten olayı belli, esas sürpriz nokta robert ford’u oynayan casey affleck. robert ford’un o ezikliği ancak bu kadar yansıtılabilirdi. öyle bir eziklik ki kendisinin adını hatırlanır kılacak tek şey jesse james’i öldürmekten geçecektir, ki bunu yaptıktan sonra cinayeti tiyatro oyununa döküp adeta sirk maymununa dönmüştür.

iki nokta var aklıma takılan, filmle alakalı veya alakasız:


ilki bu olayın suikast olup olmadığı. filmin kurgusunda da başarıyla seyirciye aktarılan bir nokta vardır ki, jesse james, robert ford’un kendisine karşı olan kinin farkındadır. hatta bilerek ford’un üzerine gider ve bazen onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynar. ancak son dönemlerinde hayata karşı bağları kopmuş gibidir, cinayet sahnesinde bile resmi düzeltmeye giderken silahını kenara bırakmış, tamamen savunmasız olarak kaderini robert ford’un ellerine teslim etmiştir. bu onun herşeyden vazgeçip intiharı seçişi olarak görülebilir.

ikinci nokta ise, benim o dönem için takıldığım tek nokta, bir kısım halkın gözünde kahramanlaşan jesse james, ford tarafından öldürüldükten sonra ford’un nasıl böyle ortalıkta rahatça dolaştığıdır. jesse james sempatizanları tarafından hiç ellenmemiş adam ilgincime gitti. bir tek bar sahnesi var bu dediğime yakın sayılabilecek. orda bir kaç kişi ford’un üzerine gider gibi oluyor ama ondan da fıs yok. belirtmeden geçmeyelim, bu sahnede filmin müziklerini yapan nick cave’in ufak bir rolü var, gitar çalıp şarkı söylüyor kendileri.

1 com

into the wild (2007)

kendimce iki bölüme ayırdım filmi; alexander supertramp’ın sarfettiği “kariyer yirminci yüzyılın icadıdır” sözünün birinci bölümü, “mutluluk sadece paylaşıldığı zaman gerçektir” sözününse ikinci bölümü temsil ettiği filmdir.

şimdi geçelim ağır spoiler içeren kısıma…


evet, süperberduş’un da belirttiği gibi kariyer geçtiğimiz yüzyılın icadı ve içerisinde bulunduğumuz yüzyılda da dünya üzerindeki çoğu insanı pençesine almış durumda. çoğumuz gerek sosyal statüsünü arttırma, kimimiz doymak bilmeyen egosunu tatmin etme, kimimiz de bir kaç lokma daha yiyip biraz daha rahat yaşamak uğruna kariyer denen şeyin dikenli yollarda mücadele etmekte. tüm bunlara ters gelenler içinse özgürlüğün peşinden koşmak, anti-kariyer yapmak çekici. christopher mccandless ikinci yolu seçenlerden. üniversiteden mezun olduktan sonra ailesinden gelen yeni araba hediyesini elinin tersiyle iten, sahip olduğu parayı ihtiyacı olanlar için kullanmakta çekinmeyen, kariyer denen zımbırtıya kendini kaptırmak istemeyen, aile içerisindeki çatışmalardan bunalıp kendini yollara vuran bir abimiz. içlerinde benim gibi düşünüp de çoğu kişinin götünün yemediği (yiyenlere saygım sonsuz, her biri eşsizdir benim gözümde) olaya kalkışır.

doğa içerisinde yalnız kaldıkça veya kendi kafa dengi insanlara rast geldikçe “gerçek eğitim”i aldığına inanır. ve öyle noktaya varır ki, şehir içerisindeki hayat ona daha “vahşi” gelmeye başlar. kendisi öyle bir yalnız kalmaya adar ki, kız arkadaşı geçtim seks bile onun için cazip hale gelmez. onun aklında alaska’ya varmak vardır.

ve varır da. alaska’daki dağlardan birinde şans eseri bir minibüse varır. hayatının son aylarını geçirdiği, kendisine ait bir dünyanın olduğu minibüse… ayrıca ne kadar ironiktir ki, onun için özgürlüğü temsil eden yerdeki minibüs, daha sonra onun özgürlüğünü gittikçe kısıtlayarak, yaşama veda ettiği yer olur. işte bugünlerde kafasına dank eder, mutluluğun paylaşıldığı zaman gerçek olacağı. yine de pişman değildir. mutlu bir hayat sürdüğünü belirtip göçer dünyadan.

kendisinin ölümünden bir kaç gün sonra avcılar tarafından cesedinin bulunması da ayrı bir üzücü nokta..

film inceden bir yol filmi sayılır. şayet filmi walter salles çekse veya kim ki duk çekse böylesine güzel hikayenin yanında bir de görsel şölen izleyebilirdik. yine de sean penn’e laf edecek değilim, haddim değil.

son olarak belirtmeden geçmek olmaz, eddie vedder soundtrack’i hazırlayarak süper bir iş çıkarmış. sahneleri tamamlayan, ruh katan müzikler olmuş. soundtrack albümü ayrı bir güzel.

0 com

24 hour party people (2002)

müzik tarihinde kendisine yer bulan önemli akımların yeşerdiği, filizlendiği ülkelerden birisidir ingiltere. özellikle 70′lerin sonuna doğru kendisine iyice yer bulan punk akımına ev sahipliği yapan, sonrasında brit rock ile rock kültürüne başlı başına bir akım sokan şimdilerdeyse indie rock’a güzel alternatifler sunan ülkedir. manchester da tüm bu akımlara bulaşmış ve müzik tarihine yön veren gruplara ve olaylara ev sahipliği yapmış bir yöresidir ingiltere’nin. işte filmimiz de bu yörenin müziğin çehresini nasıl değiştirdiğine ait izlenimler sunuyor bize.

frank cottrell boyce’un yazdığı senaryoyu, 2002 yılında michael winterbottom filme çekmiş. dekorunda manchester’ın merkezinde ise tony wilson’ın olduğu film, 1976 haziran’ında sex pistols’ın ilk sahneye çıkışıyla açılıyor. punk’ın ortaya çıkışında önemli bir yere sahip isimlerden olan buzzcocks’ın yerine sahne alıyor sex pistols, 42 kişinin karşısında. o anda tony wilson iyi bir öngörüde bulunarak yeni bir devrin açıldığından bahsediyor yanındakilere. nitekim de öyle oluyor, buzzcocks’ın “gidin ve kendi grubunuzu kurun” deyişi bünyeleri gaza getiriyor, ve ilk bu aragaz ilk sex pistols ile hayat buluyor. ardından ian curtis’in göçüp gidişine kadar ortalığı sallayacak olan joy division doğuyor. tony wilson da bu doğuma el verenlerden biri ve hikayenin odak noktalarından biri. joy division’ın müzikal tarihine göz attıktan sonra film, manchester’daki müzikal faaliyetlere dair bir resmi geçit halini alıyor. joy division’ın küllerinden new order doğuyor, ardından happy mondays’i piyasaya sunuyor tony wilson. yandaşlarıyla beraber factory records’a imza atıyor ve bu da beraberinde dönemin en önemli mekanlarından birisi olan hacienda’yı çıkarıyor gün yüzüne. hacienda’nın da kapanmasıyla noktalanıyor 117 dakika süren film.
1976′dan 1990′ların başına kadar olan zaman diliminde müzikteki değişimlere şahit oluyoruz filmde. müzikal akımlardaki değişim sırasıyla şu şekilde sunuluyor; punk - post punk - brit rock - rave. bu değişimin yanı sıra arka planda müzik ile sosyal hayatın karşılıklı etkileşimi de yer alıyor. yazıyı sonlandırmadan önce “control” ile beraber arkalı önlü izlenilirse güzel bir konsept yakalanır hatırlatmasını da yapıp noktayı koyuyorum.


0 com

control (2007)

yönetmenliğini anton corbijn’in yaptığı, başrollerinde sam riley, samantha morton ve alexandra maria lara’nın oynadığı 2007 tarihli filmdir. ve bir ian curtis filmidir.

erken yaşta debby ile evlenen ian’ın hayatında zamanla ikinci bir şey yer kaplamaya başlar; joy division. ve bu iki şey ian’ın hayatında gel gitler yaşamasına neden olur. yönetmen bu gel gitleri debby’nin mutfaktaki temiz çamaşırları astığı tahtada metafor haline getirdiğini düşünüyorum. en sonunda da o tahta ian’ın hayatına noktayı koyuyor zaten.

sam riley, “ian curtis” rolünde döktürmüş, tekrar gözlerimizin önünde canlandırmış o deli dolu dansını. filmle ilgili başka bir güzellik ise, joy division’ın o güzelim şarkılarından “she’s lost control”, “love will tear us apart” çok güzel yerlerde giriyor, sahneyi dolduruyor.

ayrıca “ray”, “walk the line” gibi filmlerden alıştığımız kadarıyla starların evlilik hayatı çok zor be abisi. turnesi var bunun, groupiesi var. ikisi bir arada yürümüyor agalar. en sonunda “he has lost control” oluyor olay. bir de bu üç filmde ortak noktalar var; üçünde de bir hastalık var. “ray”‘de körlük, “walk the line”‘da uyuşturucu bağımlılığı ve bunda epilepsi. ikincisi geçmişten gelen rahatsızlıklar hakim; “ray” ve “walk the line”‘da kardeşlerin ölümü, bunda da erken yaşta evlenmek filan. yani müzisyenler üzerine film çevirecekseniz, bunlara göre seçim yapın, senaryo dolu dolu oluyor.

son olarak, trençkot güzel bişi.


0 com

finding neverland (2004)

charlie and the chocolate factory'nin charlie'si, the spiderwick chronicles'ın jared grace'i, fantastik filmlerin vazgeçilmez çocuk oyuncusu freddie highmore'un peter llewelyn davies olarak başrolde olduğu filmde ona johnny depp, kate winslet, dustin hoffman, julie christie ve radha mitchell gibi zengin bir oyuncu kadrosu eşlik ediyor. yönetmen ise "stranger than fiction" ve "quantum of solace"in yönetmeni marc foster. 7 dalda oscar adayı olan film, sadece "en iyi müzik" dalında jan a.p. kaczmarek'e oscarı kazandırmıştır. imdb'den 8.0 puan alan film, beklenenenden fazlasını vererek yine imdb'ye lanet okutturuyor aynı zamanda.

iskoçyalı ünlü roman ve tiyatro yazarı, ayrıca peter pan'ın yaratıcısı james matthew barrie'nin (9 mayıs 1860 - 19 haziran 1937) gerçek hayat hikayesinden uyarlanan film, 1903 yılının londra'sında geçiyor. yeni oyununun kasıntı ve kibar ingiliz sosyetesi tarafından beğenilmemesi sonucu farklı birşeyler yapması gerektiğini düşünen barrie, yazı yazmak için kensington bahçeleri'nde gezinirken çok şirin bir aileyle tanışır. babalarını kaybetmiş olan dört erkek çocuğu ve güzel bir anneden oluşan bu sevimli llewelyn davies ailesi, zamanla barrie'nin ilham kaynağı olurlar. ve james, şimdilerde efsaneleşmiş olan hikayesi "peter pan"ı yazar. james'in yapımcısı charles frohman (dustin hoffman) oyunun büyük bir skandal olacağını düşünür ama oyun başarısıyla tüm gözleri üzerine çevirir.

ailenin otoriter büyükannesi emma du maurier, barrie'ye karşı antipati beslese de, onu çocuklardan ve sylvia'dan uzak tutmayı başaramayacaktır. bir gün peter'ın yazdığı tek perdelik oyunu oynarken sylvia'nın öksürük krizi sonucu açığa çıkan apansız hastalığının da etkisiyle, james'in onlara zarar verdiğini düşünen büyükanne, kızının iyiliğini istemekte haklıdır ama çocuklar james'i bırakmaya niyetli değildirler. sylvia'nın hastalığının ilerlediği aşamada çocuklar durumun ciddiyetinin farkına varırlar ve james'ten yardım isterler. james, kardeşlerin en büyüğünü annesiyle konuşması için cesaretlendirir ve o da tedavi olması için annesini ikna eder. ama hastalığın bir çaresi yoktur...

allan knee ve david magee tarafından yazılan bu zengin senaryo, görsellik ve kusursuz oyunculuklarla birleşerek böylesine masalsı bir film çıkarmış ortaya. her yaştan insanın izleyebileceği ok eğlenceli bir filmdir diyerek yazımı sonlandırıyorum.

0 com

into the wild (2007)

sean penn yönetmenliğinde 2007 yılında çekilen film, 8.2 rating ile imdb top 250 sıralamasında 143. sırada bulunmakta ve chris mccandless'ın gerçek hayat hikayesini anlatmaktadır. başrollerde emile hirsch (chris mccandless), marcia gay harden (annesi), william hurt (babası), jena malone (kızkardeşi) yer almaktadırlar.

toplum düzeni; kısaca aile, sevgili, kariyer, seks, iş, para gibi unsurların varlığını tamamen silip atmaya yönelik girişiminde oldukça başarılı olan chris mccandless, aslında "mutluluk sadece paylaşıldığında anlamlıdır" ilkesini benimsememekten yanadır. belirttiğim unsurları silip atma yöntemi birçoğumuzun hayalinden pek farklı değildir aslında. genellikle ergenlik dönemindeki gençlerimizin başta aile baskısı olmak üzere, çeşitli sıkıntılarından kurtulma hayalini gerçekleştirmiş olan chris mccandless, çok iyi örnek olmamakla beraber, filmin sonunda da bunu kanıtlıyor. (mesela o karda boxer ile gezilmez)

en büyük hayali alaska'ya varıp, kendince "yaban" bir hayat yaşamak olan mccandless, dağ bayır gezen bir "alexander supertramp" (alexander süperberduş) oluveriyor. süperberduş'un, adeta bir görsel şölen tadındaki yolculuğu sırasında tanıştığı insanların çoğundan ayrı mesajlar alıyoruz. fakat kendini toplum hayatından soyutlamış olan arkadaşımız, onlara da yüz vermiyor. en azından bağlı kalmıyor.

filmi oldukça çekici yapan unsurlardan bir diğeri ise sevgili eddie vedder'ın sesinden dinlediğimiz soundtrack albümüdür. özellikle hard sun, society, far behind gibi harika şarkılar barındıran albüm, filmi izlerken, yaşamamıza sebep oluyor.