mockumentary, günümüzde sık rastlanan ve, görülen o ki, ileriki dönemde daha da sık rastlayacağımız bir tür. maksadı ise esasta olmayan bir olayı sanki gerçekmiş gibi izleyene sunmak ve bunu da belgesel formatında gerçekleştirmek. norveç'ten çıkan ve düşük bütçeli bir film olan "trolljegeren" yani trol avcısı, bu türe ait bir film.
iskandinav mitolojisinin korku öğelerinden biri olan trolleri odağına alan film, trollerin gerçek olduğu konusunda seyirciyi ikna edebilmek için izleyene çeşitli açıklamalar yaparak başlıyor. norveç'te bir üniversitede okumakta olan 3 kişilik bir öğrenci grubunun proje ödevi, belgesel hazırlamaktır. konu olarak kaçak ayı avı üzerine eğilen öğrenciler, çekimleri sürdürürken ayı avcısı olduğunu düşündükleri, gizemli bir adamın peşine takılırlar. bir süre takipten sonra adamın trol avcısı olduğunu öğrenen grup, adamla beraber trol avına katılır.
"trolljegeren", son dönemde karşımıza bolca örneği çıkan el kamerasıyla çekilmiş filmlerden biri. olayları grubun kamerasından takip ediyoruz. grupla beraber trol için pusuya yatıyoruz, onlarla beraber trollerden kaçıyoruz ve saklanıyoruz. yani bir şekilde filmin içine dahil oluyoruz. ki bu da bir mockumentary filminin sunması gereken inandırıcılık niteliğine katkıda bulunan bir durum.
trol denen yaratık her ne kadar kültürümüze uzak olsa da, insana korku verebilecek sahnelere sahip olan film, korku öğesini tüm filme yaymamış. bu nedenle de "trolljegeren"e korku filmi olarak yaklaşmak yersiz olur. film, daha çok troller ne yer ne içer, nasıl yaşarlar ve neden avlanırlar üzerine kurulu. izlemeye karar vermeden önce bu noktaya dikkat etmekte fayda var.
rob zombie'nin iki "halloween" arasına sıkıştırdığı bu animasyon filmini izleyebileceğimden şüpheliydim. zira film 2009'un yaz aylarında görücüye çıkmış o tarihten bu yana altyazısı olmadığından izleyemiyor ve "halloween 2" başarısızlığından sonra iyice merak ediyordum. ki kısa bir süre önce filmin altyazısı dilimize kazandırıldı.
daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, rob zombie'nin kendi yarattığı karakterleri çok seviyorum ve onun karakter yaratmada başarılı olduğunu düşünüyorum. bunun için ilk ilki filmi olan "house of 1000 corpses" ve "the devil's rejects"e göz atmakta fayda var. bu iki filmde de ortak olan karakterlerden captain spaulding, otis ve baby bu tezime örnek olarak sunduklarım. kendisinin daha sonra "halloween" serisine el atması ve michael myers üzerinde değişiklikler yapması serinin bazı fanlarını üzdü. ilk filmiyle hayli tatmin olsam da ikinci filminde hayal kırıklığına uğradığımı söylemeliyim. daha önce kendisinin çizgi roman olarak yarattığı "the haunted world of el superbeasto"da ise yine benzer tadda karakterler var. birer anti-kahraman olarak karşımıza çıkan seks düşkünü, dövüşçü superbeasto ve seksi kız kardeşi suzi-x. ayrıca daha önceki filmlerinde arka planda kalan dr. satan bu filmde bir hayli ön planda. ve sid haig tarafından canlandırılan (bu filmde de seslendirilen) captain spaulding kısa bir süre de olsa filmde gözüküyor.
superbeasto ile kardeşi suzi-x'in dr. satan tarafından kaçırılan striptizci von black'i kurtarmaya çalışmasını konu alan animasyonda rob zombie'nin nazilere, sıkıcı amerikan filmlerine, japon hentailerine dokundurmalarına da rastlıyoruz (şarkı sözlerinin çevrilmiş olan altyazısıyla izlemenizi özellikle tavsiye ederim). opening title'ı ile 40'ların sinemasına, azgın robotu ile "the phantom creeps"e, bir sahnesiyle de "carrie"e selam duran, rob zombie'nin hastalıklı beyninde üremiş bu animasyonu şiddetle tavsiye ederim.
içerisinde şiddet öğesi bulunan sporlarla pek aram yok. boks, uzakdoğu sporları vs... elbette bu tür sporların kendine göre güzelliği, özelliği vardır ancak ilgimi çekmiyor. kurallarını bir türlü çözemediğim, çözmek için de kasmadığım amerikan futbolu da bu kategoriye dahil benim için. bu futbola ilişkin anılarım çocukluğumla sınırlı. 90'ların ilk yarısında haftasonları hbb'de amerikan futbol maçlarının yayınlandığını, sıkıntıdan izlediğimi ancak bana karmaşık gelen bu oyundan pek de zevk almadığımı hatırlıyorum. "friday night lights" ile yollarımın kesişmesi de zaten filmin temeli olan amerikan futboluna dayanmıyor. explosions in the sky'ın arşivimde yer alan soundtrack albümünden filmi merak edip, edindim.
her spor türünün ülkelere/kıtalara göre yüklendiği anlam çok farklı. bizde malumunuz futbol baş köşeye kurulmuş durumda. serdar akar'ın "dar alanda kısa paslaşmalar"ında tanık olduğumuz bir mahalle ve futbol takımı arasındaki ilişkinin paralelini peter berg ve josh pate ikilisinin yönettiği "friday night lights"ta görmek mümkün. teksas'a bağlı bir kasaba olan odessa'da bulunan lisenin amerikan futbol takımı eyalet şampiyonluğunu gözüne kestirmiştir. yerel basının gözü hep takımın üzerindedir, kasaba halkının günlük muhabbetlerinde takımın durumu yer alır. ancak tüm bu ilgi, alaka genelde ülkemizde rastladığımız içi boş fanatizmin ötesindedir. lise hayatlarını futbola ayıran gençlerin ise kafalarında tek bir düşünce vardır; amatörlükten profosyonel lige zıplamak.
film, gerçek olaylara dayanmakta. 1988 yılında kasabada yaşananları h. g. bissinger, "friday night lights: a town, a team, and a dream" kitabında konu etmiş ve film de bu kitabın uyarlaması. 118 dakika gibi uzun sayılabilecek bir süreye sahip olmasına rağmen temposuyla izleyeni sıkmayan, explosions in the sky tarafından post-rock sosuna bandırılmış müzikleriyle izleyeni mest eden ve finaliyle de klişelere tokadını atan bir yapım. tavsiye ederim.
genelde amerikan filmleriyle klasikleşmiş "winner" hikayelerini izlemekten sıkılmış bir bünye olarak filmi izlerken finali hakkında "acaba?" diye sormaktan kendimi alamadım. ve film boyunca kendimi böyle bir final için hazırladım. 2 saat boyunca keyifle izlediğim filmin böyle bitmesi beni daha da çok filme bağladı. hector cuper'e selam olsun!
hayatını hırsızlık ilmi üzerine adayan, bunun sonucu olarak yaşamının belli bir kısmını kodeslerde sürdüren jack black, yaşamının son demlerinde bazı söylemlerde bulunur. söylemlerinin mevzusu kodes hayatının, suça bulaşmış insanları evcilleştirmek yerine daha da vahşileştirdiği üzerinedir. dört duvar arasında kapalı tutulan bir insana yapılan kötü muamelelerin insanı daha da suça teşvik edeceğini savunur. 1926'da yazdığı "kazanamazsın"da da bu derdini açıkça ortaya koyar, insanın hayatta hiçbir zaman kazanamayacağı fikriyle beraber. arzu eden şuradan daha fazlasını okuyabilir.
1974 yılında henüz 19 yaşında olan michael peterson, postahaneyi soymak üzereyken yakayı ele verir ve 3 yıl hapse mahkum olur. ilk gençliğinden beri kendisine hakim olan şiddet dürtüsü onu, bu 3 yıl içerisinde alter-egosu olan charles bronson'a dönüştürür. otel odası olarak gördüğü kodes, içerisindeki dürtüleri iyice açığa çıkarır ve suça bağımlı hale gelir. hep hayalini kurduğu ünlü olmayı normal yollarla beceremeyeceğinden o kendi yolunu bulur: ingiltere'nin en sorunlu mahkumu olmak. artık gazetelerde fotoğrafı çıkmaktadır. 3 yıllık kodes yaşantısı onun için neredeyse sürekli bir hale gelir; 34 yıldır içeridedir.
afişinde "21. yüzyılın otomatik portakalı" olarak lanse edilen "bronson", adını da hikayesini de gerçek bir karakterden alıyor. m. peterson'dan c. bronson'a dönüşüm ile beraber bronson'un içerisindeki nedensiz şiddeti dışa vurumunu tüm çıplaklığıyla bize yansıtıyor. kan kırmızısının fetiş olarak karşımıza çıktığı film bir yandan da bronson üzerinden şöhret kültürüne atıfta bulunuyor. filmi, "otomatik portakal" ile kıyaslamak ne kadar doğru olur bilmem ancak en az kubrick'in başyapıtı kadar sert bir film olduğunu söyleyebilirim.
ayrıca başrolde olan tom hardy'e ayrı bir paragraf açmak gerek. ilk olarak jason statham'a teklif edilen bronson rolü, statham'ın programının doluluğu yüzünden tom hardy'e kalmış ki isabet olmuş. hardy resmen alıp götürüyor filmi.
"bronson", yurdum sinemalarına uğramamıştı ancak !f istanbul'un "erkeklik halleri" bölümünde 11, 16 ve 20 şubat'ta gösterime girecek. aklınızda bulunsun. the walker brothers'ın "the electrician"ı eşliğindeki harika açılış sahnesini alttan izleyebilirsiniz.
confessions of a dangerous mind, chuck barris'in aynı isimli 1984 tarihli otobiyografik romanından, usta senarist charlie kaufman tarafından senaryolaştırıp george clooney yönetmenliğinde beyazperdeye uyarlanan bir film. dünya çapında birçok önemli film festivalinde gösterilip izleyicilerin beğenisini kazanan filme "berlin film festivali"nden "en iyi erkek oyuncu" ödülünü kazandıran sam rockwell'ın "chuck barris" performansı ise gözardı edilemeyecek cinsten. george clooney'nin ilk yönetmenlik denemesi olan confessions of a dangerous mind'ın başrollerinde yer alan diğer isimler ise drew barrymore, george clooney, julia roberts, rutger hauer ve maggie gyllenhaal. (george clooney'nin kadim dostları brad pitt ve matt damon'ın, clooney'nin hatrına yer aldığı 2'şer saniyelik rollerini saymıyorum)
biyografik bir film olan confessions of a dangerous mind, televizyon yapımcısı chuck barris'in new york'ta bir otel odasında kendi kendine hayatını sorgulayıp büyük bir psikolojik bunalım geçirirken başlıyor. 1981 yılına tekabül eden bu görüntülerin ardından ne olduğunu anlamak için 1955 yılına dönerek barris'in hayatını izlemeye başlıyoruz. yaratıcısı olduğu programlar sayesinde televizyon dünyasının tanınmış isimlerinden olmayı başaran barris'in inişli çıkışlı iş hayatı, bir cia görevlisiyle tanışmasıyla ikiye bölünüyor. cia görevlisi barris'e cia ajanlığı teklif ettikten sonra barris hem televizyon işine devam ediyor, hemde bu işinden dolayı yurtdışında olduğu zamanlarda cia ajanlığı yapıyor.
hayatı tam anlamıyla ikiye bölünmüş olan chuck barris'in ruh hali, filmin başrolünde yer alan sam rockwell tarafından başarılı bir şekilde ortaya konuyor. filmin konusu -ya da kitabın- her ne kadar doğrulukları ispatlanmamış bir şekilde karşımıza çıksa da, oldukça sürükleyici ve keyif veren bir film olmuş confessions of a dangerous mind. george clooney'nin ilk yönetmenlik denemesi olmasına rağmen saygıyı hakeden bir film. izlenmeli.
18 aralık'tan beri 3d teknolojisi ile tüm dünya ile aynı anda olmak üzere ülkemiz sinemalarında da gösterimde olan avatar, senaristliğini ve yönetmenliğini titanic, aliens ve terminatör filmlerinden tanıdığımız james cameron'ın üstlendiği bir film. şimdilik 4 golden globe adaylığı bulunan ve bu zamana kadar en yüksek bütçeyle çekildiği söylenen filmin başrollerinde ise sam worthingon, zoë saldaña, sigourney weaver, stephen lang, joel moore, michelle rodriguez ve giovanni ribisi gibi isimler yer alıyor.
filmin hikayesi, günümüzden 1 asır sonra, pandora isimli bir gezegende geçiyor. pandora'da hayal edemeyeceğimiz cinsten doğal güzellikler ve kendi dilleri ile kültürleri olan mavi vücutlu insan benzeri na'vi halkı barınıyor. insanlara karşı zararsız olan bu halk, askeri bir şirketin topraklarından -yani yeraltı ve yerüstü kaynaklarından- faydalanmak istemesi üzerine, kendileri için kutsal olan ve evlerinin bulunduğu yerden atılmak istenir. bunun üzerine bulundukları yeri boşaltmayı asla kabul etmeyen na'vi halkına güvenlerini kazanmak için avatar'lar yollanır.
avatar, pandora'nın havasını soluyamayan insanların gelişmiş teknoloji sayesinde ürettiği, yarı na'vi yarı insan karışımı yaratıklardır. akıl bağlantısı aracılığı ile kontrol edilebilen avatar isimli bu yaratıklardan biri de, bacakları felçli olan savaş gazisi jack sully'dir. avatar bedeni sayesinde hem yürüyebilen, hemde oldukça güçlü olan jack, şirketin bilgi toplamak ve güven kazanmak için gönderdiği en önemli kişidir.
na'vi halkının arasına sızıp, onları bulundukları yerden gönderme görevi olan jack sully, gördüğü tarifsiz doğal güzellikler ve dişi bir na'vi olan neytiri ile yakınlaşmaları sebebiyle bu görevden uzaklaşarak taraf değiştirir. pandora gezegeni'nin zarar görmeden olduğu bir şekilde kalmasını isteyen jack sully ve na'vi halkı için durum göründüğünden daha zordur çünkü karşılarında savaşmak için can atan acımasız askerler vardır.
yazımın başında da belirttiğim gibi çok yüksek -250 milyon $ üzeri gibi söylentiler mevcut- bir bütçeye malolan avatar, cameron'ın orjinal senaryosuyla bütünleşen ileri bir teknoloji harikası olmuş. pandora'nın doğal güzelliklerinin içinde olduğumuzu hissettirdiği için 3d ile sinemada izlenmesi gereken bir yapım. kesinlikle 2009'un son bombası, hatta son yılların en iyi filmlerinden. izlenmeli!
edebiyat ve sinema için fazlasıyla konu zenginliği içeren ikinci dünya savaşından bir başka öykü ile karşı karşıyayız. senaryosunu thomas nordseth-tiller'in senaryosunu yazdığı ve joachim rønning ile espen sandberg'in yönettiği "max manus", savaşın norveç'teki yansımalarını gözler önüne seriyor.
sscb'nin finlandiya'ya yaptığı çıkartma esnasında norveç hükümeti finlandiya'ya destek olma kararı almış ve buraya asker sevkiyatı yapmıştır. ülkesine sımsıkı bağlı bir asker olan teğmen max manus verilen görevde rus askerlerine karşı sıcak çatışmalara girmiş ve görevini yerine getirdikten sonra ülkesine dönmüştür. kısa zaman sonra, rusların finlandiya'ya girmesine izin vermeyen norveç hükümetinin kendi ülkesini işgal eden nazi almanya'sına karşı direniş göstermeyip, teslimiyetçi bir politika uygulaması manus'un kanına dokunmuştur. finlandiya'da kendisi gibi görev alan arkadaşlarıyla beraber toplanıp gizli faaliyetler içerisine girerler ve işgale karşı bir gazete çıkarırlar. bu hareketin gestapo'nun kulağına gitmesiyle içerisindekilerin kimlikleri tespit edilmeye başlanır. ilk ele geçirilen isim ise hareketin öncüsü max manus olur. manus, ülkesini yönetenlerin aksine almanlara teslim olmaz ve ellerinden kaçar. ve gazete çıkararak başladığı harekete iyice ivme kazandırarak nazi birliklerine zarar vermeye başlar. ve halkının bağımsızlığı için çıktığı bu yolda bir simge haline gelir.
bir savaş filmi denilebilecek "max manus" manus ve tayfasının nazilere saldırıları dışında çok fazla savaş sahnesi içermiyor. ve film daha çok manus'un etrafında dönüyor. onun halkının bağımsızlığına dair kaygıları, çatışmalar esnasındaki soğukkanlılığı ve almanlara karşı tutan şansı... hitler'in intiharı sonrası almanların norveç topraklarının çekilişinin ardından misyonu tamamlanmış olan manus'un bir anlık boşluğa düşüşü de iyi resmedilmiş.
ortanın üzeri temposu ve yalın anlatımıyla öne çıkan norveç yapımlarından birisi "max manus". eğer ikinci dünya savaşı ve tarihi filmler ilginizi çekiyorsa bu filme de vakit ayırıp izlemelisiniz.
edgar wright'ın yönetmenliğini yaptığı ve simon pegg ile beraber senaryosunu yazdığı filmin başrollerinde yine shaun rolünde simon pegg yer alıyor ve ona eşlik eden isimler ise nick frost, kate ashfield, lucy davis, dylan moran ile nicola cunningham. 3 bafta adaylığı bulunan film imdb'den aldığı 8.0 puan ile kendini zaten kanıtlamış fakat top 250 listesinde neden yer almıyor onu hala anlamadım. neyse...
shaun, pete ve çocukluk arkadaşı ed ile aynı evde yaşayan, ayrıca kız arkadaşı liz ile arasında büyük problemler olan biridir. işten arta kalan zamanlarının çoğunu winchester isimli pubda geçiren shaun ve liz'in arasındaki sorunlar günden güne büyürken artık çözülemeyecek bir hal alır. liz, shaun'dan ayrılır ve bu durumda shaun'un en büyük destekçisi her zaman koruyup kolladığı en yakın arkadaşı ed olur. ilk birkaç gün ayrılık acısı yaşayan shaun, ed'le deli gibi eğlendiği dakikaların ardından kendini daha hissetmeye başlar.
öte yandan shaun, annesiyle de sorunlar yaşamaktadır. 2 ayda bir görmeye gittiği annesinin ona olan kırgınlığını sürekli "o benim babam değil" dediği üvey babasından öğrenen shaun, ev arkadaşı pete'in, ed'i istememesi üzerine tam bir çıkmazda kalır ve artık hayat onun için ciddi anlamda çekilmez bir hal almıştır.
bir sabah uyandığında ed bahçelerinde bir kız olduğunu görür ve kontrol etmek için shaun ile beraber aşağıya inerler. önce kızın sarhoş olduğunu düşünürler fakat karnının ortasına koca bir kazık girdikten sonra ayağı kalkabilen kızın zombi olduğunu daha sonra anlarlar. eve girip pete de dahil tüm şehrin zombiye dönüştüğünü anladıktan sonra yapacak tek şey vardır, gidip en yakınlarını kurtarmak. güvenli bir yer olarak ise akla tek bir yer gelir; winchester!
plaklarla, dart oklarıyla ve daha birçok ilginç silahla öldürülen zombileri izledikten sonra ciddi anlamda keşke heryerde zombi olsa diyebiliyoruz. zombi filmleriyle dalga geçen bir bakıma "scary movie"yi anımsatan zombi komedi filmi "shaun of the dead", chicago'dan "if you leave me now" ve queen'den "don't stop me know" gibi şarkıları da bünyesinde barındırdığı için fazlasıyla ilgimi çekti. son zamanların en iyi komedi filmlerinden olduğunu belirterek kesinlikle izlenmeli diyorum. ha, oyunu bile var; http://www.shaunofthedeadmovie.com/game.html
10 parmağında 10 marifet diyebileceğimiz türden olan tom tykwer'ın, reinhold heil ve johnny klimek ile müziklerini yaptığı filmin yönetmenliğini ve senaristiğini de yine kendi üstleniyor. aslında yönetmenin asıl mesleği müzisyenlik. başrollerinde franka potente, moritz bleibtreu ve herbert knaup gibi isimlerin yer aldığı filmin "en iyi yabancı film" dalında bir de bafta adaylığı bulunuyor. sundance film festivali'nde "seyirci ödülü"nü alan film, seattle international film festivali'nde de "en iyi film ödülü"nü kucaklamıştır.
manni, içinde 100.000 mark'ın bulunduğu ve 20 dakika içinde mafya babalarına teslim etmesi gereken poşeti metroda unutur. metroda unutulan poşet sokaklarda yaşayan çapulcu bir adamın eline geçer. manni 20 dakika içerisinde 100.000 mark'ı bulmazsa öleceğini biliyordur ve hemen kız arkadaşı olan lola'dan yardım ister. loa, bu zaman zarfı içerisinde onu telefon kulübesinden arayan erkek arkadaşının markette silahlı soygun yapmasını engellemek için onun yanına koşmak ve parayı bulmak zorundadır.
aynı hikayeyi üç farklı şekilde ele alan tykwer, zamanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor bizlere. pek çok festivalden ödülle dönen bir film "lola rennt", ama aklıma takılan büyük bir sorun var. çığlıklarıyla cam patlatan lola, sokağın diğer yanındaki erkek arkadaşına seslendiğinde neden onu duymadı? buna rağmen izlenmeli.
david cronenberg öyle sıkı sıkıya takip ettiğim bir yönetmen olmasa da işlerine saygı duyar ve denk geldikçe de elden geçiririm çektiklerini. 10 sene öncesinde daha "matrix" rüzgarı ortalığı sallamadan önce kendisinin "existenz"'ini izlemiş ve "matrix"'ten daha fazla değer vermiştim bu fantastik filme. ardından ise filmografisinde geriye dönüş yaparak öteki amerika'nın en baba yazarlarından william seward burroughs'un efsane "naked lunch"'ının uyarlaması ve geçtiğimiz hafta aramızdan ayrılan j.g. ballard'ın öne çıkan romanlarından "crash"'ı beyazperdeye nasıl aktardığına tanıklık etmiştim. an itibarıyla son projesi olan "eastern promises"'da ise yine bir uyarlama filmi olan "a history violence" ile aynı çizgide gidip şiddet üzerine yoğunlaşmış. steven knight'ın yazdığı senaryo naomi watts, viggo mortensen, vincent cassel, armin mueller-stahl gibi usta isimlerin oyunculuklarıyla beyazperdeye aktarılmış.
londra'da bir hastanede ebelik yapan anna, hastaneye kaldırılan bir kadının doğumunda görev alır. ancak doğum sırasında kadın yaşamını yitirir. bu olay onu etkiler ve kadın hakkında merak ettiği konuları öğrenmek ister. kadının tuttuğu günlüğü eşyaları arasında bulur ve okumak için saklar. günlük rusça olduğu için amcasından bu konuda yardım ister fakat amcası bu konuda pek ilgili davranmayınca şehirdeki rus restoranının işletmecisi olan semyon'un kapısını çalar. bu tesadüf ise anna ile beraber yeraltına doğru bir yolculuğa çıkmamıza neden olur. günlüğü tercüme etmesi için yardım istediği semyon, günlüğü tutan genç rus kızı zorla alıkoyan ve onu yine işletmeciliğini yaptığı genelevde fahişe olarak çalıştıran, rus mafyası olan vor v zakone grubunun londra uzantısı olan adamdır. semyon ise anna'yı ilk başlarda potansiyel bir tehlike unsuru olarak görmese de anna'nın doğan bebek ve ölen kadın üzerine olan meraklı ve bir o kadar ısrarlı tutumunu sürdürmesiyle onu uyarma kararı alır ve oğlu kirill ile onun emrinde çalışan şöför nikolai'yi anna'nın üzerine salar. nikolai'nin anna ile yakınlaşmaya başlamasıyla da gerçek yüzlerin değişimine tanık oluruz.
dünyada nam salmış mafyalardan biri olan rus mafyasını ele alan cronenberg bir yandan da doğduğu topraklardan uzaklaşıp, para kazanma ve rahat bir yaşam kurma umudunu taşıyan ve bu umudu üzerine basılarak ezilen bir hayat kadınının dramını gözler önüne seriyor. yani mafya gibi erkeklerin dünyasına ait bir kavramı işlerken diğer yandan da bu organizasyonun içerisinde harcanmış bir hayat olan rus kızına anna'nın gözünden bakarak ortaya çift cinsiyetli bir film koymuş. rus aksanını yalayıp yutmuş olan viggo mortensen ve hayatta en çok kıskandığım erkeklerden biri olan vincent cassel çok şey katmış filme. oldukça sağlam bir hikaye, güçlü oyunculuklarla birleşince "eastern promises"'i seyredilir kılıyor.
andré batista’nın romanından yola çıkarak bráulio mantovani’nin senaryolaştırdığı öyküyü josé padilha filme almış. wagner moura, caio junqueira, andré ramos’un başrollerinde oynadığı film ingilizcede “elite squad” olarak geçiyor ve sinemalarımızda “özel tim” adı altında gösterildi.
brezilya’nın başkenti rio’da mahallelerde (veya gettolarda diyelim) yaşanan uyuşturucu ve fuhuş trafiğini konrol altına alabilmek için polis yeterli değildir. özellikle polis teşkilatı içerisinde yaşanan düzensizlikler bu kontrolsüzlüğü daha da büyük boyutlara getirmektedir. polisin de içerisinde bulunduğu bu düzenin hakkından gelen ve bope adı verilen bir özel tim vardır. oldukça sıkı ve sert bir eğitimden geçen bope tim üyeleri mahallelere baskınlar düzenleyerek uyuşturucu ağına darbeler vurmaktadır. bu timde yüzbaşı olarak görev alan nascimento eşinden bir bebek bekliyordur ve doğumdan sonra görevi bırakmayı planlıyordur. yerine seçebileceği iki adam vardır; neto ve matias. film boyunca hikayeye şekil verecek 3 karakter böylece belli olmuş oluyor. neto, bu sıkı birlikte görev yapabilecek hırsa sahip birisidir ancak eksik kalan akıllı hareket etme yönünü matias tamamlamaktadır. matias, timdeki görevinin yanında üniversitede hukuk eğitimi görmekte ve mezun olduktan sonra suç hukuku üzerine yoğunlaşmayı planlamaktadır. okulda tanıştığı arkadaş çevresinde sivil toplum örgütü üyesi olan maria ile olan ilişkisi matias’ı ve doğal olarak bope’yi bir uyuşturucu çetesine götürür.
bope’nin eski bir üyesi olan andré batista’nın yazdığı ve bope’nin polis, uyuşturucu çeteleri ile olan ilişkilerinin yer aldığı eserden uyarlanan film, olayların ilk ağızdan anlatımı. ilk bölümünde genelde polis teşkilatındaki düzensizliği gözler önüne seren film ilerledikçe bope’nin polis teşkilatına bakış açısını anlatıyor. bope’ye katılmanın ne kadar zor olduğu anlatılırken aslında bu tür silahla kuvvetlerde insanın gururunun hallaç pamuğu gibi bir kenara atılışını görebiliriz. tüm bu sert ve zorlu geçen eğitimin ve sonrasında icra edilen görevin askerlerin psikolojisine de dokundurulmuş filmde.
“cidade de deus” gibi sert bir filme imza atmış brezilya sinemasından çıkan yine sert bir film “tropa de elite”. izlerken, farklı coğrafyalarda yaşasak da tanıdık mevzuları görmek mümkün.
lexi alexander'ın yazıp yönettiği filmin başrollerinde the lord of the rings'in frodo'su elijah wood ile birlikte charlie hunnam, claire forlani ve marc warren gibi isimler var. yönetmenin bayan olması başta her ne kadar şaşırtsa da, böyle bir projeye imza attığı için başarısını görmemek elde değil.
oda arkadaşına ait olan uyuşturucu, kendi eşyalarının arasından çıktığı için gazetecilik okuduğu harvard'dan haksız yere atılan matt (elijah wood), ingiltere'de yaşayan ablasının yanına gider. orada eniştesinin kardeşi ve büyük bir west ham united fanatiği olan pete ile takılmaya başlar. ablası her ne kadar pete'den uzak durmasını istese de, arada çıkan bazı gerginliklerden dolayı matt ablasının yanından ayrılır ve pete ile kalmaya başlar. zamanla kendini gse (green street elite) denilen fanatik grubunun içinde bulan matt, gazetecilerden nefret eden bu ekipten gazetecilik okuduğunu saklar. ekibin sorunlu elemanlarından bovver, pete ve matt'in samimiyetini kıskandığı için, bir yankee'nin aralarında olmasını çekemez.
bu arada matt'in okuldan atıldığını duyan babası çıktığı iş seyahatinden dönüşte direk ingiltere'ye gelir. matt'in bir işe sahip olması için onu ny times gazetesinde çalışan bir editör arkadaşıyla tanıştırmak ister ve giderler. grup elemanlarından biri times binasından çıkarken gördüğü matt'i bovver'a gammazlar ve ardından olaydan herkes haberdar olur. matt'in böyle birşey yapmayacağını düşünen pete ise, onunla yüzleşmeye gider. gittiğinde abisini, yani gse'nin eski reisini ve matt'i bulan pete, birkaç yumruk ve konuşmayla olayı tatlıya bağlar. olayların yatışmasıyla beraber bovver gene yapacağını yapar ve azılı düşmanlarına reisin geri döndüğünü söyler. matt'in eniştesi, nam-ı diğer reis, düşmanlarının çıkardığı kargaşada yaralanır ve hastaneye kaldırılır. pete, ertesi sabah çıkacak olan büyük dövüşte matt'in yer almasını istemez ve arkasını toplayıp kavgaya doğru yol alırlar, fakat matt onu yalnız bırakmayacaktır...
milwall ve west ham united arasındaki rekabeti de göz önünde tutarak inanılmaz bir şekilde beyazpereye aktarılan ve son yılların en iyi dram filmlerinden olan "hooligans"ı herkes izlemeli diyorum. insanların; arkadaşlık, kardeşlik ve çabuk güvenmek gibi kavramlara karşı olan düşüncelerini değiştirip farklı bakış açıları sağlıyor çünkü...
başrollerinde colin farell, brendan gleeson ve ralph fiennes'ın olduğu filmin senarist ve yönetmeni martin mcdonagh olmakla beraber, toplamda 8.0'lık rating ile imdb top 250 sıralamasında 204. sırayı almış bulunmaktadır. filmin diğer iki özelliği ise bafta ödüllerinde "en iyi özgün senaryo" dalında martin mcdonagh'a, golden globe ödüllerinde de "müzikal ya da komedi türünde en iyi erkek oyuncu" dalında colin farrell'a ödül kazandırmasıdır.
iki kiralık katil ray (colin farrell) ve ken (brendan gleeson), gerçekleştirdikleri bir cinayet işi sonrasında, patronları herry waters tarafından belçika'nın ortaçağdan kalma güzel şehri bruges'a yollanırlar. şehre adım attıkları andan itibaren ray'in bruges için "bok çukuru" söylemleri ken'i her ne kadar sıksa da, onun için herry'den haber beklemekten başka bir alternatif yoktur. ardından ray'in güzel bir kızla tanışması ve herry'nin ken'den ray'i öldürmesini istemesiyle olaylar karışır. yanlışlıkla öldürdüğü küçük çocuk yüzünden vicdan azabı duyan ray kendini öldürecek iken, o sırada onu öldürmek için orada bulunan! ken buna engel olur. işlerin tamamen karışmasıyla esas adam herry ilk uçakla bruges'a gelir ve olaylar zinciri buradan sonra boy göstermeye başlar.
film boyunca bruges'tan güzel manzaralar görüp, bol bol "fuck" duyuyoruz. komedi, dram, suç, aksiyon gibi birçok türü içinde bulunduran film hem eğlendiriyor, hemde ders veriyor. en iyi senaryo dalında oscar'a aday olduğu için buradan eli boş dönmesin ve herkes izlesin diyerek yazımı sonlandırıyorum.
daha önce "el maquinista / the machinist" filmi ile dikkat çeken brad anderson'ın will conroy ile beraber senaryosunu yazdığı filmde başrolleri woody harrelson, emily mortimer ve ben kingsley paylaşıyor.
film adını, rusya'nın iki ucunu bağlamak amacıyla 1891 ile 1913 yılları arasında yapılan ve dünyanın en uzun demiryollarından biri olan trans siberia'dan almış. pasifik okyanusuna kıyısı olan vladivostok ile moskova arasında erişimi sağlayan hatta londra'ya kadar bu hattan devam edilebiliyor. pekin'den de trans mongolian route hattını kullanarak bu yola erişim mümkündür. yapımı oldukça zahmetli olmuştur bu yolun, mahkumlar ve askerler tarafından sadece insan gücü kullanılarak yapılmış ve çok kan dökülmüştür. bir başka ayrıntı da film içerisinde yer alıyor; çinliler rusların kendilerine saldırma ihtimalini düşünerek pekin ile ude arasındaki trans mongolian hattındaki rayları daha dar döşemişler.
"amerika hakkında bilgi edinmek istersen, kitap alırsın. rusya hakkında bilgi edinmek istersen, kürek alman lazım."
film amerikalı bir çiftin pekin'deki kardeş kiliseye ziyareti ve bu ziyaret sonrası dönüşlerini uçak yerine bu tren yolunu seçmeleriyle açılıyor. her ikisi de gençliğinde fazlasıyla hızlı yaşamış olan, daha sonra kiliseye bağlanarak münzevi bir hayatı tercih eden çiftimiz evliliklerinde bazı çıkmazlar yaşamaktadır. bu çıkmazların yansıması da özellikle cinsel hayatları üzerindedir. yolculukları esnasında pek çok kişiyle tanışırlar, ilki şu filmlerde ileride ne olacaklara dair tohumları ortaya atan esrarengiz kişilerden birisidir, ve onlara artık rusya sınırları içerisinde olduklarını ve insanlarla özellikle polislerle ilişkilerini buna göre kurmalarını öğütler ve ortadan kaybolur. daha sonra aynı vagonu paylaşacakları carlos ve abby çifti ile tanışırlar. farklı bir ülkede ortak dili konuşabildikleri bu çiftle samimiyetleri artar. özellikle de carlos'un jessie'ye olan ilgisi... carlos bu hat üzerinde uyuşturucu kuryeliği yapan ve çeşitli suçlardan sabıkası olan biridir ve uyuşturucu mafyasından kaçmaktadır. irkutsk'ta tren molası esnasında trenlere merakı olan roy'un ortadan kaybolması ve trene binememesi sonucu yalnız kalan jessie için olaylar başlar. yalanlar, şiddet, cinayet gibi birbirini kovalayan olaylarda jessie ile roy'un evliliklerindeki sorunlar iyice gün yüzüne çıkmaya başlar. bir yandan da uyuşturucu mafyasına karşı hayat mücadelesi vermeye çalışırlar.
finale kadar oldukça tempolu, gerilimli geçen film çözülmeye başladıktan sonra o temposunu kaybediyor. ve en baştan beri seyirciyi avucunda tutan gerilimi de tamamıyla yitiriyor. film genellikle yol üzerinde geçtiğinden, karla kaplı ormanların ve doğanın güzel görüntülerine tanıklık ediyoruz. ayrıca yerel halktan insanların olduğu sahnelerde de fotoğraf karesi gibi sahnelere rastlamak mümkün.
bahar döneminde sadece film festivallerinde gösterilen filmin türkiye'deki ilk gösterimi istanbul film festivali'nde yapıldı. sinemalarda ise vizyona "sibirya treni" adı altında girdi.
julia, eric zonca'nın yazdığı öyküden senaryolaştırılarak yine zonca tarafından beyaz perdeye aktarılan 2008 yapımı bir film. başrolde yer alan tilda swinton'a, aidan gould, kate del castillo, saul rubinek eşlik ediyor.
kırklı yaşlarda, alkolik, kafasına estiği gibi takılan, erkekleri dilediğince kullanıp atan bir kadın olan julia alkol sorunu olanların katıldığı toplantılarda elena ile tanışır. genellikle insanlara karşı snob yaklaşımda olan julia, elena'ya da önceleri yakın davranmaz. yine alkolle biten bir gecenin sonunda elena, julia'yı evine götürür ve derdini açar; oğlunu yıllardır görmek istiyor ancak dedesi izin vermiyordur. oğlunu kaçırmak için julia'dan yardım ister. julia'nın ilk önceleri sıcak bakmadığı bu isteğe yaklaşımı, dedenin uluslarası büyük bir şirketin sahibi olduğunu öğrenmesiyle farklılaşır. tom'u kaçırarak onun üzerinden fidye almayı düşünür ve harekete geçer. çocuğu kaçırarak planın ilk bölümünü gerçekleştiren julia, polisten kaçarken yanlışlıkla meksika sınırını geçer. bir yandan amerikan polisinin takibindeyken diğer yandan da meksika'daki çetelerin kıskacına girer.
insanlara karşı içten pazarlıklı olan, ilişkilerinde çıkarlarını ön plana tutan, geçimsiz ve ukala tavırdaki julia'yı tilda swinton başarıyla canlandırmış. çocuk oyuncu aidan gould'un da iyi kabul edilebilecek oyunuyla beraber iyi bir uyum yakalamışlar filmde. hatta tom'un anne özlemini yansıttığı sahnelerde bu uyum doruğa çıkıyor.
ev partileri gibi eğlenceli bir ortamda başlayan film suç unsurunu barındırdıktan sonra iyice yön değiştiriyor ve kendimizi bir anlamda meksika sınırındaki çölde ve daha sonra tijuana'nın kaosunda buluyoruz. özellikle tilda swinton'un performansı için izlenebilir.
sene başında vizyona giren filmlerin en dikkat çekenlerinden biri, cloverfield. drew goddard'ın senaryosunu yazdığı filmin yönetmenliğini matt reeves üstlenmiş. lost dizisinin yapımcısı olan j.j. abrams bu filmin de yapımcısı. hatta film hakkında piyasada yazılanların çoğunda ne yönetmenden ne de oyunculardan bahsediliyor, direk zikredilen isim j.j. abrams. bu da filmin mali boyutuna dikkat çekiyor bir anlamda. oyuncular arasında lizzy caplan, jessica lucas, t.j. miller, michael stahl-david ve mike vogel yer alıyor.
çalıştığı firmanın japonya'daki merkezine müdür yardımcısı olarak atanan rob için bir veda partisi düzenlenir. genç ve elit kesimin buluştuğu partide çekimleri yapması için hud'a bir webcam verilir. bir yandan milletin eğlenip bir yandan da dedikoduların döndüğü partinin ortasında bir sarsıntı olur. ilk olarak deprem veya terörist saldırısı (11 eylül sendromu) olarak düşünülen sarsıntının sebebi çok geçmeden anlaşılır; manhattan'ı bir canavar yakıp yıkmaktadır. bulundukları binayı terkedip şehrin sokaklarına dağılan gençler manhattan bölgesini terketmek isterler ancak brooklyn köprüsünün yıkılmasıyla bölge içerisinde mahsur kalırlar. kız arkadaşının rob'u arayıp bulunduğu dairede sıkışıp kaldığını ve çıkamadığını söylemesiyle, rob şehri terketmek yerine kız arkadaşının evine ulaşmaya çalışır. ve hep beraber bu tehlikeden kurtulmaya çabalarlar.
film, blair witch ile başlayan ve son dönemlerde ufak tefek örneklerine rastladığımız türde çekim yöntemine sahiptir; karakterlerden birisinin elinde webcam oluyor ve biz filmi onun çektiklerinden izliyoruz. bu türün öncüsü olan "the blair witch project", düşük bir bütçeyle çekimleri yapılmış, farklı bir pazarlama yolu (yine düşük bütçeli) izlenerek büyük bir hasılat yapmış ve başarı kazanmıştı. "the blair witch project"'in o dönem yaptığı iş insanlara korkularını satmaktı. aramızda gece vakti, ıssız bir ormanda korkusuzca dolaşacak olan, çevreden garip sesler geldiğinde korkmayacak olan yoktur sanırım. film de bu korkuyu ve aynı zamanda merak duygusunu kullanarak insanları etkilemişti. hatta film vizyona girmeden önce dünyanın çeşitli kentlerinde sokaklara filmdeki heather, michael, joshua'nın kayıp ilanları asılmış, internet yardımıyla da film üzerinde bir gizem yaratılmış ve film boyunca da korkunun esas kaynağı olan obje gösterilmeyerek gizem sürdürülmüştü. oyuncuların doğaçlama takılma lüksüyle gösterdikleri iyi performansla da film yankı uyandırmıştı.
yine yakın dönemde bu türde çekilen bir film olan [rec]'te filmi televizyon ekibinin kamerasından izliyoruz. çekimlerin apartman gibi bir iç mekanda olmasından dolayı yakalanan klostrofobik atmosfer ile oyuncuların başarılı performansı birleştiğinde ortaya iyi bir gerilim filmi çıkmıştı. [rec] hakkında ayrıntılı yazım içinburadan buyurun.
cloverfield ise gücünü maddiyattan alan bir proje olmuş. en başta da belirttiğim gibi j.j. abrams'ın yapımcı koltuğunda oturması ve filme 30 milyon dolar gibi oldukça büyük bir bütçe ayırmasının yapımda çok büyük etkileri var. görsel efektleri oldukça iyi olan film, çekim tekniğinin az önce dediğim gibi olması ve izleyeni atmosferine rahatlıkla çekebilecek bir potansiyelde olmasına rağmen, izleyeni tam anlamıyla içine çekemiyor. ilk iki örneğe göre kıyaslanırsa fazlasıyla gerçek üstü olan durum belki de bu hissi yaratıyor. ayrıca film boyunca hud'ın yaptığı çekimlerde, arkadaşlarının zor durumda kalmasına rağmen hud'ın çekime devam etmesi ve aralıksız sürmesi ([rec]'te bir haber ekibinin kamerası olduğundan devamlılık amacı vardı), canavarın hud'a saldırdığı anda bile kameranın herhangi bir zarar görmemesi - en azından görüntünün kaybolmaması - gibi detaylar seyirciyi gerçeklik duygusundan iyice koparıyor (zaten filmin üzerini biraz daha kaşırsak altta çok daha fazla mantıkla ters düşebilecek durumlar olduğunu görebiliriz. bir pop corn film olarak görüp devam ediyorum yoruma). eğer oyuncuların performanslarına göz atılırsa vasatı aşamayan bir durum var ortada ve bu da izleyenin filmdeki karakterlerle empati kurmasını engelliyor. kısacası cloverfield, genel itibarıyla sırtını yüksek bütçesinin verdiği imkanlarla yapılan özel efektlere dayıyor.
filmde new york halkına dehşet saçan canavar, şu bilgisayar oyunlarının bölüm sonu yaratıklarına benziyor. bir yandan dev gibi vücuduyla size saldırırken diğer yandan da minik minik canavarlar ( "mimic" ve "starship troopers"takilerin benzeri) üretip üzerinize salıyor. bölge halkı bu tehlikeyle cebelleşirken film, izleyende cevabı olmayan sorular yaratıyor: canavarın nereden geldiği (bazı filmlerde açıklanır bu, hatta alt metinde giydirmeler yapılır) ve minik canavarların ısırdığı insanların neden öldürüldüğü (yoksa zombieye mi dönüşecekler?). ve daha önceki canavar filmlerine göre, film, canavardan ziyade sokaklarda yaşanan kaosa odaklanmış. öyleki canavar filmi değil de bir felaket filmi izler gibi oluyoruz. hatta canavar o kadar arka planda kalmış ki, nerdeyse içerisinde canavar olmayan bir canavar filmi izliyoruz.
filmin detaylarına çok takılmadan, kameranın kıpır kıpır oluşandan dolayı verdiği rahatsızlığa aldırmadan ve herhangi bir beklenti sahibi olmadan izlenilirse keyif alınabilecek bir çerez film olmuş cloverfield.
son dönemde izlediğim en balon film. filmi anlatmaya bu cümle ile başlayınca aslında gerisini getirmek oldukça gereksiz geliyor. ama yine de zorlayayım kendimi.
film 2035 yılını bulunduğumuz yıl olarak kabul ediyor ve 2007'de britanya'da yaşanan felaketten sözü açarak olaya giriyor. o dönem iskoçya'da reaper adı verilen bulaşıcı virüs halk arasında yayılıyor ve toplu ölümlere neden oluyor. aslında britanya halkının pek de yabancı olmadığı bu durum karşısında iskoçya tamamen karantina bölgesi ilan ediliyor ve çin seddi gibi duvarlar çekiliyor ülkenin dört bir yanına. aradan 27-28 sene geçtikten sonra aynı virüs bu sefer londra'da, insanların dipdibe yaşadığı gettoda beliriyor. yetkililer, hala daha karantina bölgesi olan iskoçya'da hayatın normale döndüğünü görünce oraya bu virüse karşı panzehir bulmak amacıyla bir ekip gönderiyor. bu askeri tim önce punk takılan barbarların hışmına uğruyor, oradan kaçıyorlar bu sefer ortaçağı yaşayan bir halkın hedefi oluyorlar. onların ellerinden bir bentley'e atlayıp kurtulan sevgili timimiz yine punkların kucağına düşüyor ve mad max'ten apartma bir kovalamaca sahnesi yaşanıyor.
bir yandan iktidar kavgalarına diğer yandan bol aksiyon içeren sahnelere sahip olan doomsday, duruş itibarıyla mad max, 28 days later, gladiator gibi çeşitli filmlerin bir kolajı gibi ve hiçbir yenilik vadetmiyor. hayatınızdan 110 dakikayı çöpe atmak istiyorsanız izleyebilirsiniz.
not: doktor kane'i canlandıran malcolm mcdowell, halloween 2007'nin setinden çıkıp direk bu filme gelmiş gibi, imajında hiçbir değişim yok, saç sakal aynı (kendisi halloween'da dr. loomis'i canlandırmıştı). hatta onu görünce michael myers da bir yerden fırlar mı dedim ortaya. bekledim, çıkmadı...
roberto saviano'nun güney italya'da özellikle napoli civarında faaliyet gösteren camorra adı verilen mafyanın ne olduğunu anlatan, çıkışıyla birlikte olay yaratan ve anlattıklarından dolayı mafya tarafından ölümle tehdit edilmesine ve polis koruması altında günlerini geçirmesine neden olan kitabı "gomorrah"'ın beyaz perdeye yansımasıdır. yönetmenliğini matteo garrone'nin yaptığı filmin oldukça kalabalık bir oyuncu kadrosu var.
afişte filmin adı ne kadar pembe yazılmışsa aslında o kadar kara bir film, gomorra. bir taraftan organizasyonun yapısı ve içerisindeki ilişkiler izleyenin gözü önüne sunulurken, diğer taraftan da silah ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi illegal işlerin yanı sıra tekstil, kimyasal atıkların gömülmesi gibi çeşitli iş kollarında mafyanın uzantılarının olduğu anlatılıyor.
film, 5 farklı noktadan yürüyor:
çetenin baskın olduğu gettoda yaşayan ve çocuk denilebilecek yaşta olan totò. örgüte üye olmayı kafasına takmıştır, ancak "erkeklik testi"ni geçmesi gerekir. çelik yelek giydirilen çocuklara, tek el ateş edilerek, silaha karşı reaksiyonu ölçülen ve bağışıklık? kazanması sağlanan bir testtir bu. başarıyla geçenler çeşitli ufak görevlerle organizasyona adım atıyorlar. totò da uyuşturucu kuryesi olarak başlıyor göreve.
yine aynı gettoda yaşayan, "scarface"'te izledikleri tony montana'ya özenen marco ile ciro. şiddetin saf halini barındıran bir ortamda büyümeleri ve ergenliklerinin getirdiği coşkunluğun birleşmesiyle bütün şehre kafa tutabileceğini sanan ikili, yaptıklarıyla bir anlamda organizasyonun işleyişine çomak sokuyorlar. aslanların hüküm sürdüğü bir ormanda sırtlan misali her şeyi kendilerinin elde edebileceğine inanmaları sonları oluyor.
çetenin işleyişinde çeşitli suçlardan hüküm giyen mahkumların ailelerine düzenli olarak para teslimatı yapan don ciro. gettoya her uğrayışında mutlaka burada yaşayanlarla bir sorun oluyor. ancak etliye, sütlüye karışmayarak sadece para teslimatını yaparak kendisini korumaya çalışıyor. organizasyonun içerisinde zamanla oluşan çözülmelerle, her şeyin birbirine girdiği bir ortamda yaşam savaşını sürdürüyor.
moda tasarımı konusunda oldukça başarılı olan pasquale. yetenekli bir terzi olan pasquale'ye çinlilerden cazip bir teklif gelir ve bu teklif için çalıştığı kurumu bırakarak çinlilere mesleğini öğretmeye başlar ve fabrikalarında danışman olarak görev alır. bu iş değişimi onun için düşündüğünden de sorunlu bir hal alır.
üniversiteden mezun olan, ancak iş bulma konusunda sıkıntı yaşayan daha sonra franco'nun yanında işe başlayan roberto. kimyasal atıkların yönetimi üzerine olan bu iş ilk başlarda roberto için cazip gelse de işin iç yüzü zamanla ortaya çıktığında onun için katlanılmayacak bir hal alır, ve yaşadıkları vicdanını rahatsız etmeye başlar.
ayrı ayrı öykülere sahip olan bu insanların hayatlarının filmde bir noktadan sonra kesişeceğini düşünüyordum. ancak kesiştikleri tek bir nokta oldu; camorra.
iyi veya kötü niyetli tüm karakterlerin aslında mafyanın kirli işlerinde bir piyon olduğunun; devletin yönetim boşluklarının olduğu bu nedenle de mafyanın hüküm sürdüğü bölgelerde insanların yaşayışlarının gerçekçi bir şekilde aktarıldığı bir film gomorra. içerisinde bulunduğu mafya filmleri sınıfının diğer örnekleri gibi mafyayı çekici bir şekilde göstermektense, mafya kavramını tüm çıplaklığıyla seyircinin karşısına atıp, mafyanın aldatıcı olan karizmatik tarafında olmasına izin vermiyor. ve oldukça sert, ürpertici senaryosuyla 137 dakika boyunca izleyeni kendisine kilitliyor.