suç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
suç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
0 com

drive (2011)


bundan henüz 3 ay öncesinde şehir içi trafiği dersleri aldığım zamanlar aklıma geliyor. bir panik, bir heyecan. daha kurs yerine giderken panik atak geçirir gibi hızlı hızlı nefes alışlarım, içime giren ve iç organlarımı bastıran koca sıkıntılar. bir yandan da kafamda ders esnasında hangi vitese ne zaman geçeceğim, sokağa dönerken pedallarla ne yapmam gerektiğini kuruşlarım ve direksiyon başına geçtiğimde bu kurguları gerçeğe dökemeyişlerim ve "yok, olmayacak bu iş. kullanmayacağım araba" diye vazgeçişlerim, hemen akabinde otobüse mahkum olmaktan nefret ettiğimin akla gelişi ve pes etmeyişlerim. bıyık altından altından gülüyorum şimdi bunlara. artık yollarda rahat rahat fink atar, hatta hiç nedensiz kendime güvenip saçmasapan hareketler yapar haldeyim. o zamanlar 40'la giderken, "aman aman çok hızlı gidiyoruz" diyerek frene davranışlarımın, "uzun yolda bile hız yapmam, 90'ı geçmem" diye kendi kendime verdiğim sözlerin yerinde yeller esiyor.


donuk bakışlı kahramanımız bu hallerimi görseydi o soğuk yüzünde nadiren beliren gülümsemelerinden birini de bana atardı sanırım. kendisi usta şöför. filmlerde sürücülük yapıyor, yeteneklerinden nimetlenilen bir tamirhanede ustasına yardımcı oluyor, geriye kalan zamanlarında ise karanlık sulara dalıp yeraltı dünyası adına çalışıyor. ki burada son söylediğime, filmin daha açılışında tanık oluyoruz. soyguna karışan hırsızları, kendi kafasında kurduğu plana sadık kalarak, yavaş ancak kararlı bir şekilde taşıyor. benzer konulu çoğu filmin aksine aksiyon öğelerinden olabildiğince az yararlanılan bu açılış, bir anlamda filmin karakteristiğini ortaya koyuyor: soğuk bir atmosfer, emin adımlar, kararlı yürüyüş.

james sallis'in romanından uyarlanan "drive", suç dünyasının içinde olan ve bu dünyadan etkilenen karakterleri, neredeyse filmin tamamında sürücünün donuk ifadesini tamamlayacak türden müzikleriyle soğuk bir film. ki bu da çoğu aksiyon filmseverin bu filmden beklediğini bulamayıp, filmi kötülemesine yol açıyor. eğer bu durum aşılabilirse görüntülerin güzelliği, anlatımının yalınlığı, aralara serpiştirilen synth-pop şarkıları ve barındırdığı 80ler ruhuyla sıkı bir film.
0 com

animal kingdom (2010)

henüz 17 yaşında olan genç bir adamın yerine koyun kendinizi. uyuşturucu bağımlısı olan anneniz yanıbaşınızda altın vuruş yaparak hayatını kaybetsin ve sonrasında her biri suç dünyasının batağına saplanmış dayılarınızla ve bu yolda onlara tam destek olan anneannenizle beraber yaşamaya başlayın. bu ortamda nasıl bir gelecek planlayabilirsiniz? ailenin ortamına ayak mı uydurursunuz yoksa kendi ayaklarınızın üzerinde mi durmaya çabalarsınız? ve bu ortamın sizin ahlak anlayışınıza ve vicdanınıza etkileri nasıl olur?

"animal kingdom" bize bu çizgide bir öykü sunuyor. annesini aşırı dozda eroinden kaybeden josh, bir anda kendisini suçlulardan oluşan bir ailenin içerisinde bulur. dayılarıyla olan akrabalık bağları bir yandan onu bu dünyaya çekerken diğer yandan da vicdanının sesini dinleyerek bu ortamdan kurtulmaya çabalar.

guy pearce'ı da kadrosunda barındıran film, nerdeyse 2 saatlik uzunluğu ve ağır temposuyla izleyeni yorsa da genel olarak tatmin etmeyi başarıyor. izlemeden önce kendinizi bu moda sokmanızda fayda var.
0 com

paths of glory (1957)

dikkat! yazının tümü fena halde spoiler içerir.

stanley kubrick'in 50 yılı çoktan deviren filmi "paths of glory" hayatımızdan 1'23" alan ancak karşılığını fazlasıyla veren bir yapıttır. 1. dünya savaşı esnasında fransa ile almanya belli bir hat üzerinde savaşmış, bu hatta verilen uzun mücadelelerde ise her iki taraf da istediğini elde edemediği gibi birkaç kilometrekarelik toprağı kazanma uğruna binlerce insan kaybetmiştir. film de bu tarihsel bilgiyle açılıyor ve odak noktasını fransa ile almanya'nın çarpıştığı daha doğrusu insan öğüttüğü bu cepheye çeviriyor.

kubrick, 78 dakika boyunca ordu içerisindeki kopuklukları, rütbe kazanabilmek için yapılan çılgınlıkları, ve komutanların hırsları uğruna harcadıkları insan hayatlarını gözler önüne serer. fransız komutanın omzunun üzerine bir yıldız daha ekleyebilmek için alelacele hazırladığı saldırı planını başarısız olur, zaten o anki şartlarda başarının yakalanması sürprizdir. elbette başarısızlığın faturası birilerine kesilecektir. ve bu fatura da fillere değil, üzerinde tepiştikleri çimlere ait olacaktır. bu noktada oyununun en önemli piyonunu ileri sürer kubrick, kirk douglas'ın canlandırdığı albay dax. albay, adaletten uzak, rütbelilerin etkisi altında karar veren askeri mahkemelerin halini bize sunduktan sonra üstleri arasındaki çıkar ilişkilerine çomağını sokara devranın tersine dönmesini sağlar.

kubrick'in militarizme olan eleştirilerinin fazlasıyla hissedildiği bu bölümden sonra son 5 dakikada izleyeni daha büyük bir sürpriz beklemektedir; çünkü kubrick, esas tokadı sona saklamıştır. arkadaşlarının haksız idamlarından sonra geride kalan erlerin moralini düzeltmek için bir eğlence tertiplenmiştir. eğlencede sahneye bir alman kızı çıkarılır ve fransız askerler aylardır kadınsız olmanın verdiği iştahla, savaştıkları milletten olan bu kıza adeta bir yiyecek gibi bakar. bu atmosferde ezilen alman kızı çekinerek başlar şarkısına. o asker türküsünü söyledikçe ona aşağılayıcı bakışlar atan gözler buğulanmaya başlar yavaşça ve sonra yaşlar süzülür gözlerden. dillerden ise şarkının ezgileri dökülmeye başlar. rütbelilerin bir savaş makinesi haline dönüştürdüğü bedenler, insan olduklarının farkına varır.
1 com

harry brown (2009)

amerikan sinemasının en önemli değerlerinden clint eastwood'un 2008 yılında yönettiği "gran torino"dan bahsederek gireyim ilk olarak yazıya. geçtiğimiz sene ülkemizde vizyona giren filmin konusu şöyle: 50 yılını ford arabaları için feda etmiş ve kore savaşı gazisi olan walt kowalski hayat arkadaşını kaybetmiştir. onun ölümünden sonra yalnız kalan walt, çoğu amerikalının evlerini terkedip başka yerlere gittiği ve onların evlerini yabancıların doldurduğu mahallesinde yaşamaya devam etmektedir. kore savaşı'nın izlerini taşıyan bu huysuz ihtiyar, çıkarcı oğulları ve aileleriyle pek iyi geçinememektedir. keza mahalleye sonradan yerleşen yabancılarla da. onu rahatsız eden bir şey daha vardır: sokaklarda kol gezen çeşitli etnik kökenlere sahip olan çeteler. asyalı tiplerden oluşan bir çete walt'ın yan komşusu olan hmong ailesine musallat olur ve onların oğlu thao'yu çeteye katmaya çalışır. çetenin bu çabasına walt'un taş koyması, walt'un hmong ailesiyle olan ilişkilerini farklı bir boyuta taşır. ve walt, kafasına bu çetelere karşı intikam almayı koyar.

kore savaşında yaşam ve ölüme dair fazlasıyla deneyim edinen huysuz ihtiyar walt kowalski (bu soyad her zaman "vanishing point"i çağrıştırır bana) çevresiyle olan muhabbetlerde sürekli ırkçı söylemlere başvurur. ancak bu ırkçılık onun sadece dilindedir. nitekim kendisi haksızlığa uğrayan yan komşunun çocuklarını korumaya kalkar ve ülkesine doluşan yabancıların oluşturduğu sokak çetelerine ise karşı gelmekten, yaşamını onlar için tehlikeye atmaktan çekinmez.

"harry brown"da ise karşımıza bir başka eski toprak michael caine çıkıyor. caine'in canlandırdığı harry brown, ilk önce hayat arkadaşını kaybeder ve yaşam mücadelesinde yalnız düşer. daha sonra da kentte bulunan bir alt geçidi kendilerine çöplük olarak belirlemiş sokak çetesi yakın arkadaşını öldürür. ingiliz polisi, cinayeti görmezden gelerek suçluları serbest bırakır. polisin bu tavrı harry brown'un içerisinde intikam ateşini yakar. brown, sokakları güvensiz bir yer haline getiren bu çete üyelerini bir bir temizlemeye başlar.

her iki filmin öyküsünün ana hatlarına bakıldığında birbirine benzer öğeler taşıdığı görülecektir. bunlardan en belirgini ise coen biraderlerin "no country for old men"deki içeriğe tezat bir şekilde hem walt kowalski hem de harry brown bela oluşturan gençlerin üzerine gitmekten kendilerini alıkoyamaz, ve onların canlarına ot tıkar. farklılıklardan bahsedecek olursak; "gran torino"da ülkeye gelen göçmenlerin beraberinde getirdikleri sorunları görürüz, hafiften "american history x"teki gibi bir yabancı karşıtlığını hissederiz. "harry brown"da ise polislerin ve adalet sisteminin olaylar karşısındaki yetersizliği ortaya koyuluyor. harry brown, kusurlu işleyen adalet mekanizmasını yaşına başına rağmen kendi ele almaya çalışıyor ve temizliğe başlıyor. sonuç olarak "gran torino"dan hoşlandıysanız bir de "harry brown"u izleyin derim. ancak beklentilerinizi "gran torino"ya göre oluşturmayın.
0 com

confessions of a dangerous mind (2002)

confessions of a dangerous mind, chuck barris'in aynı isimli 1984 tarihli otobiyografik romanından, usta senarist charlie kaufman tarafından senaryolaştırıp george clooney yönetmenliğinde beyazperdeye uyarlanan bir film. dünya çapında birçok önemli film festivalinde gösterilip izleyicilerin beğenisini kazanan filme "berlin film festivali"nden "en iyi erkek oyuncu" ödülünü kazandıran sam rockwell'ın "chuck barris" performansı ise gözardı edilemeyecek cinsten. george clooney'nin ilk yönetmenlik denemesi olan confessions of a dangerous mind'ın başrollerinde yer alan diğer isimler ise drew barrymore, george clooney, julia roberts, rutger hauer ve maggie gyllenhaal. (george clooney'nin kadim dostları brad pitt ve matt damon'ın, clooney'nin hatrına yer aldığı 2'şer saniyelik rollerini saymıyorum)

biyografik bir film olan confessions of a dangerous mind, televizyon yapımcısı chuck barris'in new york'ta bir otel odasında kendi kendine hayatını sorgulayıp büyük bir psikolojik bunalım geçirirken başlıyor. 1981 yılına tekabül eden bu görüntülerin ardından ne olduğunu anlamak için 1955 yılına dönerek barris'in hayatını izlemeye başlıyoruz. yaratıcısı olduğu programlar sayesinde televizyon dünyasının tanınmış isimlerinden olmayı başaran barris'in inişli çıkışlı iş hayatı, bir cia görevlisiyle tanışmasıyla ikiye bölünüyor. cia görevlisi barris'e cia ajanlığı teklif ettikten sonra barris hem televizyon işine devam ediyor, hemde bu işinden dolayı yurtdışında olduğu zamanlarda cia ajanlığı yapıyor.

hayatı tam anlamıyla ikiye bölünmüş olan chuck barris'in ruh hali, filmin başrolünde yer alan sam rockwell tarafından başarılı bir şekilde ortaya konuyor. filmin konusu -ya da kitabın- her ne kadar doğrulukları ispatlanmamış bir şekilde karşımıza çıksa da, oldukça sürükleyici ve keyif veren bir film olmuş confessions of a dangerous mind. george clooney'nin ilk yönetmenlik denemesi olmasına rağmen saygıyı hakeden bir film. izlenmeli.
2 com

the limits of control (2009)

sayın okuyucu, ispanyolca konuşmuyorsun değil mi? ziyanı yok, ben de konuşmuyorum. devam edebiliriz öyleyse. herhangi bir cafeye gittiğinde verdiğin sipariş tam istediğin gibi olmazsa ne yaparsın? gerisin geriye yollar mısın yoksa gelenle idare mi edersin? ben geri gönderemeyenlerdenim. enayiliğimden midir artık nedir, önüme koyulandan keyif almaya bakarım. tabi keyif alınabilecekse...

film boyu izlediğimiz ve adını öğrenemediğimiz adamımız ise tam tersi. her gittiği mekanda, trende, uçakta 2 tane espresso istiyor önüne. gelmedi mi sinirlenip tekrarlıyor siparişini. kontrollü bir adam. iş üzerindeyken karşısına anadan doğma bir kadın çıksa bile, aklına seksi getirmiyor. kendisine yol gösteren ipuçlarının bulunduğu kağıtları yutuyor, geride kesinlikle iz bırakmıyor. ayrıca kendisi pek ketum. ancak çok güzel giyiniyor, filinta gibi geziniyor ortalıkta.

kendisine bir görev veriliyor. görevi veren kişiler ve kendisi haricinde kimse bilmiyor bu görevi. biz de bilmiyoruz, bilmeden izliyoruz. kibrit kutuları alışverişleriyle izlemesi gereken yollar sunuluyor adamımıza. bu takaslarda sinema, müzik, edebiyat üzerine kelam ediyor işaretçiler. susarak dinliyor adamımız bunları ancak aklının bir köşesine yazıyor. sen de yaz sayın okuyucu, finalde lazım olacak.

bu hedefe olan yolculuk esnasında filmin durağanlığı belki sizi bunaltabilir. pes etmeyin. hatta siz de bu işaretlerden bir şeyler yakalamaya çalışın. bizimkine görev veren fransız'ın ağzından çıkan her sözü didikleyin ancak "ayrıntılara inme" lafına kesinlikle aldırmayın. mesela adamımızın müzelerde dalıp gittiği tablolardan veya konuşma esnasında araya sıkıştırılmış sözcüklerden çıkarım yapın. daha sonra bu şifreleri ileriki sahnelerde yakalamaya çalışın, ve bunlardan zevk alın. tüm bu çabalarınızın karşılığını jarmusch'un sizi sürüklediği finalde fazlasıyla alacaksınız, bundan emin olun.
0 com

sin nombre (2009)

meksika sineması, son yıllarda özellikle alejandro gonzalez inarritu ve guillermo del toro gibi önemli yönetmenlerin yönettiği filmlerle dikkatleri üzerine çekmişti. bu yıl içerisinde ise cary fukunaga'nın çektiği "sin nombre", bir kez daha sinemaseverlerin dikkatini bu ülkeye çekti. bağımsız film festivallerinden en önemlisi sundance'ta sinematografi ödülünü kucaklayan film, ayrıca independent spirit'in 2010 ödüllerinde "en iyi yönetmen", "en iyi sinematografi" ve "en iyi perspektif" dallarında aday gösterildi.

film, iki ayrı öyküyle açılışını yapıyor ve daha sonra bu öyküler bir noktada kesişiyor. konusundan biraz bahsedersem, honduraslı sayra akrabalarının yanında yaşayan genç bir kızdır. babası zamanında kaçak yolla amerika'ya göç etmiş ve burada kendisine yeni bir aile kurmuştur. yıllar sonra baba honduras'a, kızını yanına alıp new jersey'e götürmek amacıyla, geri döner. sayra, babasının kurduğu bu yeni aileyi başlangıçta kabul edemez ancak amerika'ya gidip orada daha iyi şartlarda yaşama fikri onu cezbeder. babası ve amcasıyla birlikte kaçak olarak meksika'ya giriş yapan sayra buradan da amerika topraklarına geçmeye çalışır.

diğer yanda ise meksika'nın yeraltı alemlerine hakim çetelerden birisinde takılan casper (willy) çeteye dahil olmayan bir kızla aşk yaşamaktadır. bu ilişkisi yüzünden işleri kaytaran casper, çete reisi lil' mago tarafından uyarılır. daha sonra da çete reisi, casper'ın sevgilisine tecavüz ederken yanlışlıkla kızın ölümüne neden olur. bu olay da casper ile lil' mago'nun arasını açar. söz konusu çete, mültecilerin kaçak yolculuk yaptığı trenlere baskın yapıp, mültecilerin mallarına el koymaktadır. işte sayra ile willy'nin yolları böyle bir baskın esnasında kesişir. lil' mago, ailenin parasını alabilmek için silahını sayra'nın kafasına dayar, bu esnada da casper, lil' mago'yu bıçağıyla öldürür ve intikamını alır. bu olaydan sonra sayra kendisini kurtaran willy'e yakınlık duyar ve yolculuğa onunla devam etmek ister.

filmin yönetmeni olan cary fukunaga, senaryoyu da yazmış. ve filmin ana karakterlerinden sayra'nın izlemeye başkadığımız hikayeden önceki yaşantısıyla ilgili bilgileri sadece küçük detaylarda sunmuş. bu detaylardan da babasız yetişen bir kız çocuğunun korumacılığa özlem duyduğunu düşünebiliriz ve bu özlemini de trene soygun yapmak için gelen ancak kendisini kurtaran willy ile bastırdığını da... ki bu özlemden doğan yakınlaşma, onu, hayallerini gerçekleştirebileceği yer olan amerika'ya gitmek yerine, ölümün takip ettiği willy'nin yanında belirsiz bir maceraya sürüklüyor.

fukunaga'nın isimsiz anlamına gelen "sin nombre" adını verdiği film, diğer yandan da trenlerle kaçak yolculuk yaparak amerika sınırını geçmeye çalışan mültecilerin yaşadığı drama da yer veriyor. tüm bu isimsiz mülteciler, zorlu koşullarda sefalet içerisinde yolculuk etmekte, kader birliği yaptıkları yolculukta hep beraber aşlarını pişirip, yıkanmakta ve trenin geçtiği yerlerdeki yerel halk tarafından kah çeşitli meyvelerle beslenmekte kah küçük piçlerden taş yemektedir. bu zorlu süreçten sonra yola çıkanların çok azı amaçlarına varmaktadır. bu yolculuk da aslında fukunaga'nın başarıyla kotardığı öykünün omurgasını oluşturmakta.

filmin afişinde referans olarak walter salles'in che'nin latin amerika'yı katettiği yolculuğu konu alan filmi "the motorcycle diaries" gösterilmiş. (ayrıca inarritu'nun "21 grams"ı ve soderbergh'in "traffic"i...) sanırım her iki filmin de yol filmi olarak sınıflandırılabilmesi ve harika görselliğe sahip oluşlarından dolayı bu bağ kurulmuş. ayrıca referanslar hanesine "cidade de deus" ve yine bir inarritu filmi olan "babel"i de eklemek mümkün. bu ekleme de filmi izleyecek olanlar için aydınlatıcı olmuştur umarım.
2 com

sunshine cleaning (2008)

megan holley'nin senaryosunu yazıp, christine jeffs'in yönetmenliğini yaptığı filmin başrollerinde son dönemde rol aldığı filmlerde gösterdiği başarılı performanslar ile adından çokça söz ettiren amy adams'ın yanısıra emily blunt, alan arkin ve jason spevack yer alıyor.

rose lorkowski, 8 yaşındaki oğlu oscar'ı tek başına yetiştirmek için çabalayan, lisedeki aşkı mac'in evlenmesine rağmen onunla yasak bir ilişki yaşayan güzel bir kadındır. evlere temizliğe giderek yaşamını sürdürmeye ve oğlunu büyütmeye çalışan rose, yeteri kadar para kazanamadığını düşünerek metresi (aslında amy adams'a bunu demek istemem ama öyle...) olduğu mac'in bir iş önerisini dinler. bir polis dedektifi olan mac'in rose'a teklif ettiği bu iş ölüm vakalarındaki olay mahalini temizleme işidir, bir nevi kan ve vücut sıvısı temizlemecilik.

babasıyla beraber yaşayan ve olgunlaşmamak için adeta çaba gösteren kız kardeşi norah'yı da işe dahil eden rose, her ne kadar norah'nın çocukça davranışlarına ve tembelliğine tahammül edemese de, zamanla bu işe alışacaktır. daha sempatik görünmek adına kendilerine "sunshine cleaning" adını veren ikili bir anda kendilerini intihar, cinayet gibi korkunç olayların arasında bulsa da zamanla buna alışacaktır.

bu sene 4-19 nisan 2009 tarihleri arasında düzenlenen "28. uluslararası istanbul film festivali" kapsamında ülkemizde de gösterilen "sunshine cleaning", cevapsız bıraktığı bazı soruları bünyesinde taşısa da (mesela oscar'ın babasının kim olduğu. açıkça mac sanmıştım ama en ufak bir ipucu yok) dram ve komedi yüklü eğlenceli bir film. yapımcıları aynı olsa da "little miss sunshine" ile kıyaslanmaması gereken ve keyifle izlemeyi hakeden bir film.

0 com

five minutes of heaven (2009)

daha önce "das experiment", "der untergang" gibi ses getiren filmleri yöneten oliver hirschbiegel'in yeni filmi ile karşı karşıyayız. alman yönetmen bu defa kendi topraklarından çıkıp avrupa'nın bir başka sorunlu topraklarına kamerasını çevirmiş bu defa. 1970'lerde kuzey irlanda'da yaşanan dinsel çatışmaların üzerine kurulan filmin başrollerinde liam neeson ile james nesbitt yer alıyor. daha önce "bloody sunday"'de protestoculara önderlik eden ivan cooper rolünde izlediğimiz kuzey irlandalı oyuncu nesbitt bu filmde de döktürüyor resmen.

"five minutes of heaven", 1970'lerin kuzey irlanda'sında açılıyor. hristiyanlığın iki mezhebi olan katoliklik ile protestanlık ülkede dinsel çatışmalara yer açmaktadır. katoliklerin var olduğu bölgede onları sindirmek isteyen uvf'ye kendisini kanıtlamak isteyen alistair little arkadaşlarıyla beraber planladığı suikasti gerçekleştirmek için harekete geçer. cinayeti işlediği esnada kurbanın kardeşi joe griffen de olay yerindedir ve abisinin öldürülüşüne tanık olur. bu tanıklık annesi tarafından dışlanmasına neden olur ve baskı altında büyür ve doğal olarak psikolojisi bozuk bir birey olarak topluma karışır.

yaşanan bu olaydan 30 yıl sonra bir reality show programı için alistair little ile joe griffen karşı karşıya getirilmek istenir ve buluşma ayarlanır. bunca yıl aradan sonra hem ağabeyinin intikamını almak hem de yediği baskılar sonrası kendisini rahatlatmak isteyen griffen için fırsat gün gibi doğmuştur. alistair little'la karşı karşıya geldiğinde onu bıçaklamayı planlamaktadır. alistair cephesinde ise geçmişte yaşadığı bu olaydan dolayı pişmanlık vardır. gerçekleştirdiği bu cinayetin dini değil de çevresinde popüler olma amacı taşıdığını itiraf eder.

ilk bölümünde dinsel çatışmaları gözler önüne sunan film, zamanla bu çatışmalardan payını almış iki adamın arasındaki hesaplaşmaya odaklanıyor. psikolojik sorunlar yaşayan griffen'i canlandıran james nesbitt oldukça iyi bir performans sunarken, "star wars", "batman" gibi filmlerde karşımıza çıkan liam neeson biraz daha sönük kalıyor. ikili arasındaki gerilim biraz ağır bir tempoda bize sunuluyor. çoğu izleyici de bundan dolayı filme olumsuz yorumda bulunmuş. eğer ağır tempo filmlerden hoşlanmıyorsanız uzak durun. en azından iyi bir hikayeye sahip olan filmi lekememiş olursunuz.
0 com

shadows and fog (1991)

woody allen'ın yazıp yönettiği ve başrolünde yer aldığı filmde ona eşlik eden isimler mia farrow, john malkovich, madonna, kathy bates, david ogden stiers, jodie foster ve john cusack. ismine de uygun olarak siyah-beyaz bir film olan shadows and fog, gerek oyuncu kadrosundaki zenginlik ile gerekse bazen güldüren bazen düşündüren diyalogları ile oldukça eğlenceli bir film.

kleinman, en derin uykusundayken çete üyesi birkaç adam tarafından uyandırılıp "sisli gecelerde cinayet işleyen bir katilin yakalanması" görevine katılması istenen korkak bir adamdır. işin kötü yanı hem gecedir, hemde dışarıda öyle bir sis vardır ki göz gözü görmez. hazırlanıp dışarıya çıktığında kimsenin olmadığını gören kleinman, eve geri dönmek ister fakat adamların onu sağ bırakmayacaklarını bildiği için umutsuz bir şekilde görevinin ne olduğunu öğrenmek ve yardım etmek için sisli ve karanlık sokaklara doğru yol alır...

irmy ise şehrin yakınlarında kurulan bir sirkte kılıç yutuculuğu yapan güzel bir kadındır. sirkte palyaçoluk yapan sevgilisi clown'la bebek sahibi olmak ister ama clown aile unsurunun sanatını kötü etkileyeceğini düşündüğü için bu fikre pek sıcak bakmaz. bebek tartışması sürerken clown, bir konu hakkında konuşmak için sirkin sahibi olan patronunun yanına gider. irmy onu takip eder ve sirkte çalışan trapezci marie ile kırıştırırken yakalar. gördükleri karşısında çılgına dönen irmy, eşyalarını toparlar ve sirki terkeder. sisli sokaklarda yürürken bir kadınla karşılaşır. yatacak yeri olmayan irmy, kendisini evine davet eden kadını geri çevirmez ve birlikte "genelev"e doğru yol alırlar.

tüm bunlar yaşanırken katil yine yapacağını yapmış ve kleinman'ın aynı gece bir içki içmek için yanına uğradığı doktoru öldürmüştür. olay mahalinde inceleme yapan polisler boş ve üzerinde bol parmak izi bulunan kadehi de incelemeye almışlardır. kadehi gören kleinman polislere çaktırmadan onu ordan araklamıştır. bu sırada irmy de geneleve yapılan baskın sonucunda fahişe zannedilip karakola getirilmiştir.

karakoldan çıktıktan sonra irmy ve kleinman korktukları için birlikte yürümek isterler. ikisi de ne yapacağından habersiz yürürken kleinman çete üyelerinin kendi aralarında da bölündüğünü öğrenir. iyice kafası karışan kleinman, hiçbir suç işlemediği halde katil konumuna düşmüştür ve olacaklardan habersiz görevini öğrenmeye çalışmaktadır...

woody allen bu filmde franz kafka'nın 1925 yılında yayımlanan ve 1962 yılında orson welles tarafından beyazperdeye uyarlanan romanı "dava"dan esinlenmiş. filmi izlemediğim için yorum yapmayacağım fakat en kısa zamanda izleyip yazacağım. karanlık atmosferi ve siyah-beyaz görüntüleriyle biraz iç karartıcı olsa da, oldukça eğlenceli bir film olmuş "shadows and fog". güzel bir yaz akşamı değil de, sıkıcı bir kış günü izlenebilir.

0 com

the uninvited (2009)

senaryosunu craig rosenberg, doug miro ve carlo bernard'ın ortak yazdığı filmin yönetmen koltuğunda sinemaya reklam sektöründen geçmiş olan charles ve thomas guard kardeşler yer alıyor. kim jee-woon'un bir halk masalından yola çıkarak çektiği 2003 tarihli korku filmi "janghwa, hongryeon"un yeniden çevrimi olan filmin başrollerinde ise emily browning, arielle kebbel, elizabeth banks ve dolores claiborne'un kötü adamı david strathairn'in yer alıyor.

yatalak annesini trajik bir yangın sonucu kaybettikten sonra rehabilitasyon merkezine yatan anna, uzun bir zamandan sonra evine geri dönmüştür ve döndüğünde babasının, annesinin eski hemşiresi olan rachel ile ciddi bir ilişkiye başladığını görür. eve geldiği andan itibaren rachel'a kıl olan anna, kız kardeşi alex'in de ondan nefret etmesi üzerine yalnız olmadığını anlar ve rachel hakkında hain planlar yapmaya başlar. öncelikle rachel'ın eski çalıştığı yerleri arayıp bilgi toplamak ister fakat rachel'ın ismine kayıtlı bir çalışan bulamaz. annesinin öldüğü kulübede onun balmumuna batırılıp çıkartılmış bir zombiyi anımsatan görüntüsüyle karşılaşınca ve annesinin "murder!" diye bağırması üzerine yangını rachel'ın çıkardığına emin olduktan sonra çalışmalarına son hız devam eden anna durumu babasına anlatmaktansa bir ipucu bulup kasabanın şerifine götürmeyi tercih eder. fakat bu sandığı kadar kolay olmayacaktır...

film hakkında yazılanlara bakınca sadece sonundan bahsedildiğini farkettim. kabul etmek gerek, filmin sonu oldukça sağlam olmuş, hatta son dönemde korku filmlerinden oldukça koptuğum için sadece sonunu merak ettiğim için izledim diyebilirim filmi. alakasız örnekler olacak fakat ne bileyim mesela bir "the illusionist", veya bir "fight club", ya da "the prestige"i düşününce o kadar da abartılacak bir son olmadığını farkettim. hollywood'un son zamanlarda abarttığı bir merak oldu bu uzakdoğu korku filmlerini yeniden çekmek. fazla mantık hatası olsa da izlenmeye değer, oldukça sürükleyici.

0 com

lola rennt (1998)

10 parmağında 10 marifet diyebileceğimiz türden olan tom tykwer'ın, reinhold heil ve johnny klimek ile müziklerini yaptığı filmin yönetmenliğini ve senaristiğini de yine kendi üstleniyor. aslında yönetmenin asıl mesleği müzisyenlik. başrollerinde franka potente, moritz bleibtreu ve herbert knaup gibi isimlerin yer aldığı filmin "en iyi yabancı film" dalında bir de bafta adaylığı bulunuyor. sundance film festivali'nde "seyirci ödülü"nü alan film, seattle international film festivali'nde de "en iyi film ödülü"nü kucaklamıştır.

manni, içinde 100.000 mark'ın bulunduğu ve 20 dakika içinde mafya babalarına teslim etmesi gereken poşeti metroda unutur. metroda unutulan poşet sokaklarda yaşayan çapulcu bir adamın eline geçer. manni 20 dakika içerisinde 100.000 mark'ı bulmazsa öleceğini biliyordur ve hemen kız arkadaşı olan lola'dan yardım ister. loa, bu zaman zarfı içerisinde onu telefon kulübesinden arayan erkek arkadaşının markette silahlı soygun yapmasını engellemek için onun yanına koşmak ve parayı bulmak zorundadır.

aynı hikayeyi üç farklı şekilde ele alan tykwer, zamanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor bizlere. pek çok festivalden ödülle dönen bir film "lola rennt", ama aklıma takılan büyük bir sorun var. çığlıklarıyla cam patlatan lola, sokağın diğer yanındaki erkek arkadaşına seslendiğinde neden onu duymadı? buna rağmen izlenmeli.

0 com

frozen river (2008)

tıpkı "wendy and lucy" gibi 2008 yılının en iyi 10 filminden biri seçilip, afi (amerikan film enstitüsü) ödülüne layık görülen filmin yönetmeni ve aynı zamanda senaristi olan courtney hunt'ın ilk denemesi olmasına karşın oldukça sağlam bir filmle karşı karşıyayız. "en iyi senaryo" ve "en iyi kadın oyuncu" dallarında iki oscar adaylığı bulunan filmin başrollerinde melissa leo, misty upham, michael o keefe, mark boone junior, charlie mcdermott ve james reilly yer alıyor. bağımsız sinemanın oscarı kabul edilen independent spirit awards'da melissa leo'ya "en iyi kadın oyuncu" ödülünü kazandıran film, oldukça prestijli festivallerden biri olan "sundance film festivali"nde de jüri özel ödülü'ne layık görülmüştür.

kocası, yeni alacakları prefabrik evin parasını yiyip evi terkettikten sonra biri 5 diğeri 15 yaşında olan iki çocuğu ile bir başına kalan ray, kocasını ararken onun arabasını bulur. arabayı alıp eve götürmek ister fakat bu esnada arabaya mohawk bir kadının bindiğini görür. kadını takip ettikten sonra arabayı almak ister ancak kadın, ray'le bir anlaşma yapmaya karar verir. ray, başta her ne kadar mantıklı davranıp durumu yanlış olarak görse de, paraya ihtiyacı olduğu için bu kaçak taşıma işi daha sonra aklına yatar.

arabayla donmuş bir nehrin üzerinden geçerek karşı bölgeden aldıkları göçmenleri amerika sınırı içerisine sokmaya başlayan kadınlar, bu işten oldukça sağlam bir para alıyorlardır. sadece evin parasını çıkartana kadar bu işi yapacak olan ray, güzel paraların kokusunu aldıkça işe kendini kaptırır, hatta neredeyse parasını eksik verdiği için bir adamı öldürecek duruma gelir.

"bir kadın nasıl çıldırır?" korkak kocasının evden kaçışı üzerine maddi olarak büyük sıkıntılar yaşayan, çocuklarına durumu belli etmemek isteyen fakat yemek niyetine yedikleri patlamış mısır ve portakal suyu sebebiyle asabileştikleri için elinden birşey gelmeyen, çürümeye yüz tutmuş evini değiştirmek için yasal olmayan işlere bulaşan bir kadının hikayesi "frozen river". imdb'den aldığı 7.3'lük puanı fazlasıyla hakettiği bir gerçek. izlenmeli.

0 com

dolores claiborne (1995)

"sometimes being a bitch is the only thing a woman has hold onto"

stephen king'in aynı isimli romanından tony gilroy tarafından senaryolaştırılarak beyazperdeye uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda daha çok "devil's advocat" filmiyle tanınan taylor hackford var. müziklerini danny elfman'ın yaptığı filmin başrollerinde ise oyunculuğu ile kendisine hayran bırakan ve dolores claiborne'u canlandıran kathy bates'in yanısıra onun kızı selena st. george rolünde jennifer jason leigh, dedektif mackey rolünde christopher plummer, frank stamshaw rolünde john c. reilly ve vera donovan rolünde judy parfitt yer alıyor. ayrıca film, selena'nın gençliğini canlandıran ellen muth'a, "tokyo international film festivali"nde "en iyi kadın oyuncu ödülü"nü kazandırmıştır.

alkolik kocası ve küçük kızıyla maine'de yaşayan dolores, kasabanın en varlıklı fakat en huysuz kadınlarından biri olan vera donovan'ın hizmetçiliğini yapmaktadır. haftada 40 $ kazanıp geleceğini düşünerek bu parayı kızının hesabına yatıran dolores'in tek hayali içine iblis kaçmış görünümünde olan kocasından kaçmak ve kızıyla yeni bir hayata başlamaktır. bankaya gittiği bir gün, kocasının kendinden habersiz olarak tüm parayı hesaptan çektiğini öğrenir ve çılgına döner. her fırsatta dolores'i aşağılayıp kendi öz kızına bile tacizde bulunan babanın, müthiş bir görsel şölen olan güneş tutulmasının olduğu gün gerçekleşen ani ölümü, tüm gözleri dolores'e çevirir. evlerinin yakınındaki bir çukura düşerek can veren joe st. george'un ölümü, dedektif mackey'nin katil olarak dolores'i görmesine sebep olmuştur.

ölümün kaza olduğunun anlaşılmasının üzerinden aşağı yukarı 20 yıl geçmiştir ve dolores bu sefer de vera donovan'ın ölümü ile suçlanmaktadır. dedektif mackey yıllar önce suçlayamadığı dolores'i tutuklamak için bunu fırsat bilip tüm delilleri toplamaya çalışırken annesiyle yıllardır görüşmeyen ve new york'ta gazetecilik yapan selena da, maine'e gelir.

kızının ve başta dedektif mackey olmak üzere tüm kasabanın nefretini kazanan dolores claiborne, bir yandan geçmişteki gerçekleri anlatarak kızını geri kazanmaya çalışırken, bir yandan da vera'nın ölümünde hiçbir suçu olmadığını kanıtlamak zorunda kalmıştır.

the shawshank redemption'dan sonra ciddi anlamda "dram" diyebileceğimiz türden bir film "dolores claiborne". kadınların aslında ne kada güçlü olduğunu ve annelerin kendinden önce çocuklarını düşündüğü gerçeğini açığa çıkartıyor. stephen king'in korkunun ustası olduğunu bilirdim ama beni ilginç bir ruh haline sürükleyecek kadar harika bir dram öyküsü yazabileceğini tahmin edemezdim doğrusu. kesinlikle izlenmeli.

film hakkında önemli bir not: kathy bates bir rolde nasıl bu kadar kusursuz ve mükemmel olabilir diye düşünürken, stephen king'in "dolores claiborne"u aslında gerçekten kathy bates'i düşünerek yazdığını öğrendim. yine kendi kitabının uyarlaması olan ve bates'e oscar kazandıran "misery" filminden hayran olmuş kendisine, ve onun için bu romanı yazmış.
1 com

elephant (2003)

gus van sant'ın ciddi anlamda gerçek bir olaydan esinlenerek senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı filmin başrollerinde muhtemelen hiç duymadığımz alex frost, john robinson, elias mcconnell, eric deulen, jordan taylor gibi isimler yer alıyor. ayrıca film nuri bilge ceylan'ın aynı sene "uzak" filmi ile "jüri büyük ödülü"nü kazandığı 56. cannes film festivali'nde "altın palmiye ödülü"nü ve "en iyi yönetmen ödülü"nü aldı.

gayet monoton bir okul gününü zaman oyunları yaparak göstermeye çalışan ve bunu oldukça başarılı şekilde gerçekleştiren gus van sant, sıradan öğrencilerin günlük yaşantılarını gözler önüne sererek başlıyor filme. sarhoş babasıyla uğraşmaya çalışanından tutun, herkesin inek ve ezik gözüyle baktığı, eşofman giymediği için öğretmeninden azar işitenine kadar her türlü insan mevcut filmde. başlarda kurgunun özellikle seçilip anlatılan bu öğrenciler üzerinden olacağını düşünmemize sebep olan film, son yarım saatinde tamamen alakasız bir konuya dönüş yapıyor. günümüzün şiddet içerikli oyunlarından olan bu adam öldürmece saçmalığı ele alarak ana konuya giriş yapıldıktan sonra, başta bu oyunlar olmak üzere çocukları şiddet eğilimli yapan birçok etmen olduğu gözler önüne seriliyor.

çook düşük bir bütçeyle çekilen film, değişik; fakat bir zaman sonra gerçekten sıkan kamera açılarıyla çekilmiş. başlarda farklılığıyla ilgimizi çekmesine rağmen aynı açıları görmekten sıkılmamızı engelleyemiyor malesef. yine de izlenmeli, altın palmiye'yi de boşa almadığı çok belli.

0 com

eastern promises (2007)

david cronenberg öyle sıkı sıkıya takip ettiğim bir yönetmen olmasa da işlerine saygı duyar ve denk geldikçe de elden geçiririm çektiklerini. 10 sene öncesinde daha "matrix" rüzgarı ortalığı sallamadan önce kendisinin "existenz"'ini izlemiş ve "matrix"'ten daha fazla değer vermiştim bu fantastik filme. ardından ise filmografisinde geriye dönüş yaparak öteki amerika'nın en baba yazarlarından william seward burroughs'un efsane "naked lunch"'ının uyarlaması ve geçtiğimiz hafta aramızdan ayrılan j.g. ballard'ın öne çıkan romanlarından "crash"'ı beyazperdeye nasıl aktardığına tanıklık etmiştim. an itibarıyla son projesi olan "eastern promises"'da ise yine bir uyarlama filmi olan "a history violence" ile aynı çizgide gidip şiddet üzerine yoğunlaşmış. steven knight'ın yazdığı senaryo naomi watts, viggo mortensen, vincent cassel, armin mueller-stahl gibi usta isimlerin oyunculuklarıyla beyazperdeye aktarılmış.

londra'da bir hastanede ebelik yapan anna, hastaneye kaldırılan bir kadının doğumunda görev alır. ancak doğum sırasında kadın yaşamını yitirir. bu olay onu etkiler ve kadın hakkında merak ettiği konuları öğrenmek ister. kadının tuttuğu günlüğü eşyaları arasında bulur ve okumak için saklar. günlük rusça olduğu için amcasından bu konuda yardım ister fakat amcası bu konuda pek ilgili davranmayınca şehirdeki rus restoranının işletmecisi olan semyon'un kapısını çalar. bu tesadüf ise anna ile beraber yeraltına doğru bir yolculuğa çıkmamıza neden olur. günlüğü tercüme etmesi için yardım istediği semyon, günlüğü tutan genç rus kızı zorla alıkoyan ve onu yine işletmeciliğini yaptığı genelevde fahişe olarak çalıştıran, rus mafyası olan vor v zakone grubunun londra uzantısı olan adamdır. semyon ise anna'yı ilk başlarda potansiyel bir tehlike unsuru olarak görmese de anna'nın doğan bebek ve ölen kadın üzerine olan meraklı ve bir o kadar ısrarlı tutumunu sürdürmesiyle onu uyarma kararı alır ve oğlu kirill ile onun emrinde çalışan şöför nikolai'yi anna'nın üzerine salar. nikolai'nin anna ile yakınlaşmaya başlamasıyla da gerçek yüzlerin değişimine tanık oluruz.

dünyada nam salmış mafyalardan biri olan rus mafyasını ele alan cronenberg bir yandan da doğduğu topraklardan uzaklaşıp, para kazanma ve rahat bir yaşam kurma umudunu taşıyan ve bu umudu üzerine basılarak ezilen bir hayat kadınının dramını gözler önüne seriyor. yani mafya gibi erkeklerin dünyasına ait bir kavramı işlerken diğer yandan da bu organizasyonun içerisinde harcanmış bir hayat olan rus kızına anna'nın gözünden bakarak ortaya çift cinsiyetli bir film koymuş. rus aksanını yalayıp yutmuş olan viggo mortensen ve hayatta en çok kıskandığım erkeklerden biri olan vincent cassel çok şey katmış filme. oldukça sağlam bir hikaye, güçlü oyunculuklarla birleşince "eastern promises"'i seyredilir kılıyor.


0 com

catch me if you can (2002)

başrollerinde leonardo dicaprio, tom hanks, christopher walken, nathalie baye, jennifer garner ve enchanted'ın güzel prensesi amy adams'ın rol aldığı filmin yönetmeni steven spielberg olmakla beraber spielberg baba filmi "catch me if you can: the amazing true story of the most extraordinary liar" isimli kitaptan uyarlamıştır. 2 dalda oscara aday olan film, christopher walken'a en iyi aktör dalında bafta ödülü kazandırmıştır.

babasının iş hayatındaki çöküntüler ve anne-babasının ayrılma kararı yüzünden büyük sarsıntı yaşayan frank abagnale jr. evden kaçar. geçinebilmek için paraya ihtiyacı olduğunu anlamaya başladığı andan itibaren anarşist bir tavırla kurnazca dolandırıcılık yapmaya başlayan frank, çok geçmeden fbi'ın en çok aradığı isimler arasında yer edinir. öte yandan frank'i yakalamak için ant içmiş fbi ajanı carl hanratty her defasında kılpayı kaçırdığı bu dolandırıcının gün geçtikçe güçlendiğinin farkındadır. avukat, doktor ve pilot olan frank sahte çek dolandırıcılığının zirvesindeyken ipuçlarını izleyen carl, her sene konuştukları o noel gecesinde frank'e oldukça yaklaşmıştır...

spielberg filmlerinde pek alışık olmadığımız bir mizah duygusuna sahip olan filmin müzikleri birçok filmde emeği geçen john williams'a ait. oscar'ı kılpayı kaçıran williams'ı kutluyor, film izlenmeli diyerek yazımı sonlandırıyorum.

0 com

the proposition (2005)

senaryoyu yazan nick cave’in yarattığı karakterlere “iyi” veya “kötü” çizgisini koymadığı, bu konuda yoruma dayalı bir açıklık bıraktığı öyküye sahip filmdir.

- spoiler -

en küçük kardeş mike burns’ü tutukladıktan sonra hapise getirirken halkın taşlamasına göz yuman yüzbaşı kötüdür. ama daha sonra mike’ı kırbaç cezasına çarptırılmasına engel olurken iyi adamdır.

ortanca kardeşin, küçük kardeşini şartlı olarak yüzbaşıya teslim ettiği sırada kötü adamdır. ama yüzbaşının karısına tecavüz eden elemanı kafasından vururken iyidir. ancak daha sonra ağabeyini öldürmesi kötülüğü simgelese de yaşadıkları suıç dolu hayata istinaden “yeter artık” diye bağırması iyilikten yanadır.

- spoiler -

nick cave işte, ne yapacağı belli olmuyor. şarkılarında olduğu gibi filminde de izleyeni kıvrandırıp duruyor.

0 com

the assassination of jesse james (2007)

jesse james’in robert ford ile tanışmasıyla başlayan ve genelde bu ikilinin etrafında geçen bir hikayeye sahip olan, yönetmenliğini andrew dominik’in yaptığı 160 dakikalık eser. neredeyse 3 saat süren bir film ve ağır işleyen temposuna rağmen yönetmen, izleyeni koltuğunda oturtup sonuna dek izletmeyi başarmış. bu başarı da kuşkusuz oyuncu seçiminin payı var. jesse james’i canlandıran brad pitt’in zaten olayı belli, esas sürpriz nokta robert ford’u oynayan casey affleck. robert ford’un o ezikliği ancak bu kadar yansıtılabilirdi. öyle bir eziklik ki kendisinin adını hatırlanır kılacak tek şey jesse james’i öldürmekten geçecektir, ki bunu yaptıktan sonra cinayeti tiyatro oyununa döküp adeta sirk maymununa dönmüştür.

iki nokta var aklıma takılan, filmle alakalı veya alakasız:


ilki bu olayın suikast olup olmadığı. filmin kurgusunda da başarıyla seyirciye aktarılan bir nokta vardır ki, jesse james, robert ford’un kendisine karşı olan kinin farkındadır. hatta bilerek ford’un üzerine gider ve bazen onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynar. ancak son dönemlerinde hayata karşı bağları kopmuş gibidir, cinayet sahnesinde bile resmi düzeltmeye giderken silahını kenara bırakmış, tamamen savunmasız olarak kaderini robert ford’un ellerine teslim etmiştir. bu onun herşeyden vazgeçip intiharı seçişi olarak görülebilir.

ikinci nokta ise, benim o dönem için takıldığım tek nokta, bir kısım halkın gözünde kahramanlaşan jesse james, ford tarafından öldürüldükten sonra ford’un nasıl böyle ortalıkta rahatça dolaştığıdır. jesse james sempatizanları tarafından hiç ellenmemiş adam ilgincime gitti. bir tek bar sahnesi var bu dediğime yakın sayılabilecek. orda bir kaç kişi ford’un üzerine gider gibi oluyor ama ondan da fıs yok. belirtmeden geçmeyelim, bu sahnede filmin müziklerini yapan nick cave’in ufak bir rolü var, gitar çalıp şarkı söylüyor kendileri.

0 com

burn after reading (2008)

senaristliğini ve yönetmenliğini coen kardeşlerin yaptığı filmin başrollerinde george clooney, brad pitt, john malkovich, tilda swinton ve frances mcdormand gibi zengin bir oyun kadrosu yer alıyor. yalnız george clooney ve brad pitt'i görüp de ocean's serisi gibi bir beklenti içerisine girenler filmi izlemesinler, george clooney altın kolyesi ile hayallerimi yıktı bu filmde. her ne olursa olsun clooney, pitt ve malkovich'in içinde olduğu bir proje olduğunu düşünürsek kesinlikle olmasa da izlenmeli.

içki sorunu ortaya atılarak cia'deki işinden çıkartılan osbourne cox, anılarından oluşan bir kitap yazmaya karar verir. yazıların bulunduğu cd sıkı vücutlar ismindeki spor salonunun soyunma odasında bulunduğu anda işler karışır. spor salonunun iki personeli chad ve linda, başta linda'nın estetik ameliyatlarının parasını çıkarmak amacıyla ozzie'ye şantaj yapmaya karar verirler. cddeki bilgilerin gizli ve önemli olduğu düşüncesine kapılıp şantaja başlayan ikili, ozzie'nin saldırısına uğrar ve o sinirle rus elçiliğine giderler. ne yaptığını bilmeden elçiliğe gidip kendilerince gizli olan cdyi görevliye verirler ve ellerinde daha çok bilgi olduğunu söyleyerek ortamdan tüyerler. sözkonusu bilgiler ellerinde olmadığı için yeni bilgiler toplama işi de çatlak adamamız chad'e düşer. chad, ozzie'nin evine gider ve hiç beklemediği birşeyle karşılaşır. ozzie, karısı katie tarafından harry pfarrer ile aldatılmaktadır ve harry o anda eve gelir. hızla dolaba saklanan chad bir anda harry ile karşılaşır ve harry 20 senedir yapmadığı şeyi yapar; silahını ateşler.


estetikle kendini baştan yaratmak isteyen bir kadının çevresinde yaşanan olaylar zincirinden ibaret burn after reading. ameliyatlar için gereken parayı toplamak için kendini paralayan ve sanırım filmin sonunda istediğini alan bir kadın.. her kesime hitap etmeyen, sürükleyici fakat çok güzel olmayan fimin görüntü yönetmeni emmanuel lubezki'yi can-ı gönülden kutlamak isterim çünkü görsellik gerçekten çok hoştu. brad pitt'in "oh my god", john malkovich'in "moron" söylemleri beni gerçekten çok güldürdü. izleyip izlememek size kalmış, ben sevdim.