animal kingdom (2010)


paths of glory (1957)
stanley kubrick'in 50 yılı çoktan deviren filmi "paths of glory" hayatımızdan 1'23" alan ancak karşılığını fazlasıyla veren bir yapıttır. 1. dünya savaşı esnasında fransa ile almanya belli bir hat üzerinde savaşmış, bu hatta verilen uzun mücadelelerde ise her iki taraf da istediğini elde edemediği gibi birkaç kilometrekarelik toprağı kazanma uğruna binlerce insan kaybetmiştir. film de bu tarihsel bilgiyle açılıyor ve odak noktasını fransa ile almanya'nın çarpıştığı daha doğrusu insan öğüttüğü bu cepheye çeviriyor.
kubrick, 78 dakika boyunca ordu içerisindeki kopuklukları, rütbe kazanabilmek için yapılan çılgınlıkları, ve komutanların hırsları uğruna harcadıkları insan hayatlarını gözler önüne serer. fransız komutanın omzunun üzerine bir yıldız daha ekleyebilmek için alelacele hazırladığı saldırı planını başarısız olur, zaten o anki şartlarda başarının yakalanması sürprizdir. elbette başarısızlığın faturası birilerine kesilecektir. ve bu fatura da fillere değil, üzerinde tepiştikleri çimlere ait olacaktır. bu noktada oyununun en önemli piyonunu ileri sürer kubrick, kirk douglas'ın canlandırdığı albay dax. albay, adaletten uzak, rütbelilerin etkisi altında karar veren askeri mahkemelerin halini bize sunduktan sonra üstleri arasındaki çıkar ilişkilerine çomağını sokara devranın tersine dönmesini sağlar.

harry brown (2009)


"harry brown"da ise karşımıza bir başka eski toprak michael caine çıkıyor. caine'in canlandırdığı harry brown, ilk önce hayat arkadaşını kaybeder ve yaşam mücadelesinde yalnız düşer. daha sonra da kentte bulunan bir alt geçidi kendilerine çöplük olarak belirlemiş sokak çetesi yakın arkadaşını öldürür. ingiliz polisi, cinayeti görmezden gelerek suçluları serbest bırakır. polisin bu tavrı harry brown'un içerisinde intikam ateşini yakar. brown, sokakları güvensiz bir yer haline getiren bu çete üyelerini bir bir temizlemeye başlar.

confessions of a dangerous mind (2002)

biyografik bir film olan confessions of a dangerous mind, televizyon yapımcısı chuck barris'in new york'ta bir otel odasında kendi kendine hayatını sorgulayıp büyük bir psikolojik bunalım geçirirken başlıyor. 1981 yılına tekabül eden bu görüntülerin ardından ne olduğunu anlamak için 1955 yılına dönerek barris'in hayatını izlemeye başlıyoruz. yaratıcısı olduğu programlar sayesinde televizyon dünyasının tanınmış isimlerinden olmayı başaran barris'in inişli çıkışlı iş hayatı, bir cia görevlisiyle tanışmasıyla ikiye bölünüyor. cia görevlisi barris'e cia ajanlığı teklif ettikten sonra barris hem televizyon işine devam ediyor, hemde bu işinden dolayı yurtdışında olduğu zamanlarda cia ajanlığı yapıyor.

the limits of control (2009)

film boyu izlediğimiz ve adını öğrenemediğimiz adamımız ise tam tersi. her gittiği mekanda, trende, uçakta 2 tane espresso istiyor önüne. gelmedi mi sinirlenip tekrarlıyor siparişini. kontrollü bir adam. iş üzerindeyken karşısına anadan doğma bir kadın çıksa bile, aklına seksi getirmiyor. kendisine yol gösteren ipuçlarının bulunduğu kağıtları yutuyor, geride kesinlikle iz bırakmıyor. ayrıca kendisi pek ketum. ancak çok güzel giyiniyor, filinta gibi geziniyor ortalıkta.

bu hedefe olan yolculuk esnasında filmin durağanlığı belki sizi bunaltabilir. pes etmeyin. hatta siz de bu işaretlerden bir şeyler yakalamaya çalışın. bizimkine görev veren fransız'ın ağzından çıkan her sözü didikleyin ancak "ayrıntılara inme" lafına kesinlikle aldırmayın. mesela adamımızın müzelerde dalıp gittiği tablolardan veya konuşma esnasında araya sıkıştırılmış sözcüklerden çıkarım yapın. daha sonra bu şifreleri ileriki sahnelerde yakalamaya çalışın, ve bunlardan zevk alın. tüm bu çabalarınızın karşılığını jarmusch'un sizi sürüklediği finalde fazlasıyla alacaksınız, bundan emin olun.
sin nombre (2009)

film, iki ayrı öyküyle açılışını yapıyor ve daha sonra bu öyküler bir noktada kesişiyor. konusundan biraz bahsedersem, honduraslı sayra akrabalarının yanında yaşayan genç bir kızdır. babası zamanında kaçak yolla amerika'ya göç etmiş ve burada kendisine yeni bir aile kurmuştur. yıllar sonra baba honduras'a, kızını yanına alıp new jersey'e götürmek amacıyla, geri döner. sayra, babasının kurduğu bu yeni aileyi başlangıçta kabul edemez ancak amerika'ya gidip orada daha iyi şartlarda yaşama fikri onu cezbeder. babası ve amcasıyla birlikte kaçak olarak meksika'ya giriş yapan sayra buradan da amerika topraklarına geçmeye çalışır.

filmin yönetmeni olan cary fukunaga, senaryoyu da yazmış. ve filmin ana karakterlerinden sayra'nın izlemeye başkadığımız hikayeden önceki yaşantısıyla ilgili bilgileri sadece küçük detaylarda sunmuş. bu detaylardan da babasız yetişen bir kız çocuğunun korumacılığa özlem duyduğunu düşünebiliriz ve bu özlemini de trene soygun yapmak için gelen ancak kendisini kurtaran willy ile bastırdığını da... ki bu özlemden doğan yakınlaşma, onu, hayallerini gerçekleştirebileceği yer olan amerika'ya gitmek yerine, ölümün takip ettiği willy'nin yanında belirsiz bir maceraya sürüklüyor.


sunshine cleaning (2008)

rose lorkowski, 8 yaşındaki oğlu oscar'ı tek başına yetiştirmek için çabalayan, lisedeki aşkı mac'in evlenmesine rağmen onunla yasak bir ilişki yaşayan güzel bir kadındır. evlere temizliğe giderek yaşamını sürdürmeye ve oğlunu büyütmeye çalışan rose, yeteri kadar para kazanamadığını düşünerek metresi (aslında amy adams'a bunu demek istemem ama öyle...) olduğu mac'in bir iş önerisini dinler. bir polis dedektifi olan mac'in rose'a teklif ettiği bu iş ölüm vakalarındaki olay mahalini temizleme işidir, bir nevi kan ve vücut sıvısı temizlemecilik.

bu sene 4-19 nisan 2009 tarihleri arasında düzenlenen "28. uluslararası istanbul film festivali" kapsamında ülkemizde de gösterilen "sunshine cleaning", cevapsız bıraktığı bazı soruları bünyesinde taşısa da (mesela oscar'ın babasının kim olduğu. açıkça mac sanmıştım ama en ufak bir ipucu yok) dram ve komedi yüklü eğlenceli bir film. yapımcıları aynı olsa da "little miss sunshine" ile kıyaslanmaması gereken ve keyifle izlemeyi hakeden bir film.

five minutes of heaven (2009)




shadows and fog (1991)

kleinman, en derin uykusundayken çete üyesi birkaç adam tarafından uyandırılıp "sisli gecelerde cinayet işleyen bir katilin yakalanması" görevine katılması istenen korkak bir adamdır. işin kötü yanı hem gecedir, hemde dışarıda öyle bir sis vardır ki göz gözü görmez. hazırlanıp dışarıya çıktığında kimsenin olmadığını gören kleinman, eve geri dönmek ister fakat adamların onu sağ bırakmayacaklarını bildiği için umutsuz bir şekilde görevinin ne olduğunu öğrenmek ve yardım etmek için sisli ve karanlık sokaklara doğru yol alır...
irmy ise şehrin yakınlarında kurulan bir sirkte kılıç yutuculuğu yapan güzel bir kadındır. sirkte palyaçoluk yapan sevgilisi clown'la bebek sahibi olmak ister ama clown aile unsurunun sanatını kötü etkileyeceğini düşündüğü için bu fikre pek sıcak bakmaz. bebek tartışması sürerken clown, bir konu hakkında konuşmak için sirkin sahibi olan patronunun yanına gider. irmy onu takip eder ve sirkte çalışan trapezci marie ile kırıştırırken yakalar. gördükleri karşısında çılgına dönen irmy, eşyalarını toparlar ve sirki terkeder. sisli sokaklarda yürürken bir kadınla karşılaşır. yatacak yeri olmayan irmy, kendisini evine davet eden kadını geri çevirmez ve birlikte "genelev"e doğru yol alırlar.

karakoldan çıktıktan sonra irmy ve kleinman korktukları için birlikte yürümek isterler. ikisi de ne yapacağından habersiz yürürken kleinman çete üyelerinin kendi aralarında da bölündüğünü öğrenir. iyice kafası karışan kleinman, hiçbir suç işlemediği halde katil konumuna düşmüştür ve olacaklardan habersiz görevini öğrenmeye çalışmaktadır...
woody allen bu filmde franz kafka'nın 1925 yılında yayımlanan ve 1962 yılında orson welles tarafından beyazperdeye uyarlanan romanı "dava"dan esinlenmiş. filmi izlemediğim için yorum yapmayacağım fakat en kısa zamanda izleyip yazacağım. karanlık atmosferi ve siyah-beyaz görüntüleriyle biraz iç karartıcı olsa da, oldukça eğlenceli bir film olmuş "shadows and fog". güzel bir yaz akşamı değil de, sıkıcı bir kış günü izlenebilir.

the uninvited (2009)

yatalak annesini trajik bir yangın sonucu kaybettikten sonra rehabilitasyon merkezine yatan anna, uzun bir zamandan sonra evine geri dönmüştür ve döndüğünde babasının, annesinin eski hemşiresi olan rachel ile ciddi bir ilişkiye başladığını görür. eve geldiği andan itibaren rachel'a kıl olan anna, kız kardeşi alex'in de ondan nefret etmesi üzerine yalnız olmadığını anlar ve rachel hakkında hain planlar yapmaya başlar. öncelikle rachel'ın eski çalıştığı yerleri arayıp bilgi toplamak ister fakat rachel'ın ismine kayıtlı bir çalışan bulamaz. annesinin öldüğü kulübede onun balmumuna batırılıp çıkartılmış bir zombiyi anımsatan görüntüsüyle karşılaşınca ve annesinin "murder!" diye bağırması üzerine yangını rachel'ın çıkardığına emin olduktan sonra çalışmalarına son hız devam eden anna durumu babasına anlatmaktansa bir ipucu bulup kasabanın şerifine götürmeyi tercih eder. fakat bu sandığı kadar kolay olmayacaktır...
film hakkında yazılanlara bakınca sadece sonundan bahsedildiğini farkettim. kabul etmek gerek, filmin sonu oldukça sağlam olmuş, hatta son dönemde korku filmlerinden oldukça koptuğum için sadece sonunu merak ettiğim için izledim diyebilirim filmi. alakasız örnekler olacak fakat ne bileyim mesela bir "the illusionist", veya bir "fight club", ya da "the prestige"i düşününce o kadar da abartılacak bir son olmadığını farkettim. hollywood'un son zamanlarda abarttığı bir merak oldu bu uzakdoğu korku filmlerini yeniden çekmek. fazla mantık hatası olsa da izlenmeye değer, oldukça sürükleyici.

lola rennt (1998)

manni, içinde 100.000 mark'ın bulunduğu ve 20 dakika içinde mafya babalarına teslim etmesi gereken poşeti metroda unutur. metroda unutulan poşet sokaklarda yaşayan çapulcu bir adamın eline geçer. manni 20 dakika içerisinde 100.000 mark'ı bulmazsa öleceğini biliyordur ve hemen kız arkadaşı olan lola'dan yardım ister. loa, bu zaman zarfı içerisinde onu telefon kulübesinden arayan erkek arkadaşının markette silahlı soygun yapmasını engellemek için onun yanına koşmak ve parayı bulmak zorundadır.
aynı hikayeyi üç farklı şekilde ele alan tykwer, zamanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor bizlere. pek çok festivalden ödülle dönen bir film "lola rennt", ama aklıma takılan büyük bir sorun var. çığlıklarıyla cam patlatan lola, sokağın diğer yanındaki erkek arkadaşına seslendiğinde neden onu duymadı? buna rağmen izlenmeli.

frozen river (2008)

kocası, yeni alacakları prefabrik evin parasını yiyip evi terkettikten sonra biri 5 diğeri 15 yaşında olan iki çocuğu ile bir başına kalan ray, kocasını ararken onun arabasını bulur. arabayı alıp eve götürmek ister fakat bu esnada arabaya mohawk bir kadının bindiğini görür. kadını takip ettikten sonra arabayı almak ister ancak kadın, ray'le bir anlaşma yapmaya karar verir. ray, başta her ne kadar mantıklı davranıp durumu yanlış olarak görse de, paraya ihtiyacı olduğu için bu kaçak taşıma işi daha sonra aklına yatar.
arabayla donmuş bir nehrin üzerinden geçerek karşı bölgeden aldıkları göçmenleri amerika sınırı içerisine sokmaya başlayan kadınlar, bu işten oldukça sağlam bir para alıyorlardır. sadece evin parasını çıkartana kadar bu işi yapacak olan ray, güzel paraların kokusunu aldıkça işe kendini kaptırır, hatta neredeyse parasını eksik verdiği için bir adamı öldürecek duruma gelir.
"bir kadın nasıl çıldırır?" korkak kocasının evden kaçışı üzerine maddi olarak büyük sıkıntılar yaşayan, çocuklarına durumu belli etmemek isteyen fakat yemek niyetine yedikleri patlamış mısır ve portakal suyu sebebiyle asabileştikleri için elinden birşey gelmeyen, çürümeye yüz tutmuş evini değiştirmek için yasal olmayan işlere bulaşan bir kadının hikayesi "frozen river". imdb'den aldığı 7.3'lük puanı fazlasıyla hakettiği bir gerçek. izlenmeli.

dolores claiborne (1995)

stephen king'in aynı isimli romanından tony gilroy tarafından senaryolaştırılarak beyazperdeye uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda daha çok "devil's advocat" filmiyle tanınan taylor hackford var. müziklerini danny elfman'ın yaptığı filmin başrollerinde ise oyunculuğu ile kendisine hayran bırakan ve dolores claiborne'u canlandıran kathy bates'in yanısıra onun kızı selena st. george rolünde jennifer jason leigh, dedektif mackey rolünde christopher plummer, frank stamshaw rolünde john c. reilly ve vera donovan rolünde judy parfitt yer alıyor. ayrıca film, selena'nın gençliğini canlandıran ellen muth'a, "tokyo international film festivali"nde "en iyi kadın oyuncu ödülü"nü kazandırmıştır.
alkolik kocası ve küçük kızıyla maine'de yaşayan dolores, kasabanın en varlıklı fakat en huysuz kadınlarından biri olan vera donovan'ın hizmetçiliğini yapmaktadır. haftada 40 $ kazanıp geleceğini düşünerek bu parayı kızının hesabına yatıran dolores'in tek hayali içine iblis kaçmış görünümünde olan kocasından kaçmak ve kızıyla yeni bir hayata başlamaktır. bankaya gittiği bir gün, kocasının kendinden habersiz olarak tüm parayı hesaptan çektiğini öğrenir ve çılgına döner. her fırsatta dolores'i aşağılayıp kendi öz kızına bile tacizde bulunan babanın, müthiş bir görsel şölen olan güneş tutulmasının olduğu gün gerçekleşen ani ölümü, tüm gözleri dolores'e çevirir. evlerinin yakınındaki bir çukura düşerek can veren joe st. george'un ölümü, dedektif mackey'nin katil olarak dolores'i görmesine sebep olmuştur.
ölümün kaza olduğunun anlaşılmasının üzerinden aşağı yukarı 20 yıl geçmiştir ve dolores bu sefer de vera donovan'ın ölümü ile suçlanmaktadır. dedektif mackey yıllar önce suçlayamadığı dolores'i tutuklamak için bunu fırsat bilip tüm delilleri toplamaya çalışırken annesiyle yıllardır görüşmeyen ve new york'ta gazetecilik yapan selena da, maine'e gelir.

the shawshank redemption'dan sonra ciddi anlamda "dram" diyebileceğimiz türden bir film "dolores claiborne". kadınların aslında ne kada güçlü olduğunu ve annelerin kendinden önce çocuklarını düşündüğü gerçeğini açığa çıkartıyor. stephen king'in korkunun ustası olduğunu bilirdim ama beni ilginç bir ruh haline sürükleyecek kadar harika bir dram öyküsü yazabileceğini tahmin edemezdim doğrusu. kesinlikle izlenmeli.
film hakkında önemli bir not: kathy bates bir rolde nasıl bu kadar kusursuz ve mükemmel olabilir diye düşünürken, stephen king'in "dolores claiborne"u aslında gerçekten kathy bates'i düşünerek yazdığını öğrendim. yine kendi kitabının uyarlaması olan ve bates'e oscar kazandıran "misery" filminden hayran olmuş kendisine, ve onun için bu romanı yazmış.
elephant (2003)

gayet monoton bir okul gününü zaman oyunları yaparak göstermeye çalışan ve bunu oldukça başarılı şekilde gerçekleştiren gus van sant, sıradan öğrencilerin günlük yaşantılarını gözler önüne sererek başlıyor filme. sarhoş babasıyla uğraşmaya çalışanından tutun, herkesin inek ve ezik gözüyle baktığı, eşofman giymediği için öğretmeninden azar işitenine kadar her türlü insan mevcut filmde. başlarda kurgunun özellikle seçilip anlatılan bu öğrenciler üzerinden olacağını düşünmemize sebep olan film, son yarım saatinde tamamen alakasız bir konuya dönüş yapıyor. günümüzün şiddet içerikli oyunlarından olan bu adam öldürmece saçmalığı ele alarak ana konuya giriş yapıldıktan sonra, başta bu oyunlar olmak üzere çocukları şiddet eğilimli yapan birçok etmen olduğu gözler önüne seriliyor.
çook düşük bir bütçeyle çekilen film, değişik; fakat bir zaman sonra gerçekten sıkan kamera açılarıyla çekilmiş. başlarda farklılığıyla ilgimizi çekmesine rağmen aynı açıları görmekten sıkılmamızı engelleyemiyor malesef. yine de izlenmeli, altın palmiye'yi de boşa almadığı çok belli.

eastern promises (2007)




catch me if you can (2002)

babasının iş hayatındaki çöküntüler ve anne-babasının ayrılma kararı yüzünden büyük sarsıntı yaşayan frank abagnale jr. evden kaçar. geçinebilmek için paraya ihtiyacı olduğunu anlamaya başladığı andan itibaren anarşist bir tavırla kurnazca dolandırıcılık yapmaya başlayan frank, çok geçmeden fbi'ın en çok aradığı isimler arasında yer edinir. öte yandan frank'i yakalamak için ant içmiş fbi ajanı carl hanratty her defasında kılpayı kaçırdığı bu dolandırıcının gün geçtikçe güçlendiğinin farkındadır. avukat, doktor ve pilot olan frank sahte çek dolandırıcılığının zirvesindeyken ipuçlarını izleyen carl, her sene konuştukları o noel gecesinde frank'e oldukça yaklaşmıştır...
spielberg filmlerinde pek alışık olmadığımız bir mizah duygusuna sahip olan filmin müzikleri birçok filmde emeği geçen john williams'a ait. oscar'ı kılpayı kaçıran williams'ı kutluyor, film izlenmeli diyerek yazımı sonlandırıyorum.

the proposition (2005)

- spoiler -
en küçük kardeş mike burns’ü tutukladıktan sonra hapise getirirken halkın taşlamasına göz yuman yüzbaşı kötüdür. ama daha sonra mike’ı kırbaç cezasına çarptırılmasına engel olurken iyi adamdır.
ortanca kardeşin, küçük kardeşini şartlı olarak yüzbaşıya teslim ettiği sırada kötü adamdır. ama yüzbaşının karısına tecavüz eden elemanı kafasından vururken iyidir. ancak daha sonra ağabeyini öldürmesi kötülüğü simgelese de yaşadıkları suıç dolu hayata istinaden “yeter artık” diye bağırması iyilikten yanadır.
- spoiler -
nick cave işte, ne yapacağı belli olmuyor. şarkılarında olduğu gibi filminde de izleyeni kıvrandırıp duruyor.
the assassination of jesse james (2007)

iki nokta var aklıma takılan, filmle alakalı veya alakasız:
ilki bu olayın suikast olup olmadığı. filmin kurgusunda da başarıyla seyirciye aktarılan bir nokta vardır ki, jesse james, robert ford’un kendisine karşı olan kinin farkındadır. hatta bilerek ford’un üzerine gider ve bazen onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynar. ancak son dönemlerinde hayata karşı bağları kopmuş gibidir, cinayet sahnesinde bile resmi düzeltmeye giderken silahını kenara bırakmış, tamamen savunmasız olarak kaderini robert ford’un ellerine teslim etmiştir. bu onun herşeyden vazgeçip intiharı seçişi olarak görülebilir.
ikinci nokta ise, benim o dönem için takıldığım tek nokta, bir kısım halkın gözünde kahramanlaşan jesse james, ford tarafından öldürüldükten sonra ford’un nasıl böyle ortalıkta rahatça dolaştığıdır. jesse james sempatizanları tarafından hiç ellenmemiş adam ilgincime gitti. bir tek bar sahnesi var bu dediğime yakın sayılabilecek. orda bir kaç kişi ford’un üzerine gider gibi oluyor ama ondan da fıs yok. belirtmeden geçmeyelim, bu sahnede filmin müziklerini yapan nick cave’in ufak bir rolü var, gitar çalıp şarkı söylüyor kendileri.
burn after reading (2008)

içki sorunu ortaya atılarak cia'deki işinden çıkartılan osbourne cox, anılarından oluşan bir kitap yazmaya karar verir. yazıların bulunduğu cd sıkı vücutlar ismindeki spor salonunun soyunma odasında bulunduğu anda işler karışır. spor salonunun iki personeli chad ve linda, başta linda'nın estetik ameliyatlarının parasını çıkarmak amacıyla ozzie'ye şantaj yapmaya karar verirler. cddeki bilgilerin gizli ve önemli olduğu düşüncesine kapılıp şantaja başlayan ikili, ozzie'nin saldırısına uğrar ve o sinirle rus elçiliğine giderler. ne yaptığını bilmeden elçiliğe gidip kendilerince gizli olan cdyi görevliye verirler ve ellerinde daha çok bilgi olduğunu söyleyerek ortamdan tüyerler. sözkonusu bilgiler ellerinde olmadığı için yeni bilgiler toplama işi de çatlak adamamız chad'e düşer. chad, ozzie'nin evine gider ve hiç beklemediği birşeyle karşılaşır. ozzie, karısı katie tarafından harry pfarrer ile aldatılmaktadır ve harry o anda eve gelir. hızla dolaba saklanan chad bir anda harry ile karşılaşır ve harry 20 senedir yapmadığı şeyi yapar; silahını ateşler.

estetikle kendini baştan yaratmak isteyen bir kadının çevresinde yaşanan olaylar zincirinden ibaret burn after reading. ameliyatlar için gereken parayı toplamak için kendini paralayan ve sanırım filmin sonunda istediğini alan bir kadın.. her kesime hitap etmeyen, sürükleyici fakat çok güzel olmayan fimin görüntü yönetmeni emmanuel lubezki'yi can-ı gönülden kutlamak isterim çünkü görsellik gerçekten çok hoştu. brad pitt'in "oh my god", john malkovich'in "moron" söylemleri beni gerçekten çok güldürdü. izleyip izlememek size kalmış, ben sevdim.
