wristcutters: a love story (2006)

"she was a middle class girl
she was in over her head
she thought she could stand up in the deep end
he had a bullet proof smile
he had money to burn
she thought she had the moon in her pocket

but now she's dead
she's so dead
forever dead. stone dead forever and lovely now
..."
zia, güzel sevgilisinden ayrılmış ve depresyondadır. zorlukla uyumayı başarabildiği gecenin sabahında, gözünü açtığı anda güne onsuz başlamanın verdiği hayal kırıklığı okunuyordur gözlerinden. odası da kendisi gibi darmadağındır. yatağının hemen yanı başında ikamet eden pikaba şöyle bir uzanır ve iğneyi tom waits'in 2004 tarihli "real gone" albümünün 8. parçası olan "dead and lovely"'nin üzerine bırakır. ve tom baba yukarıdaki kelimeler bütününü şakımaya başlar. parça tam da ruh haline göredir zia'ın. ve filmin anlamına anlam katmaktadır.

gücünü toparlayarak yataktan kalkar, odayı toparlamaya koyulur; her yere saçılmış eşyaları toparlar, tozları alır ve yerleri süpürür. daha sonra da kendisine çeki düzen verir; saçlarını şekle sokar, aynaya doğru afili bir bakış fırlatır. tamam deriz biz de içimizden, bunalımdaki oğlumuz yataktan kendini dışarı atmış, etrafına ve kendini toparlamış, yeni bir sayfa açacaktır hayatında. hayır!! biz bunları aklımızdan geçirirken, zia, stüdyo dairesindeki banyoya girer, lavabonun başında aynaya bakar tekrar, bileklerini jilet keser. vücudunda dolaşan ılık kan çeşmeden akan suya karışmaya başlar ve rengini verir suya... ayakları artık vücudunu taşıyacak güce sahip olmayınca yere devrilir bizim oğlan. yaşamının son anlarında bir tüy yumağı çarpar gözüne köşe bucakta, temizliği bile doğru düzgün yapamamıştır.

sevdiği kızın onun ardından ağlayıp ağlamayacağının muhasebesini yaparken toprağa verilir. herşeyin böyle sona ereceğini düşünürken bambaşka bir yerde kendisini bulur; yaşamını kendi elleriyle sonlandıranların dünyasında. neler olup bittiğini çözmeye çalışırken bir barda iki hatunla muhabbete koyulur, yan masada oturan eugene de kulak misafiri olduğu bu sohbete katılır, barın duvarlarını, onlar gibi yaşamına son veren ian curtis'in hayat verdiği "love will tear us apart" melodileri aşındırırken. daha sonra eugene ile takılmaya başlar, aynı evi paylaştığı arkadaşının uyuzluklarından sıkılıp. çok geçmeden ölümünde pay sahibi olan, çok sevdiği desiree'nin de intihar ettiğini öğrenir. ikisi yine aynı dünyadadırlar. eugene'i kafaya alır zia ve yola koyulurlar gogol bordello şarkıları eşliğinde. bir yol arkadaşı daha bulurlar kendilerine; bu dünyaya yanlışlıkla geldiğini iddia eden ve bu dünyanın yöneticilerini arayan mikal. hep beraber yol tepmeye başlarlar farklı arayışlar içerisinde...

michel gondry ile emir kusturica filmlerinde rastladığımız türden gerçeküstücülüğe sahip bir dünyada yaşamlarını?! sürdüren bu üç gencin tanıklık ettiğimiz yol hikayesinin temeli, etgar keret'in kısa bir öyküsü olan "kneller's happy campers"'a dayanıyor. filmin yönetmeni olan goran dukic bu öyküyü senaryolaştırmış ve yine kendi ellerinde işleyerek beyaz perdeye dökmüş.

zia rolünde izlediğimiz patrick fugit'i "almost famous"'tan tanıyoruz. yine güzel müziklerle bezeli bir filmde bu sefer farklı türden bir yolculuğa çıkıyor kendisi. gerek aile içi sohbet, gerekse eski bir arabayla çıkılan ve gogol bordello şarkılarının süslediği yolculuğun "everything is illuminated" ile benzer tadlar veren sahnelerinin diğer öznesi olan eugene'i shea whingham canlandırmış. whingham, yakın zamanda "splitter"'da başroldeydi. bir bret easton ellis eseri olan, kitabını ayrı filmini ayrı sevdiğim "the rules of attraction"'da kendine has bir stili olan lauren'i canlandıran shannyn sossamon bu filmde de yine benzer bir havaya sahip olan mikal rolünde karşımıza çıkıyor.

ve tom waits! açılış sahnesinde sesiyle "ben buradayım" dedirten tom baba, kahramanlarımızın yolunun üzerine çıkıyor ve onları ağırlıyor kendi kampında. öyle kısa bir vakit de rol almıyor filmde, doyuruyor bu gözlere kendisini. bir de sarfettiği sözlerle filmin taslağını sunuyor izleyene; iki hatun arasında kalan zia'ya dediği "bu kadar çok istediğin sürece, gerçekleşmeyecektir. olmasının tek yolu, senin için bir öneminin olmaması". hayat da öyle değil mi zaten? en basitinden otobüs beklemek. bir yere yetişmek istersin, acelen vardır ama gitmek istediğin yönün otobüsü uğramaz durağına bir türlü. başka zaman sen başka yere gitmek isterken geçen gün gelmesi için neredeyse yalvardığın otobüsten ikişer üçer tane gelir. bir de "sen hep elde edemeyeceğin kadınlara aşık oluyorsun" sözünü eder ki, üzerine konuşmaya gerek yok. öğünç kardeşime gitsin bu direkt!

film boyunca zia - eugene ikilisinin peşine takılıp, aradığına doğru yol alan ve içinde bulunduğu dünyanın sıradanlığından sıkılıp rastladığı tabelaları keyfine göre değiştiren ("shave us messiah" süperdi!) mikal'in parmağı filmin afişinde de var gibi. afişteki levhada yer alan kola bilek hizasından bir kırmızı çizgi çekmiş yanına da iki tane kalp iliştirivermiş.

eğer filmi hala izlemediyseniz ne "wristcutters" adından rahatsızlık duyun ne de "a love story" alt adına inanın. çünkü bu film sürekli bileğini kesip, ortaya rahatsız edici görüntüler sunan insanları veya hollywood filmlerinden kopma sığ bir aşk hikayesini içermiyor. sade ve akıcı olmasıyla rahatlıkla izlenebilen, müzikleriyle daha da keyif veren bir film "wristcutters: a love story".

1 yorum:

Benay | 3 Temmuz 2009 04:35

hem müzikleriyle hem özgün senaryosuyla izlenmeye değer bir bağımsız gerçekten!
yorumun için eline sağlık sevgili sinema sever arkadaşım:)