0 com

taraf tutmak

(bu post, diziyi izlemeyenlere anlamsız gelebileceği gibi diziyi yeni izlemeye başlayanlar ve ilk iki sezonu henüz tamamlamayanlar için de spoiler niteliğindedir. aman ha!)

taraf olmamızın istendiği hatta zorlandığı günü, istenmeyen bir sonuçla da olsa, geride bırakmış bulunuyoruz. ancak başlığın ve yazının mevzusu üstteki promo fotoğrafından anlaşılacağı üzere bu değil. filmlerin yanına artık dizileri de ekleyecek olursam, çoğu yapımda yönetmenin niyetine veya kendi bakış açımıza göre taraf tutmak durumunda kalırız. bazen yönetmen bizim adımıza kararı verebilirken bazen de her iki tarafı önümüze sunup tercihi bizim yapmamızı bekler. tabi yönetmenin taraf olmamızı istediği karaktere bağlı kalıp kalmamak bizim insiyatifimizde.

fringe'in ilk iki sezonuna baktığımızda ise son birkaç bölümü göz ardı edersek, paralel evrenler arasında bizim olan taraf hep iyi olarak gösterildi. gerçi şekil değiştiren askerler ortaya çıkana kadar biz hep kötüyü kendi içimizde arar olduk ve baş şüpheli olarak da william bell ve şirketi massive dynamic ortaya sürüldü. işin içine paralel evren girdiğinde ise artık diğer tarafın pis, kaka olduğunu düşündük. ancak 2. sezonun finali olan 22. ve 23. bölümlerde diğer tarafı görmemizle kafalarda bazı şeyler değişir oldu. walter bishop'un diğer tarafa geçişiyle beraber açtığı zarar ve walternate'in elinden peter'ı almasıyla yarattığı intikam hırsını görmek beni muallakta bıraktı. şüpheli gözüyle baktığımız william bell bile son dakikalarda iyilik meleği gibi yardımını ederek aramızdan ayrıldı. en başından beri bizden taraf olmamızı bekleyen dizi, 23 eylül'de başlayacak yeni sezonuyla bizi bir yol ayrımında bırakıyor ve tercih bizim insiyatifimize kalıyor. herkes tarafını alsın bizim dizi başlıyor.
0 com

bunun için bekliyorduk

şu hayatta hep terslikler üstüste gelecek değil ya. güzelliklerin de tadına bakabilmeliyiz peşin sıra. sabah kafamı yastıktan kaldırdığımda havanın daha aydınlanmamış olduğunu görünce bir an için yine erken uyandığım sanrısına kapıldım. elimi telefona atıp saate baktığımda ortalama kalkma zamanımın geldiğini fark ettim ve peşinden bilgisayarımın başına tünedim. amiina'nın 27 eylül'de yayınlayacağı yeni albümü "puzzle" öncesi çıkardığı 2. single olan "what are we waiting for?"u dinlemeye koyuldum. ya 1 ya da 2. parçada o karanlık gökyüzünden damlalar düşmeye başladı canım izmir'ime ve resmen şarkıyla birbirini tamamladı.

şu ana kadar enstrumental şarkılar sunan amiina, yeni albümü için yayınladığı 2 single'da da ingilizce söz içeren parçalar bulunmakta: "over & again" ve "what are we waiting for?". her iki parça da grubun dreamy müziğini dinlemeye alışmış kulaklar için gayet tatminkar. özellikle bu yeni parçanın çok başarılı olduğunu ve grup için bir basamak taşı niteliğinde olduğunu söyleyebilirim. vokaller grubun alışkın olduğumuz müziğine çok güzel oturmuş ve uyumu yakalamış. buyrun siz de dinleyin.

0 com

mouse on the keys

geçen zamanın müzik üzerindeki etkileri tartışılmaz. teknolojinin getirdiği avantajların yanı sıra müzisyenlerin kendilerini ve onlara öncülük eden isimleri aşma gayreti, yeni yollara sapma ve özgünlüğü yakalama uğraşı bu farkı yaratan faktörler. farklı yönlere sapma hadisesi ise dün saf halini dilediğimiz bir türü başka türlere ait elemanlarla füzyonlamaktan geçiyor genelde. çıkan ürün kulakları tatmin edebiliyorsa ne ala.

son zamanlarda post rock'ı ambient, elektronik unsurlarla harmanlayan gruplarla haşır neşirim. daha önce adını duymadığım, piyasaya yeni adım atan grupların albümlerini dinlemekle geçiyor vaktim. dinlediklerim arasında daha sonra tekrar ve bolca dinlemek üzere kenara koyduğum albümleri keşfetmek, o müziği yapan müzisyenler kadar beni de mutlu ediyor. bu dönemde rastladığım gruplardan biri de mouse on the keys. adını manidar kılacak şekilde 2 piyano/klavye ve 1 davuldan oluşan bu trio, post rock ile jazz'ı füzyonlamaya gönül vermiş. grubun sayfasındaki bilgilere bakılacak olursa geçmişte jazz, funk, hip hop gibi türlere bulaşmış olan müzisyenlerin bu 3 enstrumanla 90'ların amerikan posthardcore'uyla modern klasik/jazz ve elektronik dans müziği üzerine eğildiğini görüyoruz. geçtiğimiz sene yayınladıkları debut albüm "an anxious object", ilk başta göze garip gelebilecek bu harmanı merak eden bünyeler için güzel bir örnek. altta paylaştığım video ise albümden favorim olan ve diğerlerine göre öne çıkan "spectres de mouse"a ait. farklı tatlar sevenler için birebir!


2 com

gecenin sesi

müzik güzel şey. hele içine daha da girip hayatın her dakikasını müzikle doldurmaya, anları kulaklıktan/hoparlörden çıkan melodilerle anlamlandırmaya çalışınca daha da güzel. arkadaşlarla takılırken, içerken, sevişirken, uykuya dalarken, yolda giderken... her ana gidecek melodiler var şu hayatta. replikas, her ne kadar "hiçbir şey gece kadar rahatsız etmiyor" dese de sakin bir gece, sessiz bir gece huzurun tam ortasıdır benim için. mark lanegan ile isobel campbell ortaklığının üçüncü ürünü olan "hawk", ikilinin önceki albümleri gibi tam geceye uyacak türden bir albüm. hafif bir esinti, kadehte viski, kulaklarda lanegan'ın şahsına münhasır sesi. daha ne olsun!

kapağına kurban olduğum "hawk"ın 2. sırasında yer alan "you won't let me down again"a ait klibi altta izleyebilirsiniz. içinde yol geçen görüntüleri ölesiye sevdiğimi daha önce söylemiş miydim?

4 com

icraatın içinden

sıcağı hiç sevmem, haliyle yazları da. aslında çocuklukta ve ilk gençlikte herhangi bir sorunum yoktu yazla. ne zaman ki üniversitede yaz okulunun abonesi oldum, o zaman benim için kayıp mevsim oldu yaz. hala da öyle. meslek icabı, şu ana kadar yazları çalışmamamın da katkısı büyük. evde oturulduğunda daha da kayıp gözüyle bakıyorum. hareket ettikçe terleyeceğini, yapış yapış bir formata bürüneceğini bilmek beni daha fazla tembelliğe itiyor. denize 5 dakika uzaklıkta oturduğum halde içine girebilmek için kilometrelerce yol kat etmek pek de bana göre değil. istisnası da oldu tabi geçen hafta. sadece 3 saatlik bir otobüs yolculuğuna katlanamadığımdan dolayı 1 yıldan beri uğramadığım ayvalık'a gitmek farz oldu.

aile büyüklerini ziyaret etmek, dostlarla vakit geçirmek, bir isveçli çiftle beraber kültür şokları yaşamak, sabahın ilk ışıklarına kadar kana alkol karıştırmak, sonrasında kokoreç krizine girmek, geceyi ayvalık'ın hırçın poyrazı altında tahta bir iskelenin üzerinde noktalamak, sabah lanet olası baş ağrısıyla uyanmak, kankayla beraber tarkan sevmediğini ve onun müziğinde asla dans etmeyeceğini söylemek, akabinde önceki gece tarkan eşliğinde dans edilen videoyu izleyerek şok geçirmek... hepsi koskoca bir yazın tek haftasına sıkıştırılmış aktiviteler. ve tembel bünyem için fazlasıyla atraksiyon içermekte.

meselenin blog kısmına girecek olursak, son 6 aydır eskisi kadar aktif olmadığımız aşikar. güncelliği yitirdiğimiz de öyle. tabi bunun arkasında yatan nedenler var; hayatımızı kurtarabilmemiz için başka şeylere ağırlık veriyor oluşumuz vs... gerçi yazın gelmesiyle bu bahane ortadan kalktı ancak yazın sıkıcılığı çok fena sarmış durumda. ayrıca belli bir süre yazmamak insanın yazma alışkanlığını da köreltiyor. illa öykü - roman yazmak anlamında değil, şuraya üç beş satır bir şey karalamak bile zorlaşabiliyor. üstüne üstlük sevgili kişisi burçin'in de şehir değiştirip bilgisayarla daha mesafeli hale gelecek oluşu, blogu sadece benim elime (hadi buna keyfime diyelim) bakar hale getirdi. artık günceli yakalamak gibi bir kaygım yok, yabancı mihraklardan haberleri çevirip buraya ekleyecek enerjim de. tekdüze olan şeyleri sevmiyorum, bu en başta benim için geçerli. bu nedenle de blogun kabuğunda ve içerisinde ufak tefek değişiklikler yapmaktan yanayım. havalar soğudukça kendime geleceğimi ve bunu yapabileceğimi düşünüyorum. şimdilik bu kadar.