ne zamandır kendisinin "ljósið"iyle uykumdan uyanıp güne güzel başlıyordum. bu sabah kendi keyfime göre uyanıp bilgisayar başına geçtiğimde 10-11 şubat'ta salon iksv'ye uğrayacak olduğunu gördüm. şu an monitör karşısında sırıtıyorsam sebebi budur. altta ise 3 nisan 2010 tarihli pekin konserinin 70 dakikalık bir kaydı bulunuyor. konser öncesi etüd edilebilir.
nick cave'in yine aynı tayfayla yola çıkarak kurduğu grinderman, ilk albümünü yayınladığında benim aklımda şafaktan başka bir şey yoktu. o şafak eriyip bitip ben izmir'e döndükten sonra başucu albümü yapmıştım bunu. bol balladlı ilk albüm arkasından ikincisinin haberini aldığımda ise beklentilerimi aynı düzeyde tuttum. ancak bu "grinderman 2" nedense pek memnun edemedi beni. ya ben albümün moduna giremedim ya da albüm benim moduma bir türlü denk gelmedi. neyse, "grinderman 2"de yer alan "evil"ın klibi 5 gün önce yayınlandı. ilk albümdeki babuna, bu albümde ise kurt, kuş ve tanımlayamadığım bir yaratık eklendi. nick cave'e bu grubu kurma fikrinin aklına geldiği yer olan hayvanat bahçesine bir atıf mıdır acaba?
içerisinde şiddet öğesi bulunan sporlarla pek aram yok. boks, uzakdoğu sporları vs... elbette bu tür sporların kendine göre güzelliği, özelliği vardır ancak ilgimi çekmiyor. kurallarını bir türlü çözemediğim, çözmek için de kasmadığım amerikan futbolu da bu kategoriye dahil benim için. bu futbola ilişkin anılarım çocukluğumla sınırlı. 90'ların ilk yarısında haftasonları hbb'de amerikan futbol maçlarının yayınlandığını, sıkıntıdan izlediğimi ancak bana karmaşık gelen bu oyundan pek de zevk almadığımı hatırlıyorum. "friday night lights" ile yollarımın kesişmesi de zaten filmin temeli olan amerikan futboluna dayanmıyor. explosions in the sky'ın arşivimde yer alan soundtrack albümünden filmi merak edip, edindim.
her spor türünün ülkelere/kıtalara göre yüklendiği anlam çok farklı. bizde malumunuz futbol baş köşeye kurulmuş durumda. serdar akar'ın "dar alanda kısa paslaşmalar"ında tanık olduğumuz bir mahalle ve futbol takımı arasındaki ilişkinin paralelini peter berg ve josh pate ikilisinin yönettiği "friday night lights"ta görmek mümkün. teksas'a bağlı bir kasaba olan odessa'da bulunan lisenin amerikan futbol takımı eyalet şampiyonluğunu gözüne kestirmiştir. yerel basının gözü hep takımın üzerindedir, kasaba halkının günlük muhabbetlerinde takımın durumu yer alır. ancak tüm bu ilgi, alaka genelde ülkemizde rastladığımız içi boş fanatizmin ötesindedir. lise hayatlarını futbola ayıran gençlerin ise kafalarında tek bir düşünce vardır; amatörlükten profosyonel lige zıplamak.
film, gerçek olaylara dayanmakta. 1988 yılında kasabada yaşananları h. g. bissinger, "friday night lights: a town, a team, and a dream" kitabında konu etmiş ve film de bu kitabın uyarlaması. 118 dakika gibi uzun sayılabilecek bir süreye sahip olmasına rağmen temposuyla izleyeni sıkmayan, explosions in the sky tarafından post-rock sosuna bandırılmış müzikleriyle izleyeni mest eden ve finaliyle de klişelere tokadını atan bir yapım. tavsiye ederim.
genelde amerikan filmleriyle klasikleşmiş "winner" hikayelerini izlemekten sıkılmış bir bünye olarak filmi izlerken finali hakkında "acaba?" diye sormaktan kendimi alamadım. ve film boyunca kendimi böyle bir final için hazırladım. 2 saat boyunca keyifle izlediğim filmin böyle bitmesi beni daha da çok filme bağladı. hector cuper'e selam olsun!
"hey gidi dexter. ne o sinsi lila, ne de ayakbağı olan rita yakışıyordu sana. içinde karanlık bir tarafı olan bir kadın gerekti, lumen gibi. jordan chase'in birkaç parçaya ayrılmış bedenini okyanusun dibine yolladıktan sonra tekneyi sürerken ki o keyfin, lumen'e olan bakışların gözümden kaçmadı. ama unuttuğun tek nokta, kendini tehlikeye atarak yaptığın fedakarlıklar, verdiğin sevgi ve destek bir kadını elde etmek için yetmiyor, malesef. onlar senin o karanlık yolcundan daha da karanlık, alt ettiğin kurbanlarından daha da zor varlıklar. insan olan yanların ağır bastıkça bunun farkına varacaksın."
sezon boyunca beklentileri gittikçe yükselten ancak finaliyle geneli tatmin etmeyen "dexter" 5. sezonunu da geride bıraktı. 6. sezonun da çekileceği müjdelendi ancak uzadıkça tadı kaçmasın, tadında bıraksınlar istiyorum.
bu sabah bir yandan masanın üzerinde açık duran kitap diğer yandan hemen yanına konuşlanmış bilgisayarla haşır neşirken bir anda evimin karşısında bulunan ilkokuldan yükselen çığlıklara kafamı kaldırdım ve pencereye yöneldim. kar yağıyordu. izmir'de pek alışkın değiliz bu olaya. yanılmıyorsam en son ben üniversitedeyken yağmıştı ve ben o gün miskinliğimden vazgeçemeyip okula gitmemiş , eğlenceyi kaçırmıştım. sonrasında çok uzaklarda, askerdeyken bir gece devriyesinde denk gelmiş, gecenin sessizliğinde üzerimi örten beyaz örtüyle huzur dolarak yürümüştüm bir süre. björk'ün karlı izlanda tepelerini arşınlarken duyduğu hazzı almıştım kendimce. çok değil, 10 dakika sürdü bugünkü şamata. tutmasını zaten beklemiyordum ama bu kadar kısa sürmesi de pek tatmin etmedi.
her mevsimin kendine ait şarkıları var, kara kışın da... benim için çalanı, söyleyeni, ismi değişiyor ancak bıraktıkları tad hep aynı. tiamat, björk, nick cave, tindersticks, balmorhea, sigur ros, the tumbled sea... uzar gider bu liste, durmak gerek. bugünlerde takıntım haline gelen bir diğer isim ise peter broderick. 1987 doğumlu broderick, yaşadığı hayata sığdırdığı yapıtlarla insanı kendisine hayran bırakacak türden bir sanatçı (diskografisine şuradan göz atılabilir). modern klasik müzik üzerine üretim yapan broderick'in sadece bu sene yayınladığı 5 kayıttan biri olan, eylül ayında yayınladığı "how they are" şu soğuk günlere eşlik edecek türden bir albüm. broderick'in piyanosu, gitarına sesiyle eşlik ettiği ve minimalizmin dibine vurduğu parçaların stüdyo kayıtları kameraya alınmış ve söz konusu videolar youtube'ta paylaşılmış durumda. albümde yer alan parçaların ismine tıklayıp videolarını izlemeniz mümkün. ben de kendi seçimimi buradan paylaşayım.