0 com

alıntı #2


"tanıdığım birileri vardı. bu iki kişi, birbirlerine aşıktı. kız çok gençti. 17 ya da 18 yaşındaydı sanırım. ve erkek de ondan epey yaşlıydı. biraz hırpani ve asi biriydi. kız ise çok güzeldi, anladın mı? ve birlikte her şeyi bir tür maceraya dönüştürüyorlardı. bu da kızın hoşuna gidiyordu. sadece bakkala gitmek bile onlar için macera doluydu. hep aptalca şeylere gülüyorlardı. çocuk, kızı güldürmeyi seviyordu ve başka hiçbir şey umurlarında değildi. çünkü tek istedikleri birlikte olmaktı. her zaman birlikteydiler."
"paris, texas" - 1984
1 com

rosetta (1999)


"senin adın rosetta,
yeni bir iş buldun,
yeni bir arkadaş edindin,
normal bir yaşantın var,
boşluğa düşmeyeceksin,
iyi geceler."
herkesin iyi kötü bir hikayesi var bu hayatta. bu da rosetta'nın hikayesi. yoksulluk nedeniyle şehrin dışında bir karavan kampında, karavanı yemek - elektrik - su gibi temel ihtiyaçları karşılamak için bedenini başkalarına vermekten çekinmeyen, alkolik bir anneyle beraber paylaşan, tüm bu ahlaki çöküntü içerisinde kendi sınırlarını kaskatı çizen , hem bu sınırları hem de yaşamın ona biçtiği pay nedeniyle tamamen izole olmuş bir şekilde yaşayan ve tüm bu şartların altında yabanileşmiş bir kızdır rosetta. niteliksizdir, işe giremez, işe girse de sistemin açıklarından faydalanan patronlar sayesinde işte tutunamaz, yeteri kadar çalışamadığı için de devlet sigortası da alamaz. dardenne kardeşler, rosetta'nın hikayesini olduğu gibi, herhangi bir duygu sömürüsüne ihtiyaç duymadan anlatmışlar. ecnebiler gibi bitireyim: highly recommended!
0 com

jazzy weekend



the drift - "dark passage" // post-rock, post-jazz



trunks - "screaming idiots" // noise-rock, jazz



dale cooper quartet & the dictaphones - "eux exquis acrostole" // dark jazz
0 com

unspoken magazine


günümüzde online dergilerin, basılı dergilerin yerini aldığı oldukça aşikar. bunun en başarılı örneği ilk sayısı ile herkesin beğenesini kazanmış olan unspoken dergisi. biz de boş durmadık ve unspoken dergisinin genel yayın yönetmeni uğur çokiçli ile beraber keyifli bir söyleşi yaptık.


unspoken dergisini yayınlamaya ne zaman ve nasıl karar verdiniz?

öncelikle en büyük tutkusu dergicilik olan biriyim. böyle bir işin içine girmeden önce çok fazla toplantı yaptık. her şeyi enine boyuna konuşup, en ince detayına kadar planlayıp öyle çıktık yola. çok çalışmak ve istikrar da eklenince işin içine böyle tatmin edici bir sonuç çıktı ortaya. modayı baz alarak bir çok farklı konuyu ele alabilen bir dergi unspoken. okuyucunun ufkunu açan ilham veren bir dergi olmasını hedefledik.


unspoken dergisinden önce amatör veya profesyonel olarak yaptığınız işlerden söz edebilir misiniz?

daha önce moda fotoğrafları çekiyordum. bir şekilde yine modanın içindeydim. her zaman daha fazlasının varolduğuna inanan biri olduğum için de çıtayı hep yükselttim. bu zamana kadar yaptıklarım benim için büyük avantaj oldu çünkü bir dergide yapılan her iş hakkında oldukça fikir sahibi olmamı sağladı. yapılan sayfa tasarımlarından çekilen fotoğrafa, yazılardan reklama kadar bilinçli bir şekilde yönetmemi sağladı.


unspoken dergisinin amacı, genel anlamda nedir? gelecek sayılarda ne gibi yenilikler veya farklılıklar olacak?

unspoken öncelikle yaratıcı bir dergi. online bir dergi olduğu için de geniş kitlelere ulaşmamız çok daha kolay oluyor tabii ki. bunun yanında ücretsiz yayınlanan bir dergi olduğundan, okuyucular her ay yeni sayılarımızı ve arşivlediğimiz eski sayılarımızı diledikleri gibi okuyabilecekler. ilk sayımızı yayınlayalı çok kısa bir süre olmasına rağmen inanılmaz olumlu geri dönüşler alıyorum. bunların yanı sıra gelecek sayılarda erkek modasını da unspoken'a dahil edeceğiz. bu konuda da gerçekten çok farklı fikirlerimiz var.


unspoken magazine nasıl bir süreçte ortaya çıktı? bu süreçte kimlerle çalıştınız ve ne gibi aşamalardan geçtiniz?

yaratıcı insanlardan oluşan bir ekip kurmaya özen gösterdim. üzerime oldukça fazla bir yük binmiş olsa da aşık olduğum mesleği yaptığımdan dolayı herkesi bu kadar tatmin eden bir derginin ortaya çıkmış olması da sürpriz olmadı. unspoken ocak sayımız için murat dalkılıç'la çok ses getirecek bir çalışmanın yanı sıra hatice gökçe sayfaları da çok ilgi çekecek diyebilirim.


internet üzerinden çıkarılmış bir dergi olmasına ve şu an için sadece tek sayısı bulunmasına rağmen unspoken magazine oldukça başarılı, bir o kadar da profesyonel bir dergi gibi dikkat çekiyor. bu durumu sıkı çalışmanızla bağdaştırırsak neler söyleyebilirsiniz?

istikrar diyebilirim. ben başarının istikrarla direkt bağlantılı olduğuna inanıyorum. bir süre çalışıp sonra dinlenmek bana göre değil. başarı denen şey, mola vermeyi kabul etmiyor. her daim üretmek, çalışmak ve istikrarı korumak gerekiyor. unspoken'da bu temellerin üzerine kurulu bir dergi olduğu için bu kadar kolay kabul edildi. tabii bu sadece başlangıç. henüz hiçbir şey görmediniz...
3 com

hey kowalski, you out there?

vanishing point (1971)
2 com

midnight in paris (2011)


jack kerouac, kökenlerinin paris'te olduğuna inanıp, çok sevdiği yola atlayıp paris'e gelişini, paris'te her yerde kökenlerine ait bilgileri edinme çabasını, hatta biraz da kendini tanıma çabasını ve burada yaşadığı aydınlanmayı "paris'te satori" kitabında anlatır. woody allen'ın avrupa'daki duraklarından biri olan paris'te geçen filmi bana bu kitabı çağrıştırdı. kendisiyle son derece uyumsuz olan nişanlısı inez'in babasının iş gezisi nedeniyle geldikleri paris'te, inez'in antipatik arkadaşlarıyla beraber dansa gitmeyi reddeden gil, paris sokaklarında kaybolur. bir merdivene çökmüş umutsuzca ne yapacağını düşünen gil'e önünde duran arabadan yapılan davet sadece bir şehir turu için değildir. onun altın çağı'na giriş için, aydınlanması için bir kapıdır.

"midnight in paris", konusu itibariyle allen'ın son dönemde çektiği avrupa'da geçen filmlerinden farklı bir yerde. edebiyat, sinema çevrelerine olan vurgularıyla daha çok new yorker filmlerini andırıyor. filmi izlemeden önce woody allen'ın sinema diline aşina olmak ve hatta filmde geçen dali, picasso, hemingway, fitzgerald gibi isimler hakkında belli bir düzeyde bilgiye sahip olmak filmden alınan zevki kat kat arttırıyor. düz bir seyirle de filmden zevk alınabilir ancak karakterlerin çok fazla karikatürize edildiği gibi gereksiz yorumlara rastlamak mümkün olabiliyor.
0 com

pazar güzellemesi

0 com

dexter

minik harrison'ın anaokul seçimi, brother sam'in vaazları, kutsal kitaptaki olayların sahnelenip önümüze konulmasıyla yoğun bir din temalı sezon izlemekteyiz. ki işin renginin böyle olacağı sezon posterinden belliydi. belli bir şablonu olan ve her sene aynı şablonun ısıtılıp ısıtılıp önümüze konduğu dizide, sezonun en heyecan veren yanı işlenen cinayetlerin sanatsallığı. ikili dex'in masasına yatana kadar (tabi ezber bozulmazsa) her bölüm güzel cinayetler izleyecek gibiyiz.
0 com

alıntı #1



"ne düşündüğünü biliyorum. acaba beş kez mi ateş ettim, altı mı? doğrusunu söylemek gerekirse bu kargaşada ben de hesabı şaşırdım. ama şimdi, bu kırkdörtlük bir magnum, dünyanın en güçlü tabancası ve rahatlıkla senin kafanı uçurabilir. kendine sor 'bugün kendimi şanslı hissediyor muyum?' diye. ha, kendini şanslı hissediyor musun?"

clint eastwood, "dirty harry" - 1971
0 com

iki kalas bir heves


"iki kalas bir heves", emine algan'ın erol günaydın ile yaptığı söyleşilerden oluşan bir kitap. meslekteki 50. yılını çoktan deviren usta oyuncunun yaşamı hakkında detaylara sahip kitap, günaydın'ın trabzon'daki yıllarından açılıyor. babasının okul çağındaki çocuklarının daha iyi bir eğitim görmeleri adına istanbul'a gelişleri, istanbul'da galatasaray lisesi günleri, lisedeki tiyatro temsillerinden profosyonel tiyatroya adım atışı girişi oluşturuyor. 2007 yılında hazırlanan kitapta o yıla kadar ait dönem içermekte ancak ağırlık, günaydın'ın en çok aktif olduğu dönemler olan 60 ve 70li yıllara verilmiş. ki böylesine usta ve yaşamı dolu geçmiş bir oyuncunun hayatını 441 sayfaya sığdırmak oldukça çok zor olur. kitapta erol günaydın hakkındaki bolca detayın yanı sıra türk tiyatrosu (gelişimi, duraklayışı gibi), dönemin oyuncuları hakkında başka bir yerde rastlayamayacağımız bilgilere -hem de ilk ağızdan- sahip oluyoruz. bu bakımından sadece bir biyografi olarak değil, türk tiyatrosuna dair bilgi kaynağı olarak da kabul edebiliriz "iki kalas bir heves"i. daha önce ferhan şensoy'un "kalemimin sapını gülle donattım"ına hayran kalmıştım, bu kitaba da aynı şekilde hayranlık besledim.

"iki kalas bir heves: erol günaydın kitabı" - emine algan, t. iş bankası kültür yayınları, 2007
0 com

drive (2011)


bundan henüz 3 ay öncesinde şehir içi trafiği dersleri aldığım zamanlar aklıma geliyor. bir panik, bir heyecan. daha kurs yerine giderken panik atak geçirir gibi hızlı hızlı nefes alışlarım, içime giren ve iç organlarımı bastıran koca sıkıntılar. bir yandan da kafamda ders esnasında hangi vitese ne zaman geçeceğim, sokağa dönerken pedallarla ne yapmam gerektiğini kuruşlarım ve direksiyon başına geçtiğimde bu kurguları gerçeğe dökemeyişlerim ve "yok, olmayacak bu iş. kullanmayacağım araba" diye vazgeçişlerim, hemen akabinde otobüse mahkum olmaktan nefret ettiğimin akla gelişi ve pes etmeyişlerim. bıyık altından altından gülüyorum şimdi bunlara. artık yollarda rahat rahat fink atar, hatta hiç nedensiz kendime güvenip saçmasapan hareketler yapar haldeyim. o zamanlar 40'la giderken, "aman aman çok hızlı gidiyoruz" diyerek frene davranışlarımın, "uzun yolda bile hız yapmam, 90'ı geçmem" diye kendi kendime verdiğim sözlerin yerinde yeller esiyor.


donuk bakışlı kahramanımız bu hallerimi görseydi o soğuk yüzünde nadiren beliren gülümsemelerinden birini de bana atardı sanırım. kendisi usta şöför. filmlerde sürücülük yapıyor, yeteneklerinden nimetlenilen bir tamirhanede ustasına yardımcı oluyor, geriye kalan zamanlarında ise karanlık sulara dalıp yeraltı dünyası adına çalışıyor. ki burada son söylediğime, filmin daha açılışında tanık oluyoruz. soyguna karışan hırsızları, kendi kafasında kurduğu plana sadık kalarak, yavaş ancak kararlı bir şekilde taşıyor. benzer konulu çoğu filmin aksine aksiyon öğelerinden olabildiğince az yararlanılan bu açılış, bir anlamda filmin karakteristiğini ortaya koyuyor: soğuk bir atmosfer, emin adımlar, kararlı yürüyüş.

james sallis'in romanından uyarlanan "drive", suç dünyasının içinde olan ve bu dünyadan etkilenen karakterleri, neredeyse filmin tamamında sürücünün donuk ifadesini tamamlayacak türden müzikleriyle soğuk bir film. ki bu da çoğu aksiyon filmseverin bu filmden beklediğini bulamayıp, filmi kötülemesine yol açıyor. eğer bu durum aşılabilirse görüntülerin güzelliği, anlatımının yalınlığı, aralara serpiştirilen synth-pop şarkıları ve barındırdığı 80ler ruhuyla sıkı bir film.
0 com

satır arası

"... nuri efendi sık sık, "ayar, saniyenin peşinde koşmaktır!" derdi. halit ayarcı'yı pek şaşırtan sözlerinden biri de bu olmuştu:
- düşün hayri irdal, düşün aziz dostum bu ne sözdür? bu demektir ki, iyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! halbuki biz ne yapıyoruz? bütün şehir ve memleket ne yapıyor? ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz. herkes günde saat başına bir saniye kaybetse, saatte on sekiz milyon saniye kaybederiz. günün asıl faydalı kısmını on saat addetsek, yüz seksen milyon saniye eder. bir günde yüz seksen milyon saniye yani üç milyon dakika; bu demektir ki, günde elli bin saat kaybediyoruz. hesap et artık senede kaç insanın ömrü birden kaybolur. halbuki bu on sekiz milyonun yarısının saati yoktur; ve mevcut saatlerin çoğu da işlemez. içlerinde yarım saat, bir saat gecikenler vardır. çıldırtıcı bir kayıp... çalışmamızdan, hayatımızdan, asıl ekonomimiz olan zamandan kayıp. şimdi anladın mı nuri efendinin büyüklüğünü, dehasını?.. işte biz onun sayesinde bu kaybın önüne geçeceğiz. işte enstitümüzün asıl faydalı tarafı..."

alıntı, ahmet hamdi tanpınar'ın türk insanının doğu ile batı kültürü arasında bocalayışını kendi kara mizahından süzerek anlattığı kitabı "saatleri ayarlama enstitüsü"nden. roman, önümüzdeki sene 50 yılı devirmiş olacak ancak biz hala iki kültür arasında savruluyor olacağız.

geçtiğimiz hafta , bakkal ve kimi esnafın iş yerini sabahın erken saatinde (karganın bokunu yediği saat diyerek terbiyesizleşebilirdim de) açıyor oluşunu kültürümüz olarak addeden enerji bakanı, işe başlama saatinin 6 olması gerektiğini belirtti. gün ışığından daha fazla yararlanarak, enerji tasarrufu yapmak, ekonomimizi hali yoluna koymak gerekiyormuş. belki de ihtiyacımız olan şey, ayarı bozuk saatlerimizi ayarlayacak bir enstitüdür. hem nüfusumuz da 18 milyon değil artık, 70 milyondan ne kaynak yaratılır! yok, eğer biz 6'da işbaşı yapacak olursak, bakkallar önümüze sıcak ekmeği koyabilmek için 4'te açılacak, derken kantarın topuzu iyice kaçacak, yeni bir kültür yaratılıp sabah namazı öncesi işe başlanacaktır.

0 com

american horror story


"breaking bad"in 4. sezonunun geçtiğimiz hafta sonlanması bende büyük bir boşluk doğurdu. gerçi amc'nin aynı akşamı "the walking dead" ile devam ettiriyor oluşu ve üzerine "dexter"ın yeni sezonunun başlamış olması beni tatmin etse de diğer günler için izleyecek yeni dizi arayışında iki isim karşıma çıkmıştı. biri "american horror story" diğeri ise "terra nova". "terra nova"nın ilk 3 bölümünü izleyip pek keyif alamayınca elde tek kalan bu korku dizimiz oldu. böylece hem yeni bir dizi kazanıp boşluğu doldurmuş hem de korku adına nitelikli bir ürün izliyor oldum.

şu sıralar daha çok vampirler üzerine dönen korku dizilerinden pek hoşlanmıyorum. ki bunların arasından bir tek "true blood"ı izliyorum, o da daha çok sevgili hatrına. her bölümde bir olay yansıtılan ve bölüm sonunda çözülen dizi türünü de pek sevmiyorum. bu yüzden "supernatural", "house", "lie to me" gibi dizileri de takibimden kısa bir süre sonra çıkarttım. olayın zombie boyutuna bakarsak, benim bildiğim, elde bir tek "the walking dead" var ki her bölümü iple çeker vaziyetteyim. onda da zombie istilasından ziyade, hayatta kalmaya çalışan grubun arasındaki ilişkilere odaklanılıyor (özellikle bu hafta yayınlanan ilk bölümdeki son yarım saat ne demek istediğime örnektir). "american horror story"nin bu döneme denk gelip bu anlamda bir boşluğu dolduruyor oluşu da güzel. 

"american horror story", temel olarak lanetli ev konsepti üzerine kurulu. ancak tamamıyla bu konsepte bağlı kalmıyor, hafiften korkunun diğer alt türlerine de bulaşıyor. (genel olarak psikolojik, 2. bölümüyle de slasher gibi). ilk iki bölümüyle dağınık bir kurguya sahip olan ve parçaları bölüm geçtikçe birleştirecekmiş gibi duruyor. süresi boyunca izleyene verdiği rahatsızlık tatmin edici boyutta olan dizi bence güzel bir başlangıç yaptı. umarım devamı da gelir.
0 com

también la lluvia (2010)

uzun bir süredir film izlemiyordum. ya kendimi dizilere veriyor ya da bir filme başladıysam belli bir kısmından sonra sıkılıp filmi yarıda bırakıyorum. bilgisayar başında geçirdiğim çoğu vaktimi fotoğraf üzerine olan bilgilere ayırdığımdan blog da başıboş bir şekilde kalmış durumdaydı. bu başıboşluğun bir diğer nedeni de insanın canını sıkan sıcaklar. hiç bir şey yapasım gelmiyor, yapacaklarımı sürekli erteler vaziyette yaşıyorum. pek yakında enlem olan ekvatora daha yakın bir yere taşınacak olmam ve enleme bağlı olarak daha sıcak bir ortamda yaşayacak olmam endişelerimi arttırıyor olsam da sonbahar serinliğinde daha da çok el atarım buralara gibime geliyor. kişisel dırdırları ve coğrafi bilgileri bir kenara bırakayım en iyisi.


"tambien la lluvia", gael garcia bernal tarafından canlandırılan bir yönetmenin ekibiyle beraber christopher colombus'un amerika'yı keşfettiği ve oradaki yerlilerle ilk etkileşime girdiği zamanları konu alan belgeseli çekmek üzere bolivya'da geçirdiği günleri konu alıyor. emeğin sudan ucuz olduğu bu ülkede filmde yerel halkın ihtiyaçlarını karşılayan su kaynakları çok uluslu şirketler tarafından gasp edilmekte ve tüm kaynaklar bu şirketler tarafından sömürülmektedir. figüran seçimleri esnasında haksızlığa baş kaldırarak sete dahil olan daniel, bu şirketlere karşı sürdürülen eylemlerde başı çekiyor oluşu zamanla problemlere neden olur.


filmin konusuyla içerisindeki filmin konusu arasında çok güzel bir paralellik yakalanmış. bundan 600 yıl önce colombus'un ayak bastığı yerdeki yerliler ile şimdikiler arasında pek bir fark yok. yoksunluğun hakim olduğu topraklarda güç sahipleri, insanları zamanının metodlarıyla köleleştirebiliyorlar. ancak düzene herkes boyun eğmeyeyip, sesini çıkarabiliyor. "tambien la lluvia"'yı izlerken ken loach tadı yakalamak mümkün, zira filmin senaryosu loach'la beraber defalarca çalışmış olan paul laverty'e ait.


filmde anlatılanlar aslında bize çok uzak değil, son zamanlarda karadeniz'de uygulamaya konulan hes projeleri ve bu projelere olan tepkiler, yaşanan can sıkıcı olaylar filmi izlerken insanın aklında bir kez daha yer ediyor. keşke bizde de her şey film gibi akıp gidebilse. keşke...

0 com

satır arası

"...son gidişimden bu yana new york'a bilet fiyatlarının ikiye katlanmış olması benim için büyük bir darbe oldu. bilet alamamıştım. ne yapacağımı düşünmek için bir telefon kulübesine girdim. tam bir clark kent anıydı. kız kardeşimi aramayaı düşündüm fakat eve dönmeye utanıyordum. ancak orada, telefonun altındaki rafta, sarı sayfaların hemen üzerinde beyaz, kaliteli bir kadın cüzdanı duruyordu. içinde bir madalyon ve otuz iki dolar -son işimde neredeyse bir haftada kazandığım para- vardı..." *

çok iyi bir müzisyen olabilirsiniz, çok harika şarkı sözleri, şiirler de yazabilirsiniz ancak sizi bu dünyanın içine sokacak bazı gelişmelere ihtiyacınız vardır. bu gelişme bazen tesadüflere de bağlı olabilir. patti smith'in 60'ların sonuna doğru küçük bir kasabada bir telefon kulübesinde new york yolculuğunun bedelini karşılayacak nakiti içeren cüzdanı bulması ne de güzel bir tesadüftür. belki o cüzdan o an orada olmasaydı, patti'nin new york'a gidişi ertelenecek (belki de hiç gitmeyecek), muhtemelen orada robert ile karşılaşamayacak, chelsea otel yılları yaşanmayacak ve şimdi kulaklarımızda döndürdüğümüz şarkıları olmayacaktı. kadercilikten pek hoşlanmam ancak böylesine zincirlenmiş bir halde gelişen olayların ilk halkasının bir şekilde oluşması gerekiyor. patti smith'in defalarca teşekkür ettiği, o cüzdanı orada unutan kadın; iyi ki var oldun, sen olmasan rock'ın büyük bir parçası eksik olabilirdi.

* "çoluk çocuk" - patti smith, domingo yayın, aralık 2010
0 com

animal kingdom (2010)

henüz 17 yaşında olan genç bir adamın yerine koyun kendinizi. uyuşturucu bağımlısı olan anneniz yanıbaşınızda altın vuruş yaparak hayatını kaybetsin ve sonrasında her biri suç dünyasının batağına saplanmış dayılarınızla ve bu yolda onlara tam destek olan anneannenizle beraber yaşamaya başlayın. bu ortamda nasıl bir gelecek planlayabilirsiniz? ailenin ortamına ayak mı uydurursunuz yoksa kendi ayaklarınızın üzerinde mi durmaya çabalarsınız? ve bu ortamın sizin ahlak anlayışınıza ve vicdanınıza etkileri nasıl olur?

"animal kingdom" bize bu çizgide bir öykü sunuyor. annesini aşırı dozda eroinden kaybeden josh, bir anda kendisini suçlulardan oluşan bir ailenin içerisinde bulur. dayılarıyla olan akrabalık bağları bir yandan onu bu dünyaya çekerken diğer yandan da vicdanının sesini dinleyerek bu ortamdan kurtulmaya çabalar.

guy pearce'ı da kadrosunda barındıran film, nerdeyse 2 saatlik uzunluğu ve ağır temposuyla izleyeni yorsa da genel olarak tatmin etmeyi başarıyor. izlemeden önce kendinizi bu moda sokmanızda fayda var.
1 com

notre jour viendra (2010)

politik sinemanın önemli isimlerinden biri olan costa gavras'ın oğlu olan romain gavras'ın bu filmini bir zamandır merak ediyordum. işin içerisinde gavras'ın yanı sıra vincent cassel'in de bulunuyor oluşu merakı arttıran faktörlerden biriydi. merakını gidermiş ve beklediğinden fazlasını bulmuş bir bünye olarak yazıya devam edebilirim.

film, sosyopat bir psikanalist olan patrick ile karşılaştığı, kadınlar arasında büyümüş, kişiliğini tam oturtamamış, toplumla uyumsuz ve çevresine karşı sürekli ezilen remy arasında dönüyor. remy, annesine ve kızkardeşine karşı sert bir koyduğu gece patrick ile karşılaşır. patrick, remy'i bir proje olarak görür ve onu aileden birisiymiş gibi sahiplenir. bazen kendisinin dışa vuramadığı durumlarda remy'i bir piyon olarak kullanmaktan da çekinmez. remy'nin durup dururken kapıldığı irlanda'ya gitme hayaline istemeyerek de olsa ortak olur ve beraber yola düşerler.

"notre jour viendra", oldukça sert bir film ve gavras soyadının olduğu her yapımda olduğu kadar politik de. otoriteye, ırkçılığa, cinselliğe, dine karşı sert bir tavır takınan film kolay yenilir, yutulur cinsten değil. oturup izlemeden önce bu noktaya dikkat etmekte fayda var. eğer izlemeye karar verirseniz hikayenin yanında, vincent cassel ve olivier barthelemy'nin üst düzey performanslarının ve iyi sinematografinin filmin diğer artıları olduğunu göreceksiniz.
0 com

trolljegeren (2010)

mockumentary, günümüzde sık rastlanan ve, görülen o ki, ileriki dönemde daha da sık rastlayacağımız bir tür. maksadı ise esasta olmayan bir olayı sanki gerçekmiş gibi izleyene sunmak ve bunu da belgesel formatında gerçekleştirmek. norveç'ten çıkan ve düşük bütçeli bir film olan "trolljegeren" yani trol avcısı, bu türe ait bir film.


iskandinav mitolojisinin korku öğelerinden biri olan trolleri odağına alan film, trollerin gerçek olduğu konusunda seyirciyi ikna edebilmek için izleyene çeşitli açıklamalar yaparak başlıyor. norveç'te bir üniversitede okumakta olan 3 kişilik bir öğrenci grubunun proje ödevi, belgesel hazırlamaktır. konu olarak kaçak ayı avı üzerine eğilen öğrenciler, çekimleri sürdürürken ayı avcısı olduğunu düşündükleri, gizemli bir adamın peşine takılırlar. bir süre takipten sonra adamın trol avcısı olduğunu öğrenen grup, adamla beraber trol avına katılır.


"trolljegeren", son dönemde karşımıza bolca örneği çıkan el kamerasıyla çekilmiş filmlerden biri. olayları grubun kamerasından takip ediyoruz. grupla beraber trol için pusuya yatıyoruz, onlarla beraber trollerden kaçıyoruz ve saklanıyoruz. yani bir şekilde filmin içine dahil oluyoruz. ki bu da bir mockumentary filminin sunması gereken inandırıcılık niteliğine katkıda bulunan bir durum.



trol denen yaratık her ne kadar kültürümüze uzak olsa da, insana korku verebilecek sahnelere sahip olan film, korku öğesini tüm filme yaymamış. bu nedenle de "trolljegeren"e korku filmi olarak yaklaşmak yersiz olur. film, daha çok troller ne yer ne içer, nasıl yaşarlar ve neden avlanırlar üzerine kurulu. izlemeye karar vermeden önce bu noktaya dikkat etmekte fayda var.
0 com

god is an astronaut: konsere doğru

her ne kadar kendileri etiketlere pek takılmasalar da post-rock'ın önemli gruplarından biri olarak görülen god is an astronaut, önümüzdeki hafta ülkemizde 3 konserlik bir tura çıkacak. geçtiğimiz sene yayınlanan son albümleri "age of the fifth sun"ın turnesi kapsamında gerçekleşecek olan konserlerin organizasyonu mood-pro'ya ait. 9 mart'ta istanbul (romeo juliet), 10 mart'ta izmir (noxx) ve 11 mart'ta ankara'da (312 concept) sahne alacak olan gruba konserlere kısa bir süre kala sorularımı yönelttim.

merhaba niels, son konseriniz geçtiğimiz cuma st. petersburg'daydı. ülkemizdeki konserlere kadar kısa bir aranız var. bu arayı nasıl değerlendireceksiniz?

prova yaparak geçireceğiz. davulcumuz lloyd müziğe bir ara verecek ve türkiye'deki konserler de bizimle beraber son konserleri olacak. nisan ayından itibaren konserlerde davulun başında michael fenton yer alacak.

2000'lerin başında irlanda'daki müzik piyasasının ölü oluşu sizi neredeyse müzikten kopma noktasına getirmiş. ardından 2002'de başlayan god is an astronaut macerası 9 yılı ve 5 albümü geride bıraktı. peki tam bir kopma noktasındayken sizi bu maceraya sürükleyen ve bu yola inandıran şeyler nelerdi?

aslında müzik piyasası hala aynı sayılır. sadece irlanda sınırları içerisinde başarılı bir müzisyen olmanız oldukça zor. biz her zaman olaya küresel açıdan yaklaştık ve müziğimizi dünyadaki her yere yolladık. ilk albümümüz bizim için müzik piyasasına bir vedaydı. 90'larda çoğu vaktimizi hiçbir başarı getirmeyen, değişik türde albümler yaparak harcamıştık ve dürüst olmak gerekirse bu durumdan pek memnun değildik. ilk albümümüzü taviz vermeden hazırladık ve bu müziksel açıdan gurur duyabileceğimiz bir şeydi. albümden hiçbir beklentimiz yoktu ancak albüm, kulaktan kulağa yayılarak yavaş yavaş insanların ilgisini topladı ve sonunda bize dünya çapında başarı getiren ikinci albümümüz "all is violent, all is bright"ı yapmaya karar verdik.

bugün çoğu kişi müziğinizi post-rock, space rock olarak etiketliyor. sizin etiketleri pek takmadığınızı biliyorum. müziğinizin içinde de çoğu türden unsurlar var, örneğin ilk kayıtlarınızda genelde rastlanılmayan hip hop beatleri yer alıyordu. peki yeni şarkıları yazarken soundunu neye göre belirliyorsunuz?

biz sadece şarkılarımıza uygun olabilecek en iyi tür ve soundları kullanarak müzik yapıyoruz. ve gerçekten de albümü yapmaya başlamadan önce hangi unsurları kullanırsak avantajlı oluruz diye düşünmüyoruz. bileşenlerin çoğu stüdyoda şarkıları kaydederken doğal bir şekilde ortaya çıkıyor.

ilk albümünüzü yayınlarken albümden pek beklentiniz olmadığını okumuştum. albümün adının da "the end of the beginning" oluşu bunu yansıtıyor gibi, özellikle seçilmiş bir isim miydi?

evet, o albüm ya bir son ya da yeni bir başlangıçtı. albüm isminin o andaki durumumuzu özetlediğini düşündük.

peki isminizin yayılmasına neden olan "all is violet, all is bright" sonrası albümlerden beklentileriniz neler oldu?

evet, çoğu insan "all is violet, all is bright" albümünün yayınlanmasından sonra bizden haberdar oldu. last.fm gibi sitelere baktığımızda albümünün popüler olduğunu farketmemiz de bizim için bir sürprizdi. beklentilerimiz ve değerlerimiz ise halen aynı, hala sevdiğimiz şarkıları yazıyoruz ve işe başladığımızdaki gibi şimdi de farklı bir şeyler yapmak için üzerimizde baskı yok.

"age of the fifth sun" albümüne kadar her albümde farklı tonlar ağırlıktaydı. bu albümünüzde ise sound olarak belirli bir konsept yok. daha çok bir harman söz konusu gibi. bu albümde belli bir sound konseptinden neden vazgeçtiniz?

bu tam olarak doğru değil. "age of the fifth sun" esasen elektronik bir albüm, ve diğer tüm albümlerimiz gibi sound konseptinden ziyade iyi şarkılara, melodilere odaklanan bir albüm.

yaptığınız müzik filmlerde kullanılmaya müsait. ileriki dönemde soundtrack hazırlamak gibi bir düşünceniz var mı?

belki. şarkılarımız çoğu bağımsız filmde kullanıldı. hatta amerika'da "the walking dead" dizisinin tanıtımında da yer aldı. gelecekte de film müziği yapma olayına açık olacağız.

en sevdiğim albümler arasında yer alan, balmorhea'nın sizin albümünüze gönderme yaptığını düşündüğüm "all is wild, all is silent" albümünü dinlediniz mi?

hayır, gruptan ve albümden haberdar değilim. ancak dinlemek için çaba sarfedeceğim.

peki konserlerde setlistte ağırlığı hangi parçalara veriyorsunuz? elektronik mi yoksa organik mi?

her ikisi de. canlı çaldığımız tüm şarkıları 4 kişilik bir grubun çalabileceği şekilde yeniden düzenliyoruz.

konserlerde kullandığınız görüntüleri neye göre seçiyorsunuz?

görseller eşsiz bir atmosfer yaratmak ve şarkıların kıymetini arttırmak için var. yeni konserlerimiz ise tamamen görsel konseptlerin karışımından oluşuyor. ancak konserin tümünde de görseller yok, görsel şovumuz hem ışıklar, hem de efektlerin karışımından ibaret.

türkiye'deki konserlerde görsel şovlar da olacak mı?

evet, oradaki konserlerimizde de görsel şov olacak.

2007'deki barışa rock festivalinde çalmıştınız ve bu sizin yer aldığınız büyük festivallerden biriydi. bu nedenle istanbul'un sizin için ayrı bir yeri var sanırım. yanılıyor muyum?

evet, o türkiye'deki ilk konserimizdi. o zaman ücretsiz olarak festivalde çalmaya karar verdik ve bu kesinlikle daha çok tanınmamıza yardımcı oldu. ve o konser hepimiz için kesinlikle özel bir andı.

son olarak buraya gelmeden önce giaa dinleyicilerine iletmek istediğiniz bir şey var mı? izmir'de görüşmek üzere!

elbette, izmir'deki tüm fanlarımıza bütün albümlerimizden beklenen şarkıları çalmayı dört gözle bekliyoruz. ve her zaman olduğu gibi duygularımızı özgürce ifade edeceğiz!

röportaj: k.a.
şubat 2011
0 com

the king's speech (2010)

son yıllarda ingiliz kraliyet ailesinin prenslerinin yaşadıklarına basından aşinayız. biri gider afganistan'da askerlik yapar, diğeri afrika'da gönüllüler kampına katılır, beriki normal bir ailenin kızıyla beraber olur vs.. belki bu bahsettiklerim aynı kişi bile olabilir, zira kaç tanedirler, isimleri nedir bilmiyorum. bahsettiğim sadece halkla daha içli dışlı olabilmeleri. geçmişe bakarsak konumu gereği daha önemli ve içine kapalı olan aile üyelerinin halkla olan münasebetlerinin çok çok daha sınırlı olduğunu görüyoruz ve bu noktada da "the king's speech" devreye giriyor. kral 5. george'un iki oğlundan biri olan albert frederick arthur george, gerek ailesi gerekse dadıları tarafından baskı altında yetiştirilmiş ve bu da onda konuşma bozukluğuna yol açmıştır. bazı dönemlerde halka hitap etmesi gereken albert, kekemeliği yüzünden zor duruma düşünce eşi tarafından cesaretlendirilerek soluğu terapistlerde alır. birkaç başarısız denemenin ardından lionel logue ile karşılaşan prens, logue'un yardımıyla bu sorunu çözmeye çalışır.

gerçek bir hikayeye dayanan ve haliyle dönem filmi olan "the king's speech", ingiltere'nin 2. dünya savaşı öncesi savaşa sürüklendiği bir dönemde geçmesine rağmen tüm odağını prens albert ile terapist logue arasındaki ilişkiye çevirmiş ve oyuncuların üstün performansının yardımıyla da işin altından başarıyla kalkmış. ingilizlerin oscar'ı olarak gösterilen bafta ödüllerinde en iyi film ödülü dahil olmak üzere 5 dalda ödül kazanan filmin önümüzdeki pazar gecesi verilecek oscar ödüllerinde 12 adaylığı bulunuyor. prens albert'i canlandıran colin firth'ü pazar gecesi elinde oscar heykelciğiyle görebiliriz. heykelciğe daha önceden sahip olan geoffrey rush ise koleksiyonuna bir ödül daha ekleyebilir, onun da en ciddi rakibini christian bale olarak görüyorum.
0 com

ege'nin iki yanı

rakıyı icat eden her kimse bu karışımın içine bir sihir katmış mıdır? zira muhabbetle beraber su gibi giden, aksine muhabbet olmayınca da tadı pek çıkmayan bir içki. var mıdır başka böyle bir örnek? aklımdan geçiriyorum, yok sanki. en iyi mezesi, başka bir dille pezevengi, muhabbet olan rakıyı tek başıma içmek durumunda kalınca eşlikçi olarak güzel, hatta kelimeyi doğru seçecek olursak, uygun bir müzik ihtiyacı hissediyorum. hüsnü şenlendirici'nin karşı kıyıdan trio chios ile beraber kaydettiği "ege'nin iki yanı" piyasaya çıktığından beri bu ihtiyacımı karşılayan bir albüm. hüsnü şenlendirici, laço tayfa döneminden beri müzik adına yaptıklarıyla ilgimi çeken bir isim. laço tayfa dönemi sonrası yakaladığı popülerlikle piyasaya uygun işler yapan şenlendirici'nin bu albümle tekrar o dönemini anımsatması ise benim için artı bir değer. bir başka değeri ise 30 senelik yaşamımı geçirdiğim ve köklerimi almış olduğum ege'nin her iki yanından esintiler sunuyor oluşu. şu an tuborg gold ile cilamı atarken bana afiyet, balığı yanaklarına, beynine kadar yiyenlere de selam olsun!

0 com

the kids are all right (2010)

gelecek pazar günü sahibini bulacak en iyi film dalında oscar'a aday filmlerden devam edelim. yine bir kadın yönetmenin yönettiği "the kids are all right", eşcinsel evlilikle kurulmuş bir ailenin üzerine kurulmuş bir öyküye sahip. nic ile jules lezbiyen bir çifttir. ve bu evlilikte iki tane yapay döllenme yoluyla edindikleri çocuğa sahiptirler. iki kardeş, biyolojik babalarını tanımak isterler ancak bu prosedür ancak 18 yaşına bastıklarında işleyecektir. joni, 18'ine geldiğinde sperm bankasıyla irtibata geçer ve babası paul ile bir görüşme ayarlar. sonrasında ise aile bireyleriyle paul arasındaki etkileşimleri izleriz.

filmin konusunu okuduğumda ilk olarak filmin temposuna dair şüphelerim vardı. ve hayatımın 106 dakikasını o anda düşük tempolu bir filme ayıramayacağımı düşünerek izlemeye başladığımda girişten itibaren bu şüpheler silindi. imdb'de film için kullanılan komedi ve dram etiketlerini gördüğümde bir durum komedisi olabileceğini düşünmüştüm ancak lisa cholodenko, öyküsünde daha çok aile içi dinamiklere yönelerek anlatımını dram üzerine kurmuş. bu etiketten insanı boğacak türde bir film olduğu anlaşılmasın, film kendisini izlettiriyor. ancak en iyi film kategorisinde oscar için yarışacak kadar iyi mi, tartışılır.
0 com

winter's bone (2010)

kendi de dahil olmak üzere kimseye faydası dokunamayan hasta bir anne, okul çağına henüz gelmiş iki küçük kardeş, uyuşturucu pazarında yer alan ve bundan dolayı hapis cezası yemiş ve nerede olduğu belirsiz bir baba. tüm bu aile fertlerini bir arada düşündüğümüzde işleri yürütecek birinin olması gerekiyor; 17 yaşındaki evin büyük kızı ree dolly. evine bakma sorumluluğu üstüne kaldığından dolayı, yaşının gerektirdiği hayatı yaşamayı bir kenara bırakıp evin her işine koşturuyor. odun kırıyor, yemek pişiriyor, küçük kardeşlerine yaşamı/yaşamayı öğretiyor. tüm bunlar yetmezmiş gibi, bir gün kapılarına dayanan şeriften, firarda olan babasının imzaladığı sözleşmeyle sahip oldukları tek şey olan evin ve arazinin ipotek altına alındığını ve eğer babası bulunamazsa evi ve araziyi kaybedeceklerini öğreniyor. ree ise bu kaybı göze alamaz ve babasının izini sürmeye başlar.

uyuşturucu, şiddet gibi sert öğeleri barındıran filmler genellikle erkek filmi olarak karşımıza çıkar. ancak amerikalı kadın yönetmen debra granik, söz konusu öğelerden oluşan "the winter's bone"u kadınların ön planda olduğu bir şekilde önümüze sunmuş. evin reisliğini ree yürütür, babasının izini sürdüğü sırada karşısına çıkan evlerde kadınların onayını alarak eve girebilir, ona kadınlar yol gösterir ve yine kadınlar tarafından hırpalanır. kısaca "winter's bone" için, yeraltı dünyasının erkek hemagonyasına dokunduran bir film diyebiliriz.

ağır işleyen ancak sürükleyen öykünün, güzel bir sinematografi ve iyi oyunculuk performanslarıyla buluştuğu film şu ana dek 21 ödülü kapmış. önümüzdeki hafta verilecek olan oscar ödülleri'nde "en iyi film", "en iyi kadın oyuncu" dahil olmak üzere 4 dalda adaylığı olan filmin rakipleriyle başa çıkabilmesi zor gözüküyor. ancak ödül kazanırsa da pek şaşırmamak gerekir.
0 com

de helaasheid der dingen (2009)

geçtiğimiz senenin oscar ödüllerinde yabancı dilde film dalında belçika'dan aday olan filmimiz bir yazarın geçmişini ve bugününü konu alıyor. iş harici vaktini, iş yerinin hemen yakınındaki bir barda geçiren ayyaş bir baba ve en az onun kadar berduş amcalarıyla beraber küçük bir kasabanın küçük bir evinde yaşayan gunther'in gidişatı da haliyle onlara benzer görünür. ancak okuldaki derslerine geç kaldığında veya katıldığı derslerde sorun çıkardığında öğretmeninin ona verdiği bir konuda 4-5 sayfalık yazı yazma cezası onun kurtuluşu olur. ironik olarak oldukça kof bir ortamda yetişen gunther bu cezalar sayesinde bir gün yazarlığa adımını atar ve amcalarının deyimiyle ailesinin en kültürlü adamı olur.

güzel bir kurguyla, ileri geri sararak bize yansıtılan bu trajikomik film sırf kapanış sahnesi için bile izlenebilir. "ex drummer" sonrası yine güzel bir belçika yapımı.
0 com

circadian eyes

circadian eyes, new york'un saratoga springs kazasında ikamet eden bryan collins'in tek kişilik müzikal projesi. okul yıllarında psikoloji dersinde günlük ritme dair bir derste ilgisini çeken circadian kelimesini yıllar sonra kendisine bir isim seçerken kullanarak bu adı oluşturmuş. ólafur arnalds, sigur rós, explosions in the sky, the tumbled sea gibi önemli isimlerin yaptığı müziklerden esinlenen collins'in şarkılarında da bu etkilere rastlıyoruz. hatta ólafur arnalds ve the tumbled sea'yi circadian eyes'ın soundu için birer referans olarak gösterebiliriz. geçtiğimiz sene içerisinde iki kısaçalar, iki de single yayınlayan bu tek kişilik bandonun müziğini biraz tarif edecek olursam; piyanoyu temel alan, yaylılar, davulun da katkıda bulunduğu ambient/soundscape diyebilirim. bunun yanında "i hope the fields remember us", "when we float", "what remains of our chalk road" gibi post-rock formunda parçalara da rastlıyoruz.

circadian eye, bilimadamlarınca insomnianın anahtarı olarak gösteriliyor. bu bağlamda bryan collins'in müziğini circadian eyes adı altında yapmayı tercih etmesi tesadüfi değil. gecenin sessizliğinde, uykuya yatmış ve rüyalar alemine geçiş yaparken iyi bir eşlikçi. kendisi çalışmalarını last.fm ve bandcamp sayfalarında ücretsiz olarak paylaştığını bildirip seçtiğim parçalarını sunayım.



0 com

127 hours (2010)

11-12 yıl önce elime geçen "trainspotting" vcd'sinin iç kapağında yer alan ve filmin adını her duyduğumda hemen hafızamda parlayan atilla dorsay alıntısı şöyle başlar: "...kıpır kıpır kamerası, atak kurgusu...". danny boyle artık "trainspotting" sularında yüzmüyor ancak arada sırada "28 days later..." gibi filmlerde bu girişi tekrar hatırlatıyor. "127 hours" da bu kervana eklenebilecek filmlerinden. boş zamanlarında kendisini doğanın kollarına atan dağcı aron ralston'un öyküsünü anlatırken kıpır kıpır kamerasıyla bizi olaya dahil ediyor. ki bu da, filmin çoğunu oluşturan, daracık bir kanyonda kayanın altında kolu sıkışmış halde kalan aron ralston'un mücadelesini bir nefeste izleyebilmemizin formülü.

kameranın hareketliliğine, güzel bir sinematografi (özellikle başta yer alan, aron'un bisiklet üzerinde kanyona doğru yol aldığı sahnelerdeki renklere bayıldım) ve james franco'nun iyi performansını eklediğimizde ortaya izlenebilir bir film çıkmış. ayrıca sigur ros'un "festival"iyle kapanması da ayrı bir güzellik.
0 com

blue valentine (2010)

"bana sorarsanız, erkekler kadınlardan daha romantikler. evlendiğimiz zaman, sadece o kadına bağlanıyoruz. çünkü ilişkilere hep mesafeli yaklaşıyoruz. ta ki bir gün bir kızla karşılaşıyoruz ve onla evlenmezsem salağın tekiyim diyoruz. ama görünüşe göre kızlar bir yere gidiyor, oradaki en uygun seçeneği tercih ediyorlar. "işi iyi" dedikleri adamla evlenen kızları da bilirim. hayatları boyunca beyaz atlı prenslerini bekliyorlar, sonra da iyi bir işi olan ve etraflarında dolanan adamlarla evleniyorlar."

çoğumuz yaşadığı ilişkisi bitmek üzereyken veya bitmişken yaşadığı acıyı bedenine sığdıramaz. ağızdan taşan kelimelerle bu ıstırabı yakın gördüğü birileriyle paylaşmak ve onun da acısına ortak olmasını ister. belki de bir tavsiye edinip, son bir hamle ile ilişkisini kurtarmak ister. verilen tavsiyeler ne kadar geçerli olacaktır, bilinemez. çünkü ilişkinin sadece iki taraf arasında bilinen, dışarıya aktarılamayacak dinamikleri vardır. bu dinamikler olmadan verilen tavsiyeler ise sadece farazidir.

derek cianfrance'ın 2006'da senaryo ödülü kazanmış filmi "blue valentine", her ne kadar afişinde aşk hikayesi yazsa da daha çok bir ayrılık hikayesi. herhangi bir diploma sahibi olmayan, ekmeğini o dönemde hangi işi bulduysa o işten kazanan dean ile genç yaştan itibaren doktor olmayı hedefleyen ve bu hedefine ulaşan cindy bu hikayenin tarafları. tesadüf olarak karşılaştıkları hastanede, dean'ın deyişiyle ilk görüşte birbirlerinden etkilenirler. her ikisinin de yaşamlarına ait zorluklar vardır ancak ikisi de birbirlerine taşıdıkları sevgiyle bu zorlukları aşmaya başlar ve evlenirler. bir zaman sonra ise sevgileri sahip oldukları zorlukları aşmaya yetmez, altta kalır. ve kopmalar başlar.

cianfrance, mecburen de olsa uzun bir döneme yayarak (çekimler 2008 yılında başlamış. ancak michelle williams'ın sevgilisi heath ledger'ı kaybetmesi üzerine çekimlere ara verilmiş.) filme aldığı hikayesinde bize ilişkinin dinamiklerini aktarıyor. ve biz de sanki yakın bir arkadaşımızın ayrılığına tanık olurmuşçasına bu filmi izliyoruz. aralara serpiştirilen flashbacklerin zamanlamasına da dikkat çekmek isterim. bu ilişkinin kilit noktasına göre simetrik olacak bir şekilde yerleştirilmiş ve oldukça hoş olmuş. genç neslin usta oyuncuları michelle williams ve ryan gosling'in üstün performansları, grizzly bear'ın hazırladığı müzikleri ve daha ilk görüntüsünden itibaren hissedilen görselliğiyle oldukça başarılı bir film, "blue valentine". ayrıca mainstream'in bize kakaladığı sabun köpüğü hikayelere bağımsız sinemanın tokadı olmuş.

"bebeğim, yemin ettin. iyi günde, kötü günde dedin. bunu söyledin. bunu söyledin, evlilik yemini ettin. bugün benim kötü günüm işte. ama iyi olacağım."
4 com

never let me go (2010)

daha çok fransa'da tüketilen kaz ciğeri ezmesi, yani patede ana madde olan ciğerin daha lezzetli olabilmesi için kazın yetiştirilmesinde uygulanan yöntemler vardır. sadece ciğeri için beslenen kazlar, belli bir dönemden sonra özel kümeslerde tutulur ve neredeyse hiç hareket etmemesi sağlanır. bu dönemde hayvana aşırı ve zorla beslendirme yapılır. amaç ciğerin büyüklüğünü ve lezzetini arttırmaktır.

sofralarımıza kaz ciğeri erişmediği için uç bir örnek oldu tabi. o zaman tavuklardan bahsedelim. tavuk üretim çiftliklerinde yumurtalarından henüz çıkan civcivler cinsiyetlerine göre ikiye ayrılır. erkek civcivler gaz odalarında telef edilirken, üretimi sağlayacak olan dişi civcivlerin kümeste birbirlerine zarar vermemesi için gagaları kesilir. ve zor şartlar altında, hızlı büyümeleri için ilaç verilerek yetiştirilir. sonuç ise soframıza gelen, tavuk görünümü olan ama lezzeti olmayan beyaz et.

kazuo ishiguro'nun günümüz klasikleri arasında gösterilen romanından sinemaya taşınan "never let me go"yu izlerken aklıma bir an bu örnekler geldi. ne alaka denilebilir? ancak sorgulanırsa, belli bir amaç için bir canlının yaşamını sonlandırmak bu örneklerin ortak paydası olduğu görülebilir. film, belirli bir yaşa geldikten sonra organ bağışı yapması amacıyla dünyaya getirilen klon insanların dramını konu almakta ve hayli disiplinli bir yetiştirme yurdunda 3 arkadaş olan kathy, ruth ve tommy üçgeninde geçmekte. sınırları dışına çıkıldığında başına korkunç şeyler geleceği korkusuyla yetiştirilen, belirli bir dönemden sonra organ bağışı yapması zorunluluğu olan bu klonların tek bir hedefi vardır; organ bağışlarından sonra hayatta kalabilmek. ancak bu klonların çoğu ilk organ bağışında ameliyat masasında kalmaktadır, tabi yetiştiricilerinin diliyle "misyonunu tamamlamak"tadır.

film üzerine yapılan genel yorumlar filmin, kitabın gölgesinde kaldığı yönünde. kitabı okumadığım için sadece film üzerine konuşabilirim. "never let me go" dram dozajı oldukça yüksek ve içine kapanık bir film, ancak derdini anlatırken de duygu sömürüsüne kesinlikle girmiyor. derdini de finale sıkıştırılan kısa konuşmayla özetliyor. filme adını veren, jane monheit'in seslendirdiği şarkı neredeyse "bin jip"teki natacha atlas güzellemesi "gafsa" etkisini gösteriyor ve filme bir ruh veriyor. son olarak filmdeki ağır havayı kaldırabilecekseniz izlemeyi düşünebilirsiniz.
0 com

the haunted world of el superbeasto (2009)

rob zombie'nin iki "halloween" arasına sıkıştırdığı bu animasyon filmini izleyebileceğimden şüpheliydim. zira film 2009'un yaz aylarında görücüye çıkmış o tarihten bu yana altyazısı olmadığından izleyemiyor ve "halloween 2" başarısızlığından sonra iyice merak ediyordum. ki kısa bir süre önce filmin altyazısı dilimize kazandırıldı.

daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, rob zombie'nin kendi yarattığı karakterleri çok seviyorum ve onun karakter yaratmada başarılı olduğunu düşünüyorum. bunun için ilk ilki filmi olan "house of 1000 corpses" ve "the devil's rejects"e göz atmakta fayda var. bu iki filmde de ortak olan karakterlerden captain spaulding, otis ve baby bu tezime örnek olarak sunduklarım. kendisinin daha sonra "halloween" serisine el atması ve michael myers üzerinde değişiklikler yapması serinin bazı fanlarını üzdü. ilk filmiyle hayli tatmin olsam da ikinci filminde hayal kırıklığına uğradığımı söylemeliyim. daha önce kendisinin çizgi roman olarak yarattığı "the haunted world of el superbeasto"da ise yine benzer tadda karakterler var. birer anti-kahraman olarak karşımıza çıkan seks düşkünü, dövüşçü superbeasto ve seksi kız kardeşi suzi-x. ayrıca daha önceki filmlerinde arka planda kalan dr. satan bu filmde bir hayli ön planda. ve sid haig tarafından canlandırılan (bu filmde de seslendirilen) captain spaulding kısa bir süre de olsa filmde gözüküyor.

superbeasto ile kardeşi suzi-x'in dr. satan tarafından kaçırılan striptizci von black'i kurtarmaya çalışmasını konu alan animasyonda rob zombie'nin nazilere, sıkıcı amerikan filmlerine, japon hentailerine dokundurmalarına da rastlıyoruz (şarkı sözlerinin çevrilmiş olan altyazısıyla izlemenizi özellikle tavsiye ederim). opening title'ı ile 40'ların sinemasına, azgın robotu ile "the phantom creeps"e, bir sahnesiyle de "carrie"e selam duran, rob zombie'nin hastalıklı beyninde üremiş bu animasyonu şiddetle tavsiye ederim.
0 com

lake mungo (2008)

ergenliğime dair zamanlardan hatırladığım mevzulardan biridir psişik hikayeler. özellikle yaz geceleri kimin aklına nerden eserse mevzu açılır; herkes kendinde biriktirdiği hikayeleri biraz da hayal gücünden faydalanarak abartır ve ortaya sunardı. sonrası malum; evlerine tek tek dağılamayan, grupça hareket eden ergen sürüsü. eve girildiğinde de tuvalete gitmeye korkulur, mümkünse duvara doğru dönülerek bir an önce uyumaya çalışılırdı. "lake mungo"nun da yaptığı işte bu. sırtını yaşanmış olaylara dayayıp, biraz da sinemanın büyüsünü katıp bizi kendi hikayesine inandırmak.

avustralya'nın kırsalında yer alan bir kasabada yaşayan palmer ailesinin yaşadığı sıradışı olayları konu edinen "lake mungo" belgesel tadında bir yapım. ailenin iki çocuğundan alice, 2005 yılında kasabanın yakınında bir baraj gölünde boğularak yaşamını yitirir. ölümünden kısa bir süre sonra ailenin oturduğu evde doğaüstü olaylar yaşanmaya başlar. ve aile tüm bu yaşanan olayların arkasındaki sır perdesini aralamaya çalışır. film genel olarak alice'in ailesi, yakın arkadaşlarıyla olan röportajlar üzerinden yürüyor. aralarda da hikayeye destek olacak şekilde handycam, cep telefonu ile çekilmiş görüntüler yer alıyor.

dram ve gerilim janrlarına ait öğeler barındıran filme başlamadan önce beklentilerinizi oldukça düşük tutmanız filmden zevk almanızı sağlayabilir. komple bir gerilim filmi olarak yaklaşırsanız hevesiniz kursağınızda kalabilir. zira bu film, "after dark horrorfest" kapsamında olan bir filmdi. ve bu festival bünyesindeki çoğu film izleyeni pek tatmin etmedi. son olarak filmin amerikan yeniden çevrimi bu yıl gösterime girecek.
0 com

gainsbourg: vie héroïque (2010)

fransız müziğine yön veren isimlerin biyografik filmleri bir bir çekiliyor. önce marion cotillard'ın edith piaf'ı başarıyla canlandırdığı "la môme" şimdi de gainsbourg'un yaşamını anlatan "vie héroïque". filmin çekileceğini duyduğum andan beri filme karşı aşırı derecede merak taşıyordum. nasıl taşımayayım ki, şarkılarla; anna karina, brigitte bardot, jane birkin gibi çoğu erkeğin düşlediği kadınlarla, gitanesla ve sansasyonel çıkışlarla dolu bir hayat. tüm bunları bir filme nasıl sığdırılabileceğinin yanıtı da "vie héroïque".

film, karakterinin ve yaşamının temelinin atıldığı çocukluğundan müzisyenliğinin ressamlığının önüne geçişine; şöhret basamaklarını tırmanışından birlikte olduğu kadınlara kadar her alana el atmaya çalışmış. bu dolu dolu yaşamın içerisinden rahatlıkla 4-5 film çıkabilecekken tüm bu geniş konunun 130 dakikaya sıkıştırılması filmin kısa sekanslardan oluşan bir özetten ibaret olmasına yol açmış. bu da filmin en büyük eksisi sayılır.

en büyük artısı ise bir alter-ego oluşturularak hikayenin bu karakterle desteklenişi. iki karakter arasındaki zıtlaşmalarla gainsbourg'un karakterinin şekillenişini ve bir kahraman haline gelişini izlemek keyifliydi. bunun yanında sevdiğim şarkılarının ortaya çıkış hikayelerine rastlamak ve yaşamıyla ilgili bilmediğim yönlerini öğrenmek (mesela neden reggae türünde ürünler verdiği, marseilles'in reggae versiyonu gibi) sevindiriciydi. filmin bir diğer dikkat çeken yönü ise castingteki başarısı. bir yerden sonra eric elmosnino ile gainsbourg'u ayırt edemez hale geliyor insan. burada göze batan tek eksi boris vian'ı oynayan philippe katerine. vian ile keskelalaka bir tip olmuş ki, onun vian olduğunu idrak edene kadar sahne sonlandı.

sonuç olarak beklentilerimi tam anlamıyla karşılamayan ancak belirttiğim gibi bazı yönleriyle keyif veren bir film olmuş "vie héroïque". daha iyi bir gainsbourg filmi çekilene kadar elde bu var, idare etmek gerek.
0 com

rammbock (2010)

son dönemde genelde birer parodi unsuru olarak kullanılan zombiler, alman yapımı "rammbock"da dram yönü ağır bir hikayeyle karşımızdalar. uzak mesafede süren ilişkisini kurtarmak için yola çıkarak berlin'e gelen bir adamın bu şehirde zombi istilasıyla karşılaşmasını konu alan film, bir apartman bloğunda geçiyor. az mekanda geçen ve düşük bir bütçeye sahip film için bu iki durum da negatif bir iz bırakmamış. mekanların başarılı kullanımı, olayların iyi kurulmuş örgüsü ve aralara sıkıştırılmış zeka parıltısı içeren sekanslar izleyeni filmden koparmıyor. 1 saat süren film, türün müptelalarını tatmin edecek cinsten.
0 com

this is the kit: bristol'dan paris'e

this is the kit, paris'te yaşayan bir ingiliz müzisyen olan kate stables'in müzikal projesi. aslında kendisi hakkında tekrar uzun uzun bahsetmeye gerek yok. blogun düzenli okuyucuları stables'i yaz sonunda albümüne yaptığım kritikten ve paylaştığım videolarından hatırlayacaklardır. o tarihten bu yana kendisiyle bir röportaj gerçekleştirmek imkanlar dahilindeydi fakat benim keyfimi ancak bulabilmem ve yeniden röportaj olaylarına eğilebilmem yılın son günlerine denk geldi. hem böylece kendisinin albümü yayınlanmış ve belli bir konuma erişmiş oldu. yolladığım sorulara jet hızıyla gelen cevaplar ise şöyle.

merhaba kate, yılbaşı gecesi için planların neler?

havai fişek gösterisini izleyebileceğim yüksekçe bir yer bulmayı umuyorum.

okuyucularımızın çoğu belki de ilk kez this is the kit adını duyacaklar. bize biraz kendinden ve bu müzikal projenden bahsedebilir misin?

bir bakalım.. winchester'da büyüdüm ve emily adında bir ikiz kızkardeşim var. bir şeyler yazmaya ve söylemeye ortaokuldayken başladım. 20'li yaşlarımın başnda bristol'e taşındık ve orada rachael dadd ile beraber whalebone polly'i kurduk. bisikletleri ve buharlı trenleri severim.

müziğini neden "this is the kit" adı altında yapmayı tercih ediyorsun?

müzik yapmaya başladığım zamanlar bunun kendi adımdan daha belirsiz olmasını istemiştim, değişebilen bir dış görünüş gibi. bunun yanında enstrumental çalışma yapmaktan zevk alıyordum ve bunun üzerine çalışıyordum. müziğimi de bir solo proje veya grup çalışması olduğuna bakmaksızın kendi adım yerine bir başka isim altında yapmak hoşuma gitti. ayrıca biraz meçhul olmayı seviyorum.

peki ileride bu projenin grup haline gelme durumu var mı?

aslında bugünlerde bir grup olduğumuzu söyleyebilirim. konserden konsere aramıza uygun olan kim olursa katılıyor. genel olarak sahnede yalnız çalmayı tercih etmiyorum.

yeni albümünün "wriggle out the restless" 2 ay önce yayınlandı. yeni albümüne gelen tepkiler ne durumda?

gördüğüm ve duyduğum kadarıyla insanların albümden memnun olduklarını söyleyebilirim. şarkılarım radyolarda da çalınıyor. yani şanslı sayılırız.

yeni albümünde ilkine göre daha fazla enstruman kulanılmış ve bu durumda müziğinde çeşitlilik yaratmış. albümde sana destek olan arkadaşlarının albüme katkısı sadece enstruman çalma anlamında mı oldu? yoksa kendi fikirlerini de müziğine taşıdılar mı?

kesinlikle, onlar bu projeye yüksek kalitede yetenekleriyle beraber kendi fikirlerini de taşıdılar. diğer müzisyenlerle bir araya gelip albüm yapmak harika bir şey. çünkü albüm, insanların karakterleriyle beraber değişikliklere uğruyor. diğer müzisyenlerin katılımıyla bu sürecin zenginleşmesi bir elde edilen sonuçtan daha fazlası sayılır.

bir önceki soruda bahsettiğim gibi albümün soundu hakkında tek bir çizgiden bahsedemeyiz. albümü blogumda yorumlarken "earthquake" için bir trip hop denemesi demiştim. sanırım bu noktada jim barr'ın etkisi de bulunuyor. yanılıyor muyum?

jim kayıtlar esnasında şarkı üzerinde çalışmıştı ancak onun şarkıyı daha trip hop soundunda yapıp yapmadığını bilmiyorum. o kesinlikle şarkının kaydında çok iyi bir iş çıkardı ve diğer müzisyenler de şarkıyı oluştururken elinden geleni yaptı. örneğin neil smith'in gitar performansı çok iyiydi.

"wriggle out the restless" da öncekine göre daha iddialı bir albüm olarak gözüküyor. bu albümden beklentilerin neler?

albümlerimden özel sayılabilecek beklentilere sahip olduğumu sanmıyorum. sadece insanların albümümü beğenmesini umuyorum. bu da bizi ve bağlı olduğum müzik şirketini iflasa sürüklememiş olur.

ilk albümün "krulle bol"un prodüksiyonunu john parish yapmış. nasıl ayarladınız bu olayı?

john parish benim birkaç konserimi izlemişti ve ortak olan müzisyen arkadaşlarımız var. bana kendisiyle beraber bir albüm üzerine çalışmak isteyip istemediğimi sordu. daha sonra beraber italya'ya gittik ve albümü orada iki günde kaydettik. o çok yetenekli bir adam. zeki, insan ilişkilerinde son derece becerikli ve zarif biri. ayrıca zevkli bir kulağa sahip ve insana zaman kaybettirmeyecek kararlar almaya biliyor. john ile beraber albüm üzerine çalışırken ondan çok şey öğrendik.

john parish gibi önemli bir müzik adamıyla çalışmış olmanın heyecan verici olduğu kadar müzikal anlamda katkıları da olmuştur mutlaka. yanılıyor muyum?

aslında bu konuda bir önceki soruyu cevaplarken bazı şeyleri belirtmiştim. yine de bir şeyler ekleyeyim. kendisinin albümüme zarif, sevilir bir hava getirdiğini düşünüyorum. albümün kaydını yapan marco ile o, doğru yeri, soundu ve kaydı yaparken malzemenin tam olarak nasıl kullanılacağını çok iyi biliyor. albümün çoğu canlı kaydedildi ve çok çalmaya da gerek kalmadı. ayrıca john kayıtlarda biraz davul çaldı ve bu çok hoştu.

last.fm istatistiklerine göre en fazla dinlenen şarkılarından biri olan "two wooden spoons" paris'e taşındığın günlerde yazdığın bir parçaymış. bristol'den paris'e taşınman müzikal olarak sana "yeni bir nefes" aldırdı diyebilir miyiz?

genel olarak yer değiştirmek, farklı yerlerde bulunmak bana yazacak bir şeyler bulmakta yardımcı oluyor. "two wooden spoons"ı yazdığım zaman, henüz yeni bir yere gelmiştim ve çok fazla boş zamanım vardı. ancak paris'teki şimdiki yaşantım, çok fazla yazmama izin vermiyor ve bu çok sinir bozucu bir durum. sanırım bu da benim müzik üzerine daha fazla odaklanmayı, daha iyi kararlar almayı ve tercihlerde bulunmayı öğrendiğim anlamına geliyor. son olarak müziğe yeni bir nefes veren ana şeyin sadece temiz havanın kendisi olduğunu düşünüyorum.

youtube'ta şarkılarınıza ait home videoların bulunuyor. blogumda da favori şarkılarımdan olan "birchwood beaker" ve "moon"un videolarını paylaşmış ve bu videoların şarkılarındaki samimiyeti tamamladığımı belirtmiştim. yeni albümden şarkılara bu tür videolar çekmeyi düşünüyor musunuz? ayrıca videolardaki ufaklık çok şirin.

evet, devam edeceğiz. home videolardan başka video yaratacak bir bütçemiz yok. ayrıca video yapmak öğretici bir aktivite. beyninizi yeni yollar üzerinde çalışmasını sağlayarak, yaratıcı olmanızı sağlıyor. öğrenecek bir şeyler olduğu sürece bu işe devam edeceğiz.

son olarak 2010'un en iyi albümlerini seçmeni istesem...

2010'da yayınlanan ve en fazla dinlediğim albümler şu insanlara ait:

* francois and the atlas mountains
* zun zun egui
* eliote and the ritournelles
* the liftmen
* morningstar

sorularım bu kadardı. röportaj için teşekkürler ve yeni albümünle sana iyi şanslar. umarım seni bir gün türkiye'de izleme fırsatı yakalarız.

çok teşekkürler. iyi bir sohbetti. ve evet, türkiye'ye gelmeyi çok isteriz.

röportaj: k.a.
ocak'11
4 com

black swan (2010)

alternatif eğilimlere sahip her genç dimağın favori filmleri arasında default olarak yer alan "requiem for a dream"'in yönetmeni aronofsky'nin yeni yapıtı "black swan" bir süredir yurdum sinemaseverleri tarafından sabırsızlıkla bekleniyordu. filmi izledikten sonra bu bekleyişin boşa olmadığı görüldü.

filmde, eski balerin olan bir annenin baskı altında büyüttüğü, yeni sezonda sergilenecek "kuğu gölü balesi"nde kraliçe kuğu olmak için adeta yırtınan nina'nın hırs dolu mücadelesini izliyoruz. hikaye aslında şu ana dek izlediklerimizden pek de farklı bir yan taşımıyor. ancak aronofsky'nin hikayeyi ele alış tarzı ve bize sunuşu "black swan"ı diğerlerinden farklı bir noktaya taşıyor. bu noktada nina'nın oyun sergilenmeden önceki ve oyun esnasında yaşadığı dönüşümleri örnek gösterebiliriz. ve bu dönüşümleri perdeye ustalıkla yansıtan natalie portman'ın oscar'a göz kırpan üstün performansı dikkat çekiyor.

aronofsky'nin usta dokunuşlarıyla zaman zaman gerilim alanına kayan ancak genelinde bir drama örneği olan film, bir bale oyunundan faydalandığı için sanırım müziklerinin ne kadar harika olduğundan uzun uzadıya bahsetmeye gerek yoktur. "black swan", her noktasıyla kesinlikle yeni yıla güzel bir başlangıç, biraz daha sabrederek sinema salonunda seyretmek mümkün!