it's a free world... (2007)
seneler boyunca sabah 9 akşam 6 çalıştınız. bazen işiniz uzadı, geç mesaiye kaldınız offlayıp pufflayarak. bir şekilde o işten çıkarılmak durumunda kaldınız. yeni işinizde de değişiklik yok. yine aynı sıkıcı mesailer... patronunuzun canı sıkıldığında size yaptığı surata katlandınız, isteklerini yerine getirdiniz. ama yine onu memnun edemediniz. bir gün işinizden ayrıldığınızda önünüze bir fırsat çıktı veya aklınızda bir fikir uyandı. kendi işinizi kurma fikri/fırsatı. ufaktan başlayıp ipleri elinize aldınız. peki çalışanlarınıza nasıl bir tutum sergilerdiniz? veya şöyle genelleyip sorayım; işleri nasıl yürütürdünüz? o güne değin patronların size olan acımasız yaklaşımını siz çalışanlarınıza sergileyip geçmişin acısını mı çıkarırsınız? yoksa yaşadıklarınızdan ders çıkarıp tatlı - sert bir ilişkiye mi girersiniz?
tam bir denge sorusu. ve ingilizlerin muhalif yönetmeni ken loach, "it's a free world..."'ta bu soruyu kurcalıyor.
bir insan kaynakları şirketinde çalışan angie, şirketinin göçmenler politikası üzerine polonya'ya gider ve orada ingiltere'de çalışmak isteyen kişilerle görüşme yapar. iş sonrası çalışanlarla beraber bir barda takılırken patronunun tacizine uğrar. uğradığı bu olayı içine atmak yerine patronuna tepki verir ve onu diğer çalışanların yanında küçük düşürür. ve polonya dönüşünde işine son verilir.
yeni bir başlangıç yapmak isteyen angie ev arkadaşı rose'u bu işi beraber yapabilecekleri konusunda ikna eder. ve takıldıkları barın arka tarafında yer alan arsayı ofis olarak kullanmaya karar verirler. rose şirketin mali denetim konularını üstlenirken, angie ise önceki işindeki tecrübesine ve çevresine dayanarak bağlantılar sağlamaya çalışır. genel olarak göçmenlere kısa süreli işler bularak bir süre illegal olarak takılmaya karar veren ikili yeterli maddi durumu sağlayınca şirketi yasal hale getirmeyi planlar. ilk başlarda işler istedikleri gibi gitse de anlaşmalı olduğu şirketlerden birinin çalışanlara maaşları ödememesiyle rüzgar tersine döner.
özgür bir dünya... kuralları koy ve harekete geç!
senaryoyu yazan paul laverty, bu olayla filmin beraber filmin ana karakteri angie'deki dönüşümü gözler önüne sermiş. angie'nin başlarda göçmenlere olan yaklaşımını evraklara olmadığı gerekçesiyle işe almadığı iranlı adamla olan ilişkisinde görebiliriz. iranlı adamın yaşadığı yere giderek, onun ve ailesinin dertlerini dinlemiş, onlara yardımcı olmaya çalışmıştır. gözünü hırs bürüdükten sonra ise aynı konumda olan göçmenlerin yaşamaya çalıştığı karavan kampını kendi çıkarları doğrultusunda gözünü kırpmadan polise şikayet eder.
bu ufak ve yasal olmayan şirketin kuruluşunda rose'un hazırladığı basit logo'dan ve klişe isimden amatörce hareket edildiğini görebiliriz. ve şirketin sahip olduğu gelişimin angie'nin içindeki hırs ile paralel olduğunu... oğluna daha iyi bir yaşam standartı sağlamayı amaçlayan rose, beraber çalıştığı bir fabrikanın patronundan çalışma iznine sahip olmayan göçmenlerin nasıl kaçak yolla çalıştırabileceği konusunda bilgi alır ve bunu bir sürelik de olsa işleme koyar. onu bu işte rahatlatan şey ise aynı olayı uygulayan bir mafya patronunun devletten bu konuda sadece uyarı almasıdır. ona göre bir çocuk sahibi dul bir kadını kim ne yapsın ki? halbuki sistem, büyük balıklarla uğraşmak yerine küçük olanları avlamayı tercih eder.
angie'nin içerisindeki hırsın ve kapitalizmin getirdiği o vahşi dürtünün yansımaları babasıyla olan konuşmalarında da hissedilebilir. babasının onu ziyarete geldiğinde şahit olduğu, angie'nin iş isteyenlere karşı saygısız tavrı üzerine girdiği muhabbette angie'nin "işlerin artık böyle yürüdüğü" lafı veya bir başka gün parktaki muhabbetlerinde iş ve sosyal ahlaka olan yaklaşımlarının farklılığı örnek gösterilebilir.
ken loach, ön planda sömüren - sömürülen ilişkisini sunduğu filmin zeminine de göçmen sorununu iliştirip ortaya vurucu bir film çıkarmış. finali de öğünç'ün eklemesiyle yapalım; loach, bu sefer kamerasını ezilenlere değil, ezen tarafa çevirmiş. hem de sadece angela'yı sorunun başat karakteri olarak gösterme kolaylığına kaçmadan, her zaman yaptığı gibi problemin ana kaynağına inmeyi başarmış. vahşi kapitalizme, hepimizi barbarlaştıran sisteme...
tam bir denge sorusu. ve ingilizlerin muhalif yönetmeni ken loach, "it's a free world..."'ta bu soruyu kurcalıyor.
bir insan kaynakları şirketinde çalışan angie, şirketinin göçmenler politikası üzerine polonya'ya gider ve orada ingiltere'de çalışmak isteyen kişilerle görüşme yapar. iş sonrası çalışanlarla beraber bir barda takılırken patronunun tacizine uğrar. uğradığı bu olayı içine atmak yerine patronuna tepki verir ve onu diğer çalışanların yanında küçük düşürür. ve polonya dönüşünde işine son verilir.
yeni bir başlangıç yapmak isteyen angie ev arkadaşı rose'u bu işi beraber yapabilecekleri konusunda ikna eder. ve takıldıkları barın arka tarafında yer alan arsayı ofis olarak kullanmaya karar verirler. rose şirketin mali denetim konularını üstlenirken, angie ise önceki işindeki tecrübesine ve çevresine dayanarak bağlantılar sağlamaya çalışır. genel olarak göçmenlere kısa süreli işler bularak bir süre illegal olarak takılmaya karar veren ikili yeterli maddi durumu sağlayınca şirketi yasal hale getirmeyi planlar. ilk başlarda işler istedikleri gibi gitse de anlaşmalı olduğu şirketlerden birinin çalışanlara maaşları ödememesiyle rüzgar tersine döner.
özgür bir dünya... kuralları koy ve harekete geç!
senaryoyu yazan paul laverty, bu olayla filmin beraber filmin ana karakteri angie'deki dönüşümü gözler önüne sermiş. angie'nin başlarda göçmenlere olan yaklaşımını evraklara olmadığı gerekçesiyle işe almadığı iranlı adamla olan ilişkisinde görebiliriz. iranlı adamın yaşadığı yere giderek, onun ve ailesinin dertlerini dinlemiş, onlara yardımcı olmaya çalışmıştır. gözünü hırs bürüdükten sonra ise aynı konumda olan göçmenlerin yaşamaya çalıştığı karavan kampını kendi çıkarları doğrultusunda gözünü kırpmadan polise şikayet eder.
bu ufak ve yasal olmayan şirketin kuruluşunda rose'un hazırladığı basit logo'dan ve klişe isimden amatörce hareket edildiğini görebiliriz. ve şirketin sahip olduğu gelişimin angie'nin içindeki hırs ile paralel olduğunu... oğluna daha iyi bir yaşam standartı sağlamayı amaçlayan rose, beraber çalıştığı bir fabrikanın patronundan çalışma iznine sahip olmayan göçmenlerin nasıl kaçak yolla çalıştırabileceği konusunda bilgi alır ve bunu bir sürelik de olsa işleme koyar. onu bu işte rahatlatan şey ise aynı olayı uygulayan bir mafya patronunun devletten bu konuda sadece uyarı almasıdır. ona göre bir çocuk sahibi dul bir kadını kim ne yapsın ki? halbuki sistem, büyük balıklarla uğraşmak yerine küçük olanları avlamayı tercih eder.
angie'nin içerisindeki hırsın ve kapitalizmin getirdiği o vahşi dürtünün yansımaları babasıyla olan konuşmalarında da hissedilebilir. babasının onu ziyarete geldiğinde şahit olduğu, angie'nin iş isteyenlere karşı saygısız tavrı üzerine girdiği muhabbette angie'nin "işlerin artık böyle yürüdüğü" lafı veya bir başka gün parktaki muhabbetlerinde iş ve sosyal ahlaka olan yaklaşımlarının farklılığı örnek gösterilebilir.
ken loach, ön planda sömüren - sömürülen ilişkisini sunduğu filmin zeminine de göçmen sorununu iliştirip ortaya vurucu bir film çıkarmış. finali de öğünç'ün eklemesiyle yapalım; loach, bu sefer kamerasını ezilenlere değil, ezen tarafa çevirmiş. hem de sadece angela'yı sorunun başat karakteri olarak gösterme kolaylığına kaçmadan, her zaman yaptığı gibi problemin ana kaynağına inmeyi başarmış. vahşi kapitalizme, hepimizi barbarlaştıran sisteme...
3 yorum:
öncelikle yorumuna sağlık...
ben de kendi yorumumu yapacağım bloguma izninle, fikri senden çalmış gibi olcam ama :)
teşekkürler :)
izinle beraber banka hesap numaramı da veriyorum :p
haha tamam ver :)
Yorum Gönder