5 com

ólafur arnalds istanbul'da

ne zamandır kendisinin "ljósið"iyle uykumdan uyanıp güne güzel başlıyordum. bu sabah kendi keyfime göre uyanıp bilgisayar başına geçtiğimde 10-11 şubat'ta salon iksv'ye uğrayacak olduğunu gördüm. şu an monitör karşısında sırıtıyorsam sebebi budur. altta ise 3 nisan 2010 tarihli pekin konserinin 70 dakikalık bir kaydı bulunuyor. konser öncesi etüd edilebilir.

0 com

grinderman - "evil"

nick cave'in yine aynı tayfayla yola çıkarak kurduğu grinderman, ilk albümünü yayınladığında benim aklımda şafaktan başka bir şey yoktu. o şafak eriyip bitip ben izmir'e döndükten sonra başucu albümü yapmıştım bunu. bol balladlı ilk albüm arkasından ikincisinin haberini aldığımda ise beklentilerimi aynı düzeyde tuttum. ancak bu "grinderman 2" nedense pek memnun edemedi beni. ya ben albümün moduna giremedim ya da albüm benim moduma bir türlü denk gelmedi. neyse, "grinderman 2"de yer alan "evil"ın klibi 5 gün önce yayınlandı. ilk albümdeki babuna, bu albümde ise kurt, kuş ve tanımlayamadığım bir yaratık eklendi. nick cave'e bu grubu kurma fikrinin aklına geldiği yer olan hayvanat bahçesine bir atıf mıdır acaba?

0 com

friday night lights (2004)

içerisinde şiddet öğesi bulunan sporlarla pek aram yok. boks, uzakdoğu sporları vs... elbette bu tür sporların kendine göre güzelliği, özelliği vardır ancak ilgimi çekmiyor. kurallarını bir türlü çözemediğim, çözmek için de kasmadığım amerikan futbolu da bu kategoriye dahil benim için. bu futbola ilişkin anılarım çocukluğumla sınırlı. 90'ların ilk yarısında haftasonları hbb'de amerikan futbol maçlarının yayınlandığını, sıkıntıdan izlediğimi ancak bana karmaşık gelen bu oyundan pek de zevk almadığımı hatırlıyorum. "friday night lights" ile yollarımın kesişmesi de zaten filmin temeli olan amerikan futboluna dayanmıyor. explosions in the sky'ın arşivimde yer alan soundtrack albümünden filmi merak edip, edindim.

her spor türünün ülkelere/kıtalara göre yüklendiği anlam çok farklı. bizde malumunuz futbol baş köşeye kurulmuş durumda. serdar akar'ın "dar alanda kısa paslaşmalar"ında tanık olduğumuz bir mahalle ve futbol takımı arasındaki ilişkinin paralelini peter berg ve josh pate ikilisinin yönettiği "friday night lights"ta görmek mümkün. teksas'a bağlı bir kasaba olan odessa'da bulunan lisenin amerikan futbol takımı eyalet şampiyonluğunu gözüne kestirmiştir. yerel basının gözü hep takımın üzerindedir, kasaba halkının günlük muhabbetlerinde takımın durumu yer alır. ancak tüm bu ilgi, alaka genelde ülkemizde rastladığımız içi boş fanatizmin ötesindedir. lise hayatlarını futbola ayıran gençlerin ise kafalarında tek bir düşünce vardır; amatörlükten profosyonel lige zıplamak.

film, gerçek olaylara dayanmakta. 1988 yılında kasabada yaşananları h. g. bissinger, "friday night lights: a town, a team, and a dream" kitabında konu etmiş ve film de bu kitabın uyarlaması. 118 dakika gibi uzun sayılabilecek bir süreye sahip olmasına rağmen temposuyla izleyeni sıkmayan, explosions in the sky tarafından post-rock sosuna bandırılmış müzikleriyle izleyeni mest eden ve finaliyle de klişelere tokadını atan bir yapım. tavsiye ederim.

spoiler: +/- okumak için tıklayınız

genelde amerikan filmleriyle klasikleşmiş "winner" hikayelerini izlemekten sıkılmış bir bünye olarak filmi izlerken finali hakkında "acaba?" diye sormaktan kendimi alamadım. ve film boyunca kendimi böyle bir final için hazırladım. 2 saat boyunca keyifle izlediğim filmin böyle bitmesi beni daha da çok filme bağladı. hector cuper'e selam olsun!

1 com

dexter'a açık mektup

"hey gidi dexter. ne o sinsi lila, ne de ayakbağı olan rita yakışıyordu sana. içinde karanlık bir tarafı olan bir kadın gerekti, lumen gibi. jordan chase'in birkaç parçaya ayrılmış bedenini okyanusun dibine yolladıktan sonra tekneyi sürerken ki o keyfin, lumen'e olan bakışların gözümden kaçmadı. ama unuttuğun tek nokta, kendini tehlikeye atarak yaptığın fedakarlıklar, verdiğin sevgi ve destek bir kadını elde etmek için yetmiyor, malesef. onlar senin o karanlık yolcundan daha da karanlık, alt ettiğin kurbanlarından daha da zor varlıklar. insan olan yanların ağır bastıkça bunun farkına varacaksın."

sezon boyunca beklentileri gittikçe yükselten ancak finaliyle geneli tatmin etmeyen "dexter" 5. sezonunu da geride bıraktı. 6. sezonun da çekileceği müjdelendi ancak uzadıkça tadı kaçmasın, tadında bıraksınlar istiyorum.
4 com

kara kış için şarkılar

bu sabah bir yandan masanın üzerinde açık duran kitap diğer yandan hemen yanına konuşlanmış bilgisayarla haşır neşirken bir anda evimin karşısında bulunan ilkokuldan yükselen çığlıklara kafamı kaldırdım ve pencereye yöneldim. kar yağıyordu. izmir'de pek alışkın değiliz bu olaya. yanılmıyorsam en son ben üniversitedeyken yağmıştı ve ben o gün miskinliğimden vazgeçemeyip okula gitmemiş , eğlenceyi kaçırmıştım. sonrasında çok uzaklarda, askerdeyken bir gece devriyesinde denk gelmiş, gecenin sessizliğinde üzerimi örten beyaz örtüyle huzur dolarak yürümüştüm bir süre. björk'ün karlı izlanda tepelerini arşınlarken duyduğu hazzı almıştım kendimce. çok değil, 10 dakika sürdü bugünkü şamata. tutmasını zaten beklemiyordum ama bu kadar kısa sürmesi de pek tatmin etmedi.

her mevsimin kendine ait şarkıları var, kara kışın da... benim için çalanı, söyleyeni, ismi değişiyor ancak bıraktıkları tad hep aynı. tiamat, björk, nick cave, tindersticks, balmorhea, sigur ros, the tumbled sea... uzar gider bu liste, durmak gerek. bugünlerde takıntım haline gelen bir diğer isim ise peter broderick. 1987 doğumlu broderick, yaşadığı hayata sığdırdığı yapıtlarla insanı kendisine hayran bırakacak türden bir sanatçı (diskografisine şuradan göz atılabilir). modern klasik müzik üzerine üretim yapan broderick'in sadece bu sene yayınladığı 5 kayıttan biri olan, eylül ayında yayınladığı "how they are" şu soğuk günlere eşlik edecek türden bir albüm. broderick'in piyanosu, gitarına sesiyle eşlik ettiği ve minimalizmin dibine vurduğu parçaların stüdyo kayıtları kameraya alınmış ve söz konusu videolar youtube'ta paylaşılmış durumda. albümde yer alan parçaların ismine tıklayıp videolarını izlemeniz mümkün. ben de kendi seçimimi buradan paylaşayım.

01. sideline
02. human eyeballs on toast
03. guilt's tune
04. when i'm gone
05. with a key
06. pulling the rain
07. hello to nils



5 com

balmorhea - "candor / clamor"

otobüs yolculuklarıyla aram pek iyi değil. bir koltuğa oturup 7-8 saat boyunca süklüm püklüm gitmek, bana göre berber koltuğunda oturmaktan bile çok daha can sıkıcı. [nedense 3 saat süren ayvalık - izmir yolunda bile son yarım saat buhranlar geçirip, otobüste anırmak geliyor içimden. gülmeyin, çok ciddiyim] bir de yanınıza sizden daha iri bir insan evladının oturup koltukta sizin payınızdan çalması veya uyurken rahat durmayarak sizi tepmesi bu sıkıntıyı arttıracak cinsten önemli detaylar. sigarayla aram pek olmadığından molada - eğer açlıktan ölmüyorsam - otobüsten inmem, yolculuklarda da pek uyuyamam. şu sıralar alışkanlık haline getirdiğim izmir - ankara - izmir yolunda kararlar son dakikaya dayandığından uçak bileti pahalıya geliyor. otobüs seçeneğini de bu nedenlerden dolayı elediğimden geriye tren opsiyonu kaldı. örtülü kuşetliden bir yer edinip en azından bu yol eziyetini daha uzun süreli olsa da yata yata gitme fikri bir anda cezbetti beni ve tcdd'den gidiş dönüş bileti kapmış bulundum.

geçen perşembe günü yaşadığım hayal kırıklıklarını cebime koyarak evden çıktığımda saat 17'yi göstermekteydi ve 17:50'de alsancak garı'ndan kalkacak olan treni yakalamamak için herhangi bir engel yoktu. tabi ki yağmur sonrası trafik sendromunu göz önüne almazsak. ben diyeyim alsancak devlet hastanesi siz deyin sevinç pastanesi durağına geldiğimde saatlerin 17:42'yi göstermesi ve trafiğin tıkalı olması çanların aleyhime çalmasına neden oluyordu. bir sonraki durakta trafikte çakılı kalan otobüsten ani bir kararla inmem ve bir elimde bavulla gara doğru var olan gücümle depara kalkmam, arada gücümün kesilip soluklanma ihtiyacı hissetmem, tekrar depara kalkmam ve garın tam karşısına geldiğimde trenin kalkış düdüğünü duymam... bunlar 5 dakika içerisinde olup biten şeyler. daha kısa olansa bir anda arabaların önüne atlayıp gara girmem, trenin harekete başlamış olduğunu görmem, "en arka kapıdan atlamaya çalış" tavsiyesine uyarak kapıyla aynı hizada bir süre koşmam, kapıdan sahibini asla bilemeyeceğim bir ele tutunmam ve onun beni çekmesine izin vermeme rağmen trene doğru hamle yapmaya cesaret edememem... anladım ki benden hobo olmazmış arkadaş. hele bir aksiyon filmi oyuncusu, asla!

artık yolcuğuluma bir sonraki trenle devam etmek, otobüsle 8 saat için katlanamadığım yola yine benzer koşullarda bu sefer 15 saat dayanmak zorundaydım. ceza çekermiş gibi. ilk pulmanın ilk koltuğuna kurulduğumda kaçacak bir halim olmadığından zevk almaya bakacaktım. hemen mp3 oynatıcıma el attım. günlerdir aranıp durduğum ve sonunda edindiğim balmorhea'nın yeni ep'si "candor / clamor"u gün içerisinde dinlememiş, yol için ayırmıştım. isabet olmuş, günümü kurtardı. sene başında kışın soğuğunu insana hissettirir cinsten albümü "constellations"u yayınlayan grup sonbahar / kış dönemini de boş geçmedi. mevsim muhabbetini araya sokmamın nedeni boş değil elbet. "constellations" ne kadar kışı çağrıştırıyorsa, önceki albüm "all is wild, all is silent" da bir o kadar sonbaharın tadını barındırıyor içerisinde. bu, iki parça ve onların remixlerinden oluşan ep de her iki albümden izler taşıyor, yani tam mevsim geçişine ait bir kayıt olmuş. operavari vokalleriyle soğuk ve karanlık bir havaya hakim olan "candor"un aksine adına yaraşır şekilde patırtılı olan "clamor" perküsyonlar ve yaylılarla şekilleniyor. ki söz konusu tezatı ep kapağında da yakalayabiliriz. şarkılara prefuse 73 ve benoit pioulard tarafından yapılan remixler de en az orijinalleri kadar dikkat çekici ve dinlenesi.

0 com

dead set

başlamasını sabırsızlıkla beklediğim "the walking dead", ilk sezonunun yarısını çoktan geride bıraktı bile. her hafta pazartesiyi "dexter" ile beraber iple çektirten dizinin özellikle ekşisözlük'te izleyen yazarları iki gruba bölmesini ilginç buluyorum. ilginç olan, neredeyse beyazperdeye çıktı çıkalı kemik bir olay örgüsünden yararlanan zombie filmlerinin (bunlara son dönemin infected türü filmlerini de ekleyebiliriz) haliyle içerdiği klişeler üzerinden eleştiriliyor oluşu. evet, "the walking dead" için klişe barındırmıyor gibi bir savunma yapmak saçma olur. sadece bir zombie yapımından beklentilerin ne olduğu üzerinde durmak gerek. benim için zombie filmleri eğlencedir, klişelere pek takılmam, yürüyen ölülerin gazabından kurtulmaya çalışanların mücadelesinden, kurtulamayanların ise vücutlarının deşilmesinden zevk alırım. sağolsun "the walking dead" her hafta bu konuda imdadıma yetişiyor.

ingilizlerin 2008 tarihli mini dizisi "dead set", yine "the walking dead" başlığı altında rastladığım bir yapım. bizde "biri bizi gözetliyor" olarak yayınlanan programın orijinali olan "big brother" evini odağına alan dizi, ağır bir tempoyla açılsa da zombie salgınının patlak vermesiyle kendisinden beklenen hareketliliğe erişiyor. konusunu özet geçecek olursak; programın eleme gecesinde şehri zombieler basar ve big brother evinin içinde izole bir hayat yaşayan yarışmacılar haricinde stüdyo çalışanı kelly, uyuz yapımcı ve şehrin dışında olan bitenden habersiz kelly'nin sevgilisi hayatta kalır. bu farklı karakterlere sahip grubun mücadelesi sadece zombielere karşı değildir, kendi aralarında da mücadele etmeleri gerekir.

daha çok zıt karakterler arasında çatışmalar üzerine kurulu olan, gerek stüdyoda gerekse şehirde tv yayınlarının kesik olmasına rağmen sırf kelly ile sevgilisi buluşsun diye tv'de tek kamera üzerinden big brother yayını olması gibi mantık zorlamalarını içeren yapım beni tatmin etmeye yetti. eğer hala el atmadıysanız iki pazartesi arası ara sıcak niyetine tüketilebilir.
0 com

eden à l'ouest (2009)

"Bu dünya öyle bir çöplük ki, onu ancak bir sihirbaz değiştirebilir."

costa gavras'tan naif bir masal. ancak masal deyince aklınıza peri masalı gelmesin; "eden à l'ouest", costa gavras ismine yaraşır şekilde bir masal. mültecileri ve onların başına gelenleri, aynı meseleleri işleyen, ken loach kadar sert anlatmamış gavras. elias'ın üzerinden yürüttüğü öyküsünü mizahla birleştirerek bize yansıtmış. lakin vermeye çalıştığı mesaj aynı.

önceki yaşamı hakkında pek bilgi sahibi olmadığımız ancak yaşam şartları üzerine fikir yürütebileceğimiz elias'ın akdeniz sularında fransız sahil güvenliğine karşı karaya çıkma mücadelesiyle açılıyor film. karaya çıkınca da elias'ın mücadelesi bitmiyor, aksine esas mücadelesi başlıyor: bir iş bulup, binbir umutla geldiği ve dilini çat pat öğrendiği bu ülkede tutunmak.

tüm bu mücadelenin hoş ve nahoş taraflarını bir araya getirip sunmuş gavras. dram ve mizahı ölçülü dozajlarda barındıran bu filmi eğer vizyondayken kaçırdıysanız en kısa zamanda izleyin. şiddetle tavsiye ederim!
0 com

taraf tutmak

(bu post, diziyi izlemeyenlere anlamsız gelebileceği gibi diziyi yeni izlemeye başlayanlar ve ilk iki sezonu henüz tamamlamayanlar için de spoiler niteliğindedir. aman ha!)

taraf olmamızın istendiği hatta zorlandığı günü, istenmeyen bir sonuçla da olsa, geride bırakmış bulunuyoruz. ancak başlığın ve yazının mevzusu üstteki promo fotoğrafından anlaşılacağı üzere bu değil. filmlerin yanına artık dizileri de ekleyecek olursam, çoğu yapımda yönetmenin niyetine veya kendi bakış açımıza göre taraf tutmak durumunda kalırız. bazen yönetmen bizim adımıza kararı verebilirken bazen de her iki tarafı önümüze sunup tercihi bizim yapmamızı bekler. tabi yönetmenin taraf olmamızı istediği karaktere bağlı kalıp kalmamak bizim insiyatifimizde.

fringe'in ilk iki sezonuna baktığımızda ise son birkaç bölümü göz ardı edersek, paralel evrenler arasında bizim olan taraf hep iyi olarak gösterildi. gerçi şekil değiştiren askerler ortaya çıkana kadar biz hep kötüyü kendi içimizde arar olduk ve baş şüpheli olarak da william bell ve şirketi massive dynamic ortaya sürüldü. işin içine paralel evren girdiğinde ise artık diğer tarafın pis, kaka olduğunu düşündük. ancak 2. sezonun finali olan 22. ve 23. bölümlerde diğer tarafı görmemizle kafalarda bazı şeyler değişir oldu. walter bishop'un diğer tarafa geçişiyle beraber açtığı zarar ve walternate'in elinden peter'ı almasıyla yarattığı intikam hırsını görmek beni muallakta bıraktı. şüpheli gözüyle baktığımız william bell bile son dakikalarda iyilik meleği gibi yardımını ederek aramızdan ayrıldı. en başından beri bizden taraf olmamızı bekleyen dizi, 23 eylül'de başlayacak yeni sezonuyla bizi bir yol ayrımında bırakıyor ve tercih bizim insiyatifimize kalıyor. herkes tarafını alsın bizim dizi başlıyor.
0 com

bunun için bekliyorduk

şu hayatta hep terslikler üstüste gelecek değil ya. güzelliklerin de tadına bakabilmeliyiz peşin sıra. sabah kafamı yastıktan kaldırdığımda havanın daha aydınlanmamış olduğunu görünce bir an için yine erken uyandığım sanrısına kapıldım. elimi telefona atıp saate baktığımda ortalama kalkma zamanımın geldiğini fark ettim ve peşinden bilgisayarımın başına tünedim. amiina'nın 27 eylül'de yayınlayacağı yeni albümü "puzzle" öncesi çıkardığı 2. single olan "what are we waiting for?"u dinlemeye koyuldum. ya 1 ya da 2. parçada o karanlık gökyüzünden damlalar düşmeye başladı canım izmir'ime ve resmen şarkıyla birbirini tamamladı.

şu ana kadar enstrumental şarkılar sunan amiina, yeni albümü için yayınladığı 2 single'da da ingilizce söz içeren parçalar bulunmakta: "over & again" ve "what are we waiting for?". her iki parça da grubun dreamy müziğini dinlemeye alışmış kulaklar için gayet tatminkar. özellikle bu yeni parçanın çok başarılı olduğunu ve grup için bir basamak taşı niteliğinde olduğunu söyleyebilirim. vokaller grubun alışkın olduğumuz müziğine çok güzel oturmuş ve uyumu yakalamış. buyrun siz de dinleyin.

0 com

mouse on the keys

geçen zamanın müzik üzerindeki etkileri tartışılmaz. teknolojinin getirdiği avantajların yanı sıra müzisyenlerin kendilerini ve onlara öncülük eden isimleri aşma gayreti, yeni yollara sapma ve özgünlüğü yakalama uğraşı bu farkı yaratan faktörler. farklı yönlere sapma hadisesi ise dün saf halini dilediğimiz bir türü başka türlere ait elemanlarla füzyonlamaktan geçiyor genelde. çıkan ürün kulakları tatmin edebiliyorsa ne ala.

son zamanlarda post rock'ı ambient, elektronik unsurlarla harmanlayan gruplarla haşır neşirim. daha önce adını duymadığım, piyasaya yeni adım atan grupların albümlerini dinlemekle geçiyor vaktim. dinlediklerim arasında daha sonra tekrar ve bolca dinlemek üzere kenara koyduğum albümleri keşfetmek, o müziği yapan müzisyenler kadar beni de mutlu ediyor. bu dönemde rastladığım gruplardan biri de mouse on the keys. adını manidar kılacak şekilde 2 piyano/klavye ve 1 davuldan oluşan bu trio, post rock ile jazz'ı füzyonlamaya gönül vermiş. grubun sayfasındaki bilgilere bakılacak olursa geçmişte jazz, funk, hip hop gibi türlere bulaşmış olan müzisyenlerin bu 3 enstrumanla 90'ların amerikan posthardcore'uyla modern klasik/jazz ve elektronik dans müziği üzerine eğildiğini görüyoruz. geçtiğimiz sene yayınladıkları debut albüm "an anxious object", ilk başta göze garip gelebilecek bu harmanı merak eden bünyeler için güzel bir örnek. altta paylaştığım video ise albümden favorim olan ve diğerlerine göre öne çıkan "spectres de mouse"a ait. farklı tatlar sevenler için birebir!


2 com

gecenin sesi

müzik güzel şey. hele içine daha da girip hayatın her dakikasını müzikle doldurmaya, anları kulaklıktan/hoparlörden çıkan melodilerle anlamlandırmaya çalışınca daha da güzel. arkadaşlarla takılırken, içerken, sevişirken, uykuya dalarken, yolda giderken... her ana gidecek melodiler var şu hayatta. replikas, her ne kadar "hiçbir şey gece kadar rahatsız etmiyor" dese de sakin bir gece, sessiz bir gece huzurun tam ortasıdır benim için. mark lanegan ile isobel campbell ortaklığının üçüncü ürünü olan "hawk", ikilinin önceki albümleri gibi tam geceye uyacak türden bir albüm. hafif bir esinti, kadehte viski, kulaklarda lanegan'ın şahsına münhasır sesi. daha ne olsun!

kapağına kurban olduğum "hawk"ın 2. sırasında yer alan "you won't let me down again"a ait klibi altta izleyebilirsiniz. içinde yol geçen görüntüleri ölesiye sevdiğimi daha önce söylemiş miydim?

4 com

icraatın içinden

sıcağı hiç sevmem, haliyle yazları da. aslında çocuklukta ve ilk gençlikte herhangi bir sorunum yoktu yazla. ne zaman ki üniversitede yaz okulunun abonesi oldum, o zaman benim için kayıp mevsim oldu yaz. hala da öyle. meslek icabı, şu ana kadar yazları çalışmamamın da katkısı büyük. evde oturulduğunda daha da kayıp gözüyle bakıyorum. hareket ettikçe terleyeceğini, yapış yapış bir formata bürüneceğini bilmek beni daha fazla tembelliğe itiyor. denize 5 dakika uzaklıkta oturduğum halde içine girebilmek için kilometrelerce yol kat etmek pek de bana göre değil. istisnası da oldu tabi geçen hafta. sadece 3 saatlik bir otobüs yolculuğuna katlanamadığımdan dolayı 1 yıldan beri uğramadığım ayvalık'a gitmek farz oldu.

aile büyüklerini ziyaret etmek, dostlarla vakit geçirmek, bir isveçli çiftle beraber kültür şokları yaşamak, sabahın ilk ışıklarına kadar kana alkol karıştırmak, sonrasında kokoreç krizine girmek, geceyi ayvalık'ın hırçın poyrazı altında tahta bir iskelenin üzerinde noktalamak, sabah lanet olası baş ağrısıyla uyanmak, kankayla beraber tarkan sevmediğini ve onun müziğinde asla dans etmeyeceğini söylemek, akabinde önceki gece tarkan eşliğinde dans edilen videoyu izleyerek şok geçirmek... hepsi koskoca bir yazın tek haftasına sıkıştırılmış aktiviteler. ve tembel bünyem için fazlasıyla atraksiyon içermekte.

meselenin blog kısmına girecek olursak, son 6 aydır eskisi kadar aktif olmadığımız aşikar. güncelliği yitirdiğimiz de öyle. tabi bunun arkasında yatan nedenler var; hayatımızı kurtarabilmemiz için başka şeylere ağırlık veriyor oluşumuz vs... gerçi yazın gelmesiyle bu bahane ortadan kalktı ancak yazın sıkıcılığı çok fena sarmış durumda. ayrıca belli bir süre yazmamak insanın yazma alışkanlığını da köreltiyor. illa öykü - roman yazmak anlamında değil, şuraya üç beş satır bir şey karalamak bile zorlaşabiliyor. üstüne üstlük sevgili kişisi burçin'in de şehir değiştirip bilgisayarla daha mesafeli hale gelecek oluşu, blogu sadece benim elime (hadi buna keyfime diyelim) bakar hale getirdi. artık günceli yakalamak gibi bir kaygım yok, yabancı mihraklardan haberleri çevirip buraya ekleyecek enerjim de. tekdüze olan şeyleri sevmiyorum, bu en başta benim için geçerli. bu nedenle de blogun kabuğunda ve içerisinde ufak tefek değişiklikler yapmaktan yanayım. havalar soğudukça kendime geleceğimi ve bunu yapabileceğimi düşünüyorum. şimdilik bu kadar.
0 com

yaz tribi

yazın tüm boşluğunu, sıkıcılığını dolduracak hatta anlamlandıracak bir albüm bu ayın başında best coast'tan geldi: "crazy for you". müziği için beach rock etiketini yapıştırmışlar ancak ekşi'de de karaladığım üzere beach rock nedir ne değildir çözebilmiş değilim. last.fm'den ve dinlediklerim kadarından garage pop yaftasını daha uygun buldum kendimce. yazın sıcağını hissettirecek türden soundu, basit ve inceden tembelliğe göz kırpan şarkı sözleri ve bethany'nin şirin mi şirin kedisiyle çok sevdim bu albümü. bu yazın, belki de senenin kazancıdır benim için.


0 com

this is the kit - "wriggle out the restless"

this is the kit, kate stables'in 5 senedir yürüttüğü solo projesi. şu sıralar paris'te yaşayan bir ingiliz olan stables, this is the kit projesinin yanı sıra yakın arkadaşı rachael dadd ile beraber whalebone polly ve jesse vernon ile beraber morning star gruplarında da marifetini sergiliyor. whalebone polly'de akustik folk müzik yapan stables'in 2008 yılında this is the kit adı altında yayınladığı ilk albümü "krulle bol"da da yakın çizgide şarkılara sahip. "krulle bol"'un bir başka dikkat çeken özelliği ise prodüksiyonunun john parish tarafından yapılmış oluşu. daha çok pj harvey ile çalışmalarından tanıdığımız, sparklehorse, tracy chapman gibi önemli isimlerin prodüktörlüğünü yapan parish'in genç bir müzisyenin ilk albümüne el atıyor oluşu oldukça heyecan verici. bir önceki postta home videosunu izleyebileceğiniz "irchwood beaker" ve "two wooden spoons" parçalarıyla dikkat çeken ilk albüm, kendi ülkesinin dışında japonya'da ve fransa'da basıldı ve ilgi gördü. albüm sonrası the national, jose gonzales, vetiver gibi isimlerle konserler verdi. ayrıca glastonbury festival'in akustik sahnesinde de çalma fırsatı yakaladı. geçtiğimiz sene whalebone polly için "taproot and sill" ep'sini kaydeden kate stables son zamanlarda kendi projesi üzerinde yoğunlaştı ve 18 ekim'de dreamboat records etiketiyle yayınlanacak yeni albümü "wriggle out the restless"'ı hazırladı.

this is the kit'in debut albümü "krulle bol"a baktığımızda kate stables'ın kulakları okşayan, hafif vokalinin yanında soundu belirleyen enstrumanlar gitar ve banjoydu. ikinci albüme kulak verdiğimizde ise enstrumanlardaki çeşitlilik ilk başta göze çarpıyor. stables'in gitar ve banjosuna trompet, klarnet, keman, keyboard, piyano gibi enstrumanlar katılmış ve this is the kit'in müziğini biraz farklı bir çizgiye taşırken soundu da daha üst seviyeye çıkarmış. bu noktada stables'e eşlik eden arkadaşlarından da bahsetmekte fayda var; portishead'te bas gitar çalan jim barr, fence'den rozi plain ve francois marry, daimi yol arkadaşları jesse vernon ve rachael dadd.

albümün açılış parçası "sometimes the sea" banjo tınılarıyla açılıyor ve diğer enstrumanların da katılımıyla derinliğe sahip oluyor. this is the kit'in evrilen müziğine dair ipuçları veren bir parça ve başlangıç için güzel bir seçim. "easy pickings", "trick you", "the turnip" ve "white ash cut" her ne kadar yan estrumanlarla zenginleştirilse de banjonun ön planda olduğu ve stables'in harika sesiyle değer kazanan parçalar. folk müziğin kalıplarına sahip ve debut albümün uzantıları olarak görülebilir. "sleeping bag"e de aynı çerçeveden bakmak mümkün sadece akustik gitar burada farkı yaratmakta. klarnetle açılan ve gitarın tompetle beraber stables'in sesine eşlik ettiği "waterproof" ile ardından gelen "spinny" albümde öne çıkan parçalar arasında. özellikle "spinny"de stables'in vokal performansı zirveye çıkıyor resmen. gelelim albümde en çok dikkat çeken parçalardan biri olan "see here"a. genel olarak soft bir havaya hakim olan albümde daha sert tonlara sahip bu parçadaki elektro gitar ve trompet kullanımıyla stables'in sesiyle harika bir uyum yakalanmış. ki aynı uyuma bir downtempo / triphop denemesi sayılabilecek "earthquake"te de rastlamak mümkün. bu iki harika parçada kate stables'ın sınırlarının dışına jim barr [portishead] tarafından itildiğini tahmin ediyorum. eğer this is the kit sonraki yapıtlarında farklı bir yöne kayacaksa "earthquake" bu noktada güzel bir örnek olabilir. albümü kapatan "moon" ise "see here" ve "earthquake" gibi farklılık taşıyan parçalardan biri. değişken tempoya sahip bu parça aynı zamanda albümden çıkacak ilk single için de seçildi. şarkıyı this is the kit'in myspace sayfasından dinlemeniz mümkün.

hafif bir sounda sahip this is the kit'in yeni albümü "wriggle out the restless", 18 ekim'de dreamboat records etiketiyle satışa çıkacak. güz günlerinde insanı dinlendirebilecek, yoldaysa ona eşlik edebilecek türden bir albüm bu. daha önce dinlemediğiniz yeni bir sesi keşfetmek için de güzel bir fırsat.

tracklist:
01. sometimes the sea
02. easy pickings
03. see here
04. waterproof
05. spinny
06. trick you
07. the turnip
08. white ash cut
09. earquake
10. sleeping bag
11. moon

http://www.thisisthekit.co.uk | myspace | facebook | last.fm

http://www.dreamboatrecords.co.uk
0 com

müziğin ev hali

this is the kit, paris'te yaşayan bir ingiliz olan kate stables'ın solo projesi. ilk video 2008'de yayınladığı ilk albüm "krulle bol"da yer alan "birchwood beaker". albümdeki favorilerimden biri. ev ortamında morningstar projesini paylaştığı jesse vernon ve şirin bir ufaklık eşlik ediyor kendisine. altındaki video ise ekim ayında dreamboat records etiketiyle piyasaya çıkacak yeni albümü "wriggle out the restless"ın kapanış parçası "moon". yine aynı ekip bu sefer eş dosta çalmış şarkıyı. seviyorum böyle samimiyet kokan videoları.



0 com

goldmund'dan yeni albüm

kısa bir süre öncesine kadar müzikal çalışmalarını helios adı altında yürüten keith kenniff'in son birkaç yıldır yürüttüğü yeni projesi goldmund önümüzdeki ay yeni meyvesini verecek. "corduroy road", "two point discrimination" ve "the malady of elegance" sonrası 23 ağustos'ta diskografisine "famous places" adını taşıyan albümü ekleyecek olan goldmund önümüzdeki ay albümde yer alan "brown creek" için bir promo videosu yayınlamış. görünüşe bakılırsa kenniff, yine piyanosuyla yaşadığımız günlere bir soundtrack tadında eşlik edecek.

0 com

grinderman - "heathen child" (yeni şarkı)

grinderman'in 6 eylül'de çıkacak single'ı "heathen child"a adını veren parça dün grup tarafından nette paylaşılmıştı. şarkı beklediğim tadda. daha çok ilk albüm ve az biraz da bad seeds'le olan son albüm "dig lazarus dig" ayarında; kirli ve güzel! ayrıca bu albümde de nick cave'in bizi tokat manyağı yapacağının habercisi.

0 com

pazar günü müziği

çoğu kişi pazar gününü sevmez, pazartesiye bağlandığı için. benim için durum farklı, seviyorum bu günü. geç uyanma fırsatı, keyifli sabah kahvaltıları, taşıdığı piknik potansiyeli, evin içinde veya dışarda aylakça takılma lüksü olabilir bana bu güne karşı sempati duymamı sağlayan. belki de senelerce pazar günü çalıştığımdan bu günün keyfine hasret kalmışlığım da bir başka neden olabilir. günün keyfini arttıracak önemli noktalardan birisi de elbette müzik. bu noktada kings of convenience, seabear, múm gibi gruplar ilaç niyetine benim için.

tesadüfün iğne deliği, bu sabah bloglarda takılırken rastladığım the greenland choir de bu ihtiyaca cevap verebilecek türden şarkılar yapan bir grup. saydığım üç gruba da yakın bir çizgide; oldukça sakin vokaller ve buna eşlik eden gitar tonları, piyano, glockenspiel ve melodikadan yayılan melodiler. kısacası insana huzur verebilecek her şey. the greenland choir'in şu ana kadar yayınladığı tek kayıt 2 sene önce çıkardığı 6 parçadan oluşan "we shall indeed turn dizzy then..." ep'si. devamı şu ana kadar neden gelmemiş merak konusu. last.fm, facebook üzerindeki profillerine bakılacak olursa da iyi zevke sahip müzikseverler tarafından keşfedilmeyi bekliyor gibiler. altta richard hunter tarafından çekilen klibi izlemeniz mümkün. ep'de de yer alan "the neptune song part ii"'nin klibinde sevimli bir panda kendi salonunda gidemediği uzayı yaratıyor ve kendi kendine eğleniyor. şarkıya yakışır şirinlikte bir klip. ingiliz grubun diğer şarkılarına kulak vermek içinse myspace adresi bir tık ötenizde: http://www.myspace.com/thegreenlandchoir



0 com

"yeniden sinematek"

yaz sıcağının izmir'i ve haliyle içindekileri kavurduğu şu günlerde vantilatörümün önünde saatlerimi harcamaktayım. şu yaşıma dizi cahili olarak geldiğimi daha önce belirtmiştim, bu günlerde kendimi "dexter"a verdim, bir sezonu 3-4 günde bitirip bir diğerine atlıyorum. diğer dizilere el atacak gibiyim. yaklaşık 3 hafta önce tamir edilen gözlüğümü almak için önceki gün nihayet kendimi sokağa attığımda izmir tarihi havagazı fabrikası'nda gerçekleştirilen sinematek günlerinin bu sene de düzenlendiğini gördüm. sinema klasiklerini elden geçirmek için iyi bir fırsat. henüz tecrübe etme fırsatı bulamadım ancak filmlerin çimlere yayılıp izlendiğini düşünmekteyim; aslında hayal etmekteyim demek daha doğru olur. hele bir de imbat üzerimizden eserse harika olur.

program 14 temmuz'da başlamış, yani 2 haftayı kaçırmış durumdayım. ancak 15 eylül'e kadar devam edecek. etkinliklerin ücretsiz olduğunu hatırlatayım. film programı ise şöyle:

14 temmuz 2010 çarşamba “altına hücum”
21 temmuz 2010 çarşamba “casablanca”
28 temmuz 2010 çarşamba “paris”te bir amerikalı”
04 ağustos 2010 çarşamba “macbeth”
11 ağustos 2010 çarşamba “yaban çilekleri”
18 ağustos 2010 çarşamba “kahraman şerif”
25 ağustos 2010 çarşamba “malta şahini”
01 eylül 2010 çarşamba “şahane macera”
08 eylül 2010 çarşamba “ip”
15 eylül 2010 çarşamba “rıhtımlar üzerinde”
0 com

mutants (2009)

fransız korku sinemasının son yıllardaki... eeee aynı lafları okumaktan gına gelenler için bir temcit pilavı da ben yapmayacağım. film hakkında karalayacaklarıma böylesi bir giriş yapmam da "mutants"'ın diğer örnekler kadar dikkat çekici olduğu anlamına da gelmiyor ne yazık ki. "à l'intérieur", "martyrs", "frontier(s)" sonrası "mutants" tam bir çirkin ördek yavrusu. tabi bu tanım benim için geçerli yoksa siz dışlanan bu yavruyu sevip ekmek parçalarıyla besleyebilirsiniz.

survival korku sınıfına ekleşebileceğimiz "mutants"ta sebebi bilinmeyen ve film boyunca öğrensek de rahatlasak dedirten bir nedenden dolayı bölge halkı mutasyon yaşamakta ve mutant hale gelince diğer insanlara saldırmaktadır. aslında son dönemde önümüze bolca konan infected türü canlılardan pek bir farkı yok bunların. virüsü kapan, sağlıklı insanlara saldırıp onların sağlıklı etlerini mideye indirmekte, virüsü yaymaktadır. hamile olan doktor sonia ve eşi marco ise hayatta kalmaya çalışmaya çabalamaktadır. onları bu ortamdan kurtaracak tek çıkar yol ise askeri üsse sığınmaktır.

filmin klişeden ibaret olan açılış sahnesi daha sonra yaşanacaklara ilişkin fikir vermekte. marco'nun virüsü kapmasından sonra sonia, marco'nun dönüşüme uğramasını engellemeye çalışır ancak başaramaz, yine de çok sever onu. öldürmeye kıyamaz, sevgi pıtırcığı bir mutant elde etmeyi başarır. benim için bir filmi kötü kılan da işte bu noktadır. can yücel, boşuna "bağlanmayacaksın" dememiş arkadaş, öldüreceksin. senin annen, kardeşin, sevgilin, arkadaşın artık her kimse zombieye, mutanta, virüslüye dönüştüyse gözünü kırpmadan uçuracaksın beynini arkadaş. çünkü gaddar olarak adledilen bu dünyada bir yaşam hakkına sahipsin ve bu hakkını böylesi salak romantizme kapılıp harcamamalısın. içimi de döktükten sonra filmin türdeşleri arasında geride kaldığını ancak makyaj ve efektlerin hatrına vakit öldürmek üzere çerez niyetine izlenebileceğini söyleyebilirim. izlemezseniz de çok bir şey kaybetmezsiniz.
0 com

tindersticks yeniden istanbul'da

neredeyse her albüm sonrası istanbul'a uğramayı ihmal etmeyen ingiliz grup, 20-21 eylül tarihlerinde iki gece üst üste babylon'da sahne alacak. grubun web sitesinde yer alan bilgiye göre biletler 13 temmuz'dan itibaren satışa çıkacak. bu sefer bari izleyeyim istiyorum. allta ise son albüm "falling down a mountain"dan ilk öne sürülen parça: "black smoke".

0 com

antony and the johnsons'dan yeni albüm

antony and the johnsons, "swanlights" adını taşıyan yeni stüdyo albümünü ekim'in 4'ünde piyasaya sürüyor. içerisinde 11 parçayı barındıran albümün bir diğer artısı ise özel baskısında 155 sayfalık bir kitabın bulunması. kitapta, vokalist antony hegarty'nin çizimleri, kolajları, yazıları ve fotoğrafları yer alıyor. özel baskıyla ilgili bir diğer önemli ayrıntı ise albümde de yer alan "flétta" adlı parçaya björk ile beraber yapılan düet. ikili daha önce björk'ün an itibarıyla son stüdyo albümü "volta"da "dull flame of desire"ı seslendirmişti. o projeden önce uzun bir zamandır antony ile beraber çalışmak istediğini söyleyen björk'ün bu şarkıya katkılarını şimdiden merak ediyorum doğrusu.

ikinci albüm "i am a bird now"ı yaralayıcı, ardılı "the crying light"ı sadeliğin başyapıtı olarak nitelendirildiği bültende "swanlights" için grubun en geniş çaptaki duygusal çalışması olduğu belirtiliyor. öyle gözüküyor ki sonbaharı hissettiğimiz ilk günlere "swanlights" damgasını vuracak. ayrıca albümün kapağına hasta oldum!
0 com

seabear - "wolfboy"

sevdiğim gruplardan sevdiğim parçaları akustik olarak dinlemek daha da keyif veriyor bana. hele akustik icralar eğer doğanın ortasındaysa daha da keyiflendiriyor. deftones'un "music in high places: live in hawaii" videosunu buna en güzel örnek olarak verebilirim. az önce facebook'ta seabear'ın paylaştığı video da tam bu hesap. geçtiğimiz ay hollanda'nın uthrecht şehrinde "the canal sessions" adlı yapımın konuğu olmuşlar. "wolfboy", "leafmask" ve "arms"ı seslendirmişler. bir botun üzerinde, kanalı arşınlıyorlar. ortama bayıldım, ve tabi videoya da. aralarından pek sevdiğim "wolfboy"u paylaşayım dedim. diğer parçaların yanı sıra oi va voi, coparck ile yaptıkları aynı formattaki çalışmaları http://thecanalsessions.com adresinden izleyebilirsiniz.

0 com

heathern child

grinderman'in yeni albümünün çıkacağından önceki ay bahsetmiştim. şimdiki mevzu ise dumanı üzerinde. yeni albümden ilk single olan "heathern child"ın 30 ağustos'ta piyasaya sürüleceği açıklandı. şarkının klibini ise uzun süredir nick cave ile ortak çalışan; "the road", "the proposition" filmlerinin yönetmenliğini yapan john hillcoat üstlendi. klibin trailerını şuradan izlemek mümkün.
0 com

rökkurró'dan yeni albüm

izlanda'dan devam edeyim. indie/folk grubu rökkurró, yeni albümü "i annan heim" için gün sayıyor. yeni albümden ilk şarkı olan "sólin mun skína"yı altta dinlemeniz mümkün. söz konusu parça, ayrıca albümden ilk single'da da yer almakta.

0 com

inspired by iceland

içimizdeki izlanda sevgisi malumunuz. gitmesek de görmesek de orada bizim için güzel melodiler yaratan grupları barındıran bir izlanda mevcut. ülke, son dönemde patlayan volkanı ve saçılan kül bulutlarıyla gündemdeydi. ardından izlanda hükümeti ülkeye turist çekebilmek için "inspired by iceland" adı altında bir kampanya düzenledi ve bu kampanya dahilinde ülkeyi tanıtan reklam filmleri çekildi. hükümetin ricası üzerine reklam filmlerini izlandik sanatçılar, facebook, twitter gibi çeşitli sosyal ağlarda paylaştılar.

kampanya ile ilgili yeni gelişme ise 1 temmuz'da yapılacak olan müzik festivali. aralarında spiritualized, gus gus, amiina, seabear gibi isimlerin bulunduğu gruplar arka arkaya sahne alacak. buyrun gelin diyorlar ancak uçak biletleri bir dünya para. gidemeyenleri de düşünmüşler: net üzerinden canlı ve beleşe yayınlayacaklar festivali. şu sıralar ise ülkenin farklı noktalarına yerleştirdikleri kameralarla bize oradaki hayatı aktarıyorlar, dibimizi düşürüyorlar yani.

0 com

morcheeba - "even though"

geçtiğimiz yaz ki istanbul yolculuklarımın fon müziğini oluşturan isimlerden biriydi morcheeba. gecenin bir saati kulaklıklarımı takıp, otobüsten ayrı bir boyuta geçerken, yazın o yapış yapış sıcaklığından bunalmış hafif uyuklarken kulaklarımın kıvrımlarından içeriye "enjoy the ride" dökülüyordu. dün sözlükte şarkıya sol frame'de denk gelince grubun yeni albümünün bu hafta satışa çıkacağı aklıma geldi. uzun zamandır şahsi meselelerden dolayı blogla ilgilenemeyince, hangi albümün ne zaman çıkacağını da takip edemez oldum. albümden ilk klip "even though" ise 3 hafta önce yayınlanmış, buyrun.

0 com

istanbul - strasbourg - paris

ilk stüdyo albümleri "ev" ile dikkatleri feci şekilde üzerlerine çeken gevende, geçtiğimiz yaz fransa'ya bir sefer düzenlemişti. bugün facebook'ta haberler kısmısına düşen bu video da grubun fransa çıkartmasına ait. seyfi cem baskın'ın hazırladığı videoda grupla beraber yol almaktayız, oldukça güzel bir çalışma olmuş. gevende'nin yeni albüm için hazırlıklarını sürdürdüğünü hatırlatıp videoyu sunayım.

0 com

yeni grinderman albümü eylül'de raflarda

23 ekim'de şuraya ufak bir not düşmüşüm yeni albüme dair. yeni yılın ilk aylarında çıkmasını ummuşum ama işler nick babanın keyfine göre ilerliyor tabi. albümün çıkış tarihi için 13 eylül demişler. "grinderman 2" adını taşıyan albüm, londra'da nick launay prodüktörlüğünde kaydedilmiş. albümün piyasaya çıkmasından sonra ise grup avrupa'yı arşınlayacak ancak listede istanbul yok, bize yine hasret var. ha bir de nick baba bıyıkları kesmiş, parlamış. warren ellis ise bildiğiniz gibi...
0 com

25 mayıs 2010 caspian konseri

god is an astronaut'un avrupa konserlerinin bir kismında ön grup olan ve önümüzdeki sonbaharda da god is an astronaut ile birlikte abd'yi turlayacak olan abd'li grup caspian 25 mayıs'ta istanbul'da!

post rock’ın amerika’daki en güçlü temsilcilerinden caspian, nisan ayında gerçekleştirdiği amerika turnesinden sonra mayıs ayında avrupa turnesi kapsamında 25 mayıs 2010 tarihinde istanbul’da punctum performance’ta!

2005’te ilk ep’leri “you are the conductor” ile bile büyük ses getiren beverlyli beşli caspian 2007’de çıkardığı “the four trees ile büyük bir patlama yaptı. 2009’da çıkardıkları ve şu ana kadar en başarılı işleri olan “tertia” ile ise bu başarının bir tesadüf olmadığını bizlere gösterdi. yeri geldiğinde sakin sularda dolanıp insanlara huzur veren caspian, yer yer ise sert progresif tonlarıyla seyircileri kendilerine bağlamakta ve coşturmakta.

25 mayıs’ta punctum performance’ta gerçekleşecek ve istanbul’daki dinleyicileriyle ilk defa buluşacak olan caspian, unutulmaz bir konser yaşatmak için sizleri bekliyor. gecenin açılışını seçtikleri parçalarla b yüzü dj set yaptıktan sonra, ortamı ısındırmak için kafabindünya sahne alacak.

müzikleriyle mogwai, god is an astronaut, mono gibi grupları çağrıştıran ve post rock'ın en iyi yeni yüzlerinden biri olan caspian 'in ilk istanbul konseri punctum performance’ta gerçekleşecek ve biletleri 30 tl’den satılmakta. konser günü kapıda 35 tl olacak.

caspian’in ilk istanbul konseri bugüne dek hail!, over the rainbow, god is an astronaut, kultur shock, vinnie moore ve marillion türkiye konserlerini düzenleyen mood pro tarafından ve b yüzü booking katkılarıyla düzenlenmekte.

bilet satiş noktalari ve konserle ilgili diğer bilgiler için www.mood-pro.com adresine bakiniz.

mekan: punctum performance - istiklal cad. atif yilmaz sok. no:17/a kat:3 beyoğlu / istanbul
tarih: 25 mayis 2010 sali
kapi açiliş: 21.00
açiliş grubu: kafabindünya
bilet fiyatlari: 30 tl (konser günü kapida 35 tl)
iletişim: info@mood-pro.com

1 com

ólafur arnalds – "hægt, kemur ljósið" (yeni klip)



ólafur arnalds'ın yeni albümü "...and they have escaped the weight of darkness"ı ay başında yayınlandı. albümden ilk video klip ise "hægt, kemur ljósið" parçasına ait oldu. "ljósið"den izler taşıyan şarkının klibinin yönetmenliğini esteban diácono yapmış. arjantinli, daha önce de "found songs"un en çok dikkat çeken parçası "ljósið"e de bir fan klibi hazırlamış ve klip, arnalds tarafından resmileştirilmişti.
0 com

paths of glory (1957)

dikkat! yazının tümü fena halde spoiler içerir.

stanley kubrick'in 50 yılı çoktan deviren filmi "paths of glory" hayatımızdan 1'23" alan ancak karşılığını fazlasıyla veren bir yapıttır. 1. dünya savaşı esnasında fransa ile almanya belli bir hat üzerinde savaşmış, bu hatta verilen uzun mücadelelerde ise her iki taraf da istediğini elde edemediği gibi birkaç kilometrekarelik toprağı kazanma uğruna binlerce insan kaybetmiştir. film de bu tarihsel bilgiyle açılıyor ve odak noktasını fransa ile almanya'nın çarpıştığı daha doğrusu insan öğüttüğü bu cepheye çeviriyor.

kubrick, 78 dakika boyunca ordu içerisindeki kopuklukları, rütbe kazanabilmek için yapılan çılgınlıkları, ve komutanların hırsları uğruna harcadıkları insan hayatlarını gözler önüne serer. fransız komutanın omzunun üzerine bir yıldız daha ekleyebilmek için alelacele hazırladığı saldırı planını başarısız olur, zaten o anki şartlarda başarının yakalanması sürprizdir. elbette başarısızlığın faturası birilerine kesilecektir. ve bu fatura da fillere değil, üzerinde tepiştikleri çimlere ait olacaktır. bu noktada oyununun en önemli piyonunu ileri sürer kubrick, kirk douglas'ın canlandırdığı albay dax. albay, adaletten uzak, rütbelilerin etkisi altında karar veren askeri mahkemelerin halini bize sunduktan sonra üstleri arasındaki çıkar ilişkilerine çomağını sokara devranın tersine dönmesini sağlar.

kubrick'in militarizme olan eleştirilerinin fazlasıyla hissedildiği bu bölümden sonra son 5 dakikada izleyeni daha büyük bir sürpriz beklemektedir; çünkü kubrick, esas tokadı sona saklamıştır. arkadaşlarının haksız idamlarından sonra geride kalan erlerin moralini düzeltmek için bir eğlence tertiplenmiştir. eğlencede sahneye bir alman kızı çıkarılır ve fransız askerler aylardır kadınsız olmanın verdiği iştahla, savaştıkları milletten olan bu kıza adeta bir yiyecek gibi bakar. bu atmosferde ezilen alman kızı çekinerek başlar şarkısına. o asker türküsünü söyledikçe ona aşağılayıcı bakışlar atan gözler buğulanmaya başlar yavaşça ve sonra yaşlar süzülür gözlerden. dillerden ise şarkının ezgileri dökülmeye başlar. rütbelilerin bir savaş makinesi haline dönüştürdüğü bedenler, insan olduklarının farkına varır.
0 com

11 mayıs 2010 riverside konseri

avrupa’nın en önemli progressive rock gruplarından riverside, 3 yıl aradan sonra tekrar istanbul’da!

ülkemizde “second life syndrome” albümü ile birlikte hatırı sayılır bir fan kitlesi kazanan ve masstival 2007 sahnesindeki üstün performansları ile türkiyeli müzikseverleri mest eden riverside 2001 yılında kuruldu ve bugüne dek out of myself, second life syndrome, rapid eye movement ve anno domini high definition isminde 4 albüm yayınladı. özellikle 2005 yılı albümleri second life syndrome albümü ile sükse yapan grup en son 2009 yılında çıkardığı anno domini high definition albümü ile gelip geçici bir grup olmadığını, progressive rock sahnesinin en önemli gruplarından biri olduğunu kanıtladı.

pink floyd, porcupine tree, opeth, dream theater ve tool gibi grupların etkilerinin hissedildiği riversıde’ın secondlife syndrome albümü en iyi 100 progressive rock albümü listesinde 43. sırada yer almaktadır.

44 dakika 44 saniye süren "anno domini high definiton" albümü ile bir çok rock, metal, progressive rock müzik dergisinden yüksek puanlar ve övgü dolu eleştiriler alan riverside'ın 11 mayıs'ta gerçekleşecek konseri bugüne dek hail!, over the rainbow, god is an astronaut, kultur shock, vinnie moore ve marillion türkiye konserlerini düzenleyen mood pro tarafından düzenlenmekte.

bilet satış noktaları ve konserle ilgili detaylı bilgi için www.mood-pro.com adresine bakınız.


mekan: punctum performance – istiklal cad. atıf yılmaz sok. no:17/a kat:3 beyoğlu / istanbul
tarih: 11 mayıs 2010 salı
kapı açılış: 21.00
bilet fiyatları: 35 tl (kapıda 40 tl)

0 com

yeni albümün habercisi

geçtiğimiz sene julian plenti'nin solo albümünü çıkarmasından sonra gözler artık grubuna çevrilmişti. interpol de albüme dair sinyalleri çakmaya başladı. işte yeni parçaları "lights", indirmek için e-mail adresinizi kendilerine feda etmeniz yeterli.








0 com

yeni sigur rós albümü 2011'de

son günlerde solo albümünü çıkaran ve turneye çıkmaya hazırlanan jónsi'nin son zamanlarda solo işlerine daha fazla zaman harcıyor oluşu yeni sigur rós albümü üzerine endişelerimi arttırıyordu. ancak bugün denk geldiğim bir habere göre grup yeni albümün kayıtlarına önümüzdeki ay başlayacakmış. jónsi de bu haberi doğruladı. yılın geri kalanında bir yandan turlayacak olan jónsi bir yandan da grup elemanlarıyla buluşup yeni albümü hazırlayacak. yeni albümün kaydı ise grubun şimdiye kadar albümlerini kaydettiği kendi stüdyosunda olmayacak. söz konusu stüdyo artık diğer gruplara kiralanıyor. yani parayı denkleştirip grubun stüdyosunda çalabilirsiniz, tabi bir de izlanda'ya gitmeniz gerek.
0 com

ada: zombilerin düğünü (2009)

geçtiğimiz yaz ilk türk zombie filmi çekileceği haberini öğrendiğimde oldukça heyecanlanmıştım. senelerdir kafamda kurduğum, yurdum topraklarını zombieler istila etse ne olurdu sorusunun cevabı ortaya çıkacaktı. sonra facebook üzerinden gönüllü zombie olmak isteyenlere çağrıda bulunuldu, oraya gidip birkaç saatliğine de olsa zombie olmayı çok istemiştim, üstelik bu konuda gayet yeterli olduğumu düşünüyorken :) ancak şartlar istanbul'a gitmeye elvermedi. popomun üzerine oturup filmin çıkmasını beklemeye başladım.

bundan 11 sene önce yaratılan kurmaca bir öykü ile beraber önümüze sunulan "the blair witch project"'in gerçekçiliğini doruk noktaya çıkaran handycam çekimleri yakın dönemde karşımıza daha sık çıkar oldu. romero'nun senaryosunu yazdığı "diary of the dead", dev bir canavarın new york'ta yarattığı dehşeti anlatan "cloverfield", yakın döneme damgasını vuran ispanyol korku serisi "[rec]"ve "[rec]2" bu türde ilk aklıma gelen örnekler. "ada: zombielerin düğünü" de bu zincire eklenen yeni halka oldu.

türkiye'nin ilk zombie filmi olma iddiasını taşıyan ve her fırsatta bu özelliğini öne süren film, haliyle ben gibi zombie sinemasına düşkün insanların yanı sıra korkuseverlerin de ilgi odağı haline geldi ve filme dair beklentileri arttı. ancak bu noktanın film için bir handikap olduğunu düşünüyorum. öyle ki filmde ön plana, zombielerden daha çok gençlerin geyik dozajı yüksek diyalogları çıkmakta. zombie sinemasının olmazsa olmazı gore sahnelere, yaşayan ölülerin yarattığı dehşete bolca rastlayacağımı düşünürken, bu beklentim havada kaldı (ancak dükkan-ül hayal'in elinden çıkan makyaj ve efektlerin başarılı olduğunu söyleyebilirim). özellikle düğün sonrasındaki orman sahnelerinde gençlerin zombielerle karşılaştığı anda tavan yapan gerilim, birden başka sahneye atlanmasıyla bir anda dibe vuruyor ki insanın hevesi kursağı kalıyor. bu sahnelerin dışında filmde gerilim adına pek bir şeye rastlamıyoruz. bu durumu da kameranın kişiye bağımlı olmasına mı yoralım (aynı şartlara sahip "diary of the dead"de gerilim üst düzeydeydi, elde romero tecrübesi olduğunu unutmayalım) yoksa arazinin genişliğine mi ([rec] serisinde klostrofobik atmosferin de yarattığı gerilimin payı var, hem de zombielerle yakın temas daha fazlaydı). aslında her ikisi de değil gibi. anlaşılan filmin yönetmenleri murat emir eren ile talip ertürk, korku-komedi terazisinde komedinin ağır basmasını tercih etmiş ve bunu gerek istila öncesi dönen geyikler gerekse sonrasında zombieler üzerinden dönen muhabbetler üzerinde yoğunlaştırmış. yani "ada: zombilerin düğünü", türünün en iyi örneği olan "shaun of the dead" veya son dönemde dikkat çeken "zombieland" ve "doghouse"da rastladığımız gibi komedi unsurları zombielere çok bağlı değil, bu da bütçe meselesi sonuçta. geyik dozu yüksek diyalogların samimiyeti ise filmin korku yönündeki olumsuzluklarını örtecek hatta filmi zevkle izlenir kılacak kadar başarılı. zaten filmden sonra akıllarda zombielerden ziyade diyaloglar kalıyor.
0 com

pj harvey - "let england shake" (yeni şarkı)

yeni şarkı diyorum ancak geçtiğimiz yazdan beri konserlerde icra ediyor kendisi, bu noktadan bakarsak pek de yeni sayılmaz :) geçtiğimiz pazar sabahı bbc'de andrew marr'ın konuğu olan pj harvey "let england shake"i icra etmiş. buyrun burdan yakın.


(tünelciler için: http://www.youtube.com/watch?v=64C6Ih4QlrE)
0 com

zmd: zombies of mass destruction (2009)

zombie sineması, üzerinden mesaj vermeye oldukça açık bir janrdır. özellikle romero, filmlerinde bu yolu tercih etmeyi pek sever. ancak her yiğidin de harcı değil bu mesele. özellikle de "zmd"ye bakınca bunu daha kolay anlıyoruz. son dönemde sürüsüyle örneğini izlediğimiz korku-komedi türüne ait olan filmde mizah, özellikle amerikalıların müslümanlara bakış açısı ve amerikan muhafazakar kesiminin eşcinseller üzerine olan tutumları üzerine kurulmaya çalışılmış ancak çok sırıtmış. tüm bu yapaylık filmin ilk çeyreğini kaplıyor ve izleyeni bayıyor. taa ki zombie kardeşler ortalığı kan gölü çevirene, eğlence başlayana kadar. başarılı zombie makyajları ve efektlerin yerinde kullanımı açılıştaki sıkıntıyı unutturuyor. geriye kalan kısımda türünün klişelerini bulunması bana pek dokunmadı, pek eğlendim. ayrıca 2011'de filme kardeş geliyormuş.
3 com

gogol bordello - "immigraniada" (yeni şarkı)

gogol bordello'nun yeni albümü "trans-continental" önümüzdeki hafta yayınlanacak. grup geçtiğimiz günlerde bbc2'deki şovunda yeni albümden "we comin rougher (immigraniada)"ı icra etmiş. buyrunuz.


(tünelleri aş da gel: http://www.youtube.com/watch?v=OauoL-z3K5E)
0 com

survival of the dead (2009)

zombie sineması denilince akla ilk gelen isimlerden olan george a. romero'nun son marifeti "survival of the dead" ile karşı karşıyayız. romero, son dönemde yaptığı filmlerinde, artık çağımızın gereği midir bilinmez, zombielerini modern bir hale sokmuştu. örneğin 2005 yapımı "land of the dead"de zombieler bir bilince sahipti ve liderleri doğrultusunda hareket ediyordu, 2007 tarihli "diary of the dead"de zombielerden kaçan, hayatta kalmaya çalışanları günümüz teknolojisinin nimetlerini kullanırken izlemiştik. 2008'de gösterime giren, romero'nun sadece senaryosunu yazdığı "day of the dead"de ise zombielerimiz olağanüstü güçlere sahipti, aynı danny boyle'un başımıza musallat ettiği koşan, oradan oraya atlayıp zıplayan zombieler vardı.

"survival of the dead"de ise farklı bir özellikte zombieleri görüyoruz: günlük yaşamlarındaki rutine ölüyken de sahipler. mesela postacı zombie amcamız, mektupları posta kutusuna atıyor; oduncu zombiemiz kolum kopar mı diye düşünmeden baltasını sallıyor odunlara; adanın genç ve güzel zombiesi ise sürüyor atını kırlara, ovalara tey teyy... ancak zombienin en temel özelliğinden ödün vermiyor bu filminde romero, virüs veya radyoaktiviteye dair hiçbir şey yok, herhangi bir şekilde ölen, hoop zombie olarak dikeliyor ayağa; eski usül, gavurun deyimiyle oldschool.

belki filmle ilgili çıkan haberlerden duymuşsunuzdur, bu film bir adada geçiyor. aynen bizim ilk zombie filmimiz "ada: zombilerin düğünü"nde olduğu gibi, tesadüfün iğne deliği işte. ayrıca romero, adada yaşayan karakterleri oluştururken bizim "tosun paşa"dan esinlenmiş. nasıl "tosun paşa"da yeşil vadiye hakim olmaya çalışan seferoğulları ile tellioğulları varsa bu filmde de plum adasına hükmetmek isteyen o'flynn ile muldoon aileleri mevcut. ve ortada yine bir hatun meselesi var. bir yandan adada zombieler peydah olurken diğer yandan da bu iki aile birbiriyle mücadele ediyor. ve araya romero filmlerinin klasiği olan silahlı kuvvetler giriyor, ki onlar da zombie istilasından kaçmaktadır. yalnız klasik demişken, öncekilerde askeriye filmin sonunda devreye girer ve son kalanları yanlarına alıp giderdi, burada ise onlar da hayatta kalma mücadelesi vermekte, durum vahim yani.

ve romer'oğlan der ki: "bu aşağılık dünyada birileri bayrağını diker ve başkası o bayrağı indirip kendininkini diker. çok yakında hiç kimse, savaşı başlatanların o bayraklarla uğraşanlar olduğunu hatırlamaz."
0 com

bir belgesel de josé gonzalez için

son dönemde müzik gruplarıyla ilgili belgeseller birbiri ardına gelmeye başladı. radarıma (biraz geç olsa da) en son takılan belgesel josé gonzalez üzerine. isveç'te yaşayan arjantin kökenli sanatçıya the knife'ın "heartbeats"'ine veya massive attack'in "teardrop"'ına yaptığı coverlardan denk gelmeniz yüksek ihtimal. ayrıca, indie folk üzerine eserler veren gonzalez'in 2003'te çıkardığı "veneer" ve 2007 tarihli "in our nature" albümleri mevcut. "the extraordinary ordinary life of josé gonzález" adını taşıyan ve yönetmenliğini mikel cee karlsson, fredrik egerstrand ikilisinin yaptığı belgesel video günlüğü tadında ve kendisinin konserlerinden de izler taşıyor. 33. göteborg uluslararası film festivali'nin açılış filmi olan belgeselin fragmanını altta izlemeniz mümkün.

3 com

olöf arnalds feat. björk

olöf arnalds'ın hazırlıklarını tamamladığı yeni albümü "innundir skinni"nin çıkmasını bekliyoruz. bu bekleme sürecinde gelen bir haber ise albümle ilgili beklentileri daha da arttırdı. albümde 7. sırada dinleyeceğimiz "surrender" adlı parçada olöf arnalds'a björk eşlik etmiş ve parçayı ikisi beraber seslendirmiş. ortaya nasıl bir şey çıktığını merak ediyorum doğrusu.

arnalds ile bir başka mevzu ise yeni yılın başında amerika'da piyasaya sürdüğü debut albümü "við og við"in spin, nme, vanity fair, the new york times, paste gibi hatrı sayılır dergilerden övgüler almış olması. albümü geçtiğimiz 10 yılın en iyi 100 albümü içerisine katan mojo, arnalds için "reykjavik'in kate bush'a cevabı" demiş.

kendisinin yeni albümüne ismini veren parçayı altta dinlemeniz mümkün.


(tünele giriş: http://www.youtube.com/watch?v=q0025Z8r-Aw)
0 com

kötü tohumlardan eski albümler

last.fm'in yeni özelliklerinden biri olan ve kullanışını arttıran, dinlenen sanatçıların yeni albüm çıkardığını haber veren kısımda geçtiğimiz günlerde gözüme çarpmıştı eski nick cave and the bad seeds albümleri. biz nick cave ve kötü tohumlarından yeni albüm bekleyeduralım onlar bu boşluğu eski albümleri remastered ederek (fiile dikkat!) önümüze koyuyor. geçtiğimiz sene grubun ilk dört albümü ("from her to eternity", "the firstborn is dead", "kicking against the pricks", "your funeral... my trial") yeniden elden geçirilip basılmıştı. bu sene de 5, 6 ve 7. albümleri olan "tender prey", "the good son" ve "henry's dream" basıldı. orjinal kayıtların 5.1 surround sese göre ayarlanıp basıldığı albümlerin albenisini arttırmak için her biri ayrı çift cd içeren paketlere b-sidelar ve videolar albümlere eklenmiş. koleksiyonerlerin mutlaka ilgisini çekecektir. yeni albüm mü? şu an için ses yok.
0 com

efes pilsen one love festival 9

her sene haziran ayının ortasını eğlence zamanına çeviren efes pilsen one love festival'in 9.sunun kadrosu bugün açıklandı. önceki senelere göre azcık da olsa geç açıklanan ve bünyesinde yer alacak grupları gün geçtikçe merak ettiren festivalde groove armada, the ting tings, de la soul, the whitest boy alive, wild beasts sahne alacak. tabi gün itibarıyla açıklanan isimler böyle, ileriki günlerde yeni isimlerin açıklanacağını belirtmekte fayda var. 19-20 haziran'da gerçekleşecek festivalle ilgili haberleri takip etmek için şu yolları izleyebilirsiniz:

www.efespilsenonelove.com
twitter
facebook fan page