2009'da müzik sahnesine geri dönen gruplar arasında the libertines de olabilir. nme dergisinin müzik ödüllerinin dağıtıldığı gece pete doherty libertines'in geri dönme ihtimalinden bahsetmiş. hem de kendi kendisine çıkmamış bu olay, eski yoldaşı carl barat ile ortak fikirleri. çok yakında solo albümü piyasaya çıkacak olan doherty'nin diğer grubu olan babyshambles'ın da kaydı yakında piyasada olacak. belki yeni bir albüm de libertines'den gelir, kim bilir?
la science des rêves ve be kind rewind filmleriyle de kendisine karşı aşırı sempati beslediğim michel gondry'nin pierre bismuth ve charlie kaufman ile beraber senaryosunu yazdığı ve kendi yönettiği filmin başrollerinde jim carrey, kate winslet, kirsten dunst, tom wilkinson, elijah wood ve çoğu önemli filmde rol alıp pek rağbet görmeyen fakat usta oyuncu kategorisine girebilecek derecede iyi performans gösteren mark ruffalo var. "en iyi orjinal senaryo" dalında oscar kazanan film, 8.4'lük yüksek bir puanla da imdb top 250 listesinde 59. sırada yer alıyor.
bir kumsal partisinde tanışan joel barish ve clementine kruczynski, başta birbirlerinden her ne kadar farklı gözükselerde, 2 yıllık ilişkileri ve ardından yaşanan olaylarda birbirleri için yaratıldıklarını anlayacaklardır. tahammülsüzlük ve en ufak bir hatadan çıkan kavgalar artık bu ilişkinin sonu olur ve ayrılırlar. her ilişki bitiminde zor da olsa gerçekleştirilmek istenen "unutmak" eylemi, clementine'in tek çaresidir ve bunu gerçekleştirebilmek için insanların hafızalarından istedikleri kısımları silebilen bir kliniğe gider, ardından joel barish'i tamamen unutur.
sevgililer günü için aldığı hediyeyi clementine'e vermek için çalıştığı yere giden joel, clementine'in kendisine sanki hiç tanışmamışlar gibi davranmasıyla çılgına döner ve bir süre sonra gerçeği öğrenir; clementine onu hafızasından sildirmiştir. duyduğu öfkeyle bir intikam almak ister, ve intikam şekli çok basittir, clementine'in ona yaptığını yapmak. hafızasını sildirmek için gerekli olan herşeyi yapan joel, makineye bağlandıktan sonra silme işlemi esnasında ilişkilerini, yaşadıklarını, paylaşımlarını tekrar görünce, bunu yaptığı için pişman olur ve vazgeçmek ister. işte bu aşamada ikilinin güzel anılarını izliyoruz, ve tabi birbirlerini kaybetmemek için ne kadar çaba gösterdiklerini...
geneli kadar sonu da çok etkileyici. filmin isminin didaktik şiirleriyle ünlü şair alexander pope'un "eloisa to abelard" isimli şiirinden alındığını da bilmek gerekir. aslı oldukça uzun olan şiirin dört dizesi, filme hayat vermiş;
how happy is the blameless vestal's lot! the world forgetting, by the world forgot; eternal sunshine of the spotless mind! each pray'r accepted, and each wish resign'd.
wallace and gromit serisinin 2. filmi, imdb'den aldığı 8.6 puanın da etkisiyle ilk filme göre çok daha başarılı gözüküyor. a grand day out'da olduğu gibi senarist ve yönetmen nick park, senaryoda bob baker'dan yardım da almış. ayrıca müzikler yine julian nott'a, wallace'ın seslendirmesi de peter sallis'e ait. 30 dakika süren ve "en iyi kısa/animasyon film ödülü" dalında bir oscara sahip olan the wrong trousers, bafta ödüllerinde aldığı "en iyi animsyon film ödülü"nün de haricinde farklı festivallerde aday olduğu tam 7 ödülü silip süpürmüş.
wallace çektiği para sıkıntısı yüzünden eve bir kiracı almak ister. şapşal bir penguen kiracı bulur ve odalarından birini ona verir. penguen, wallace'a inanılmaz derecede yalakalık yapmaya başlar, hatta gromit'in odasına yerleşecek kadar da yüzsüzdür. wallace'ın doğum günü hediyesi olarak gromit'e aldığı elektronik bir pantolonu gözüne kestirip, sahip olmak istediği elması çalmak için suç aleti olarak kullanacak olan penguen, wallace ve gromit'in arasını her ne kadar açsa da bunu başaramayacak ve hapsi boylayacaktır.
nick park'ın kariyerinin en önemli projelerinden olmuş the wrong trousers. ilk filme oranla daha ilgi çekici olması, oscar kazanmasıyla büyük başarı sağlamış. kesinlikle izlenmeli, ama ilk filmi izlemeden izlemeyin, sırayla gitmek en iyisi.
animasyon ve stop-motion tekniği ile çekilmiş wallace and gromit dörtlemesinin ilk filmi, nick park'ın ilk kısa metraj filmi olma özelliğini de taşıyor. kısa film, animasyon ve stop-motion türleri arasında en bilinenlerden olan a grand day out, imdb'den de 7.8 gibi yüksek bir puanla karşımıza çıkıyor. wallace'ın seslendirmesini peter sallis'in yaptığı film, 23 dakika sürmesinin yanısıra, adeta keşke hiç bitmese dedirtiyor. 1991 yılında "en iyi kısa/animasyon film" dalında oscara aday olan fakat buradan eli boş dönen film, 1990 yılında bafta ödüllerinde "en iyi animasyon film ödülü"nü alıyor. ama üzüldüğüm nokta müzikleri ile ilgili hiçbir ödül adaylığı bulunmaması. çünkü julian nott gerçekten çok eğlenceli müzikler yapmış film için, yazık olmuş.
wallace ve kadim dostu, aynı zamanda köpeği gromit'in tatil yapacak bir yer aramalarıyla başlar herşey. doğru düzgün bir tatil mekanı bulamayan ikili, şans eseri evde biten peynirden yola çıkarak ay'a gitmek isterler. ay'ın peynirden olduğuna dair anlatılanları hatırladıktan sonra tabi. kendi yaptıkları roketle ay'a giderler fakat "ay peyniri"ni fazla beğendikleri de söylenemez. işte böyle başlar macera, ve böyle de biter.
1902 çekim georges méliès filmi "le voyage dans la lune"a (ay'a seyahat) direkt olarak bir gönderme var bir kere filmde. çoğu web sitesi bu göndermenin kötü niyetli olduğunu varsaymış, fakat bunu en iyi nick park bilir diyerek susuyorum. özellikle çocuklar başta olmak üzere benim gibi stop-motion hayranlarının da ilgisini çekecek bir film "a grand day out". izlenmeli.
isminin sonunda berry olan her türlü meyveye düşkünlüğü olan benim gerek adıyla gerekse aralarında jude law, natalie portman, norah jones gibi oyuncuların bulunduğu kadrosuyla ilgimi çeken bir film "my blueberry nights" (sinemalarımızda "benim aşk pastam" gibi idiot bir isimle gösterime girmişti). yönetmenliğini yapan kar wai wong, senaryoyu lawrence block ile beraber oluşturmuş. yukarıda saydığım isimlerin dışında rachel weisz, frankie faison, david strathairn gibi isimler filmde rol alıyor.
jeremy, şehrin herhangi bir sokağında herhangi bir cafe/bar'ı (veya bistro mu demeliyim?) çalıştıran, katya ile yaşadığı ilişki hüsranla sonuçlanmış ve o ilişkiden geriye bir anahtar kalmış olan, mekanında kendisinki gibi anahtarların içerisinde bulunduğu bir cam kavanozu barındıran herhangi biridir. müşterilerini yediklerine göre kategorilendirip o şekilde anımsar. bir akşam çalıştığı mekana elizabeth'in yolu düşer. sevgilisinin o mekana uğrayıp uğramadığı konusunda jeremy'den bilgi almaya çalışan elizabeth, çok geçmeden istemediği bir gerçekle karşı karşıya kalır; aldatılıyordur. konuşmaya ihtiyaç duyar ve içini jeremy'e döker, yollara düşme arzusundan bahseder. jeremy de aragazı verince, elizabeth new york'u ardında bırakarak yola çıkar.
genelde film yazılarımda spoiler vermemeye çalışıp filmden alacağınız zevki öldürmemeye çalışıyorum. ancak internet üzerinde film hakkında okuduğum yorumların dengesiz oluşu, beni içerisinde bolca spoiler barındıran ve kendi yorumlarımın bulunduğu bir yazı yazmaya itiyor. filmi izlediyseniz ve kişisel görüşlerimi okumak istiyorsanız devam edebiliriz. filmi izlemeyenler iki paragrafı atlayıp devam edebilir veya çok fazla acıtmayan spoilerla kaplı yazıyı okuyabilir. zaten en büyük spoiler film afişinde verilmemiş mi?
film hakkında okuduğum yazılarda elizabeth'in bu yolculuğu için gerçek aşkı arama, kendisini tanıma hatta insanları tanıma yolculuğu denilmiş ve kısaca iç dünyasına yaptığı bir yolculuk olarak adlandırılmış. ben tüm bu yorumlara katılmıyorum. eğer gerçek aşkı arama yolculuğuysa ,o kadar dönüp durduktan sonra jeremy'e kalbini açması ancak karşımıza "simyacı" türü bayatlamış bir öykü çıkarırdı. kendisini tanıma mevzusu ise tamamen çelişkili. kendisini tanımak için yola çıkan bir insan gündüz dinerda, gece barda çalışıp, hayatın yoğunluğuna kendini kaptırmak istemez. elizabeth'in gündüz gece işlerle uğraşmasının ilk nedeni yaşadıklarından uzaklaşma, işlerin yoğunluğu ve yorgunluğu içerisinde kendisini kaybedip onları unutma çabası ikinci nedeni ise yolculuğunu daha özgür kılacak bir araba alma isteği. ne var ki ilk durağı olan memphis'te çalıştığı barda tanıştığı alkolik polis memuru arnie ve daha sonraki durağı olan nevada'da çalıştığı kumarhanede tanıştığı kumarbaz leslie kendisi gibi sorunlarından kaçmaya çalışan iki karakterdir. arnie, evliliğindeki sorunları unutmak için kendisini alkole, leslie ise babasıyla olan sorunları göz ardı edebilmek için kendisini kumara vermiş sıradan insanlardır. elizabeth, karşılaştığı bu iki tipte de kendisini bir parça bulabilmiş ancak kendi sonununda onlar gibi olmasından çekinerek şehre geri dönüp jeremy'nin barının kapısından içeri girmiştir.
arnie ile leslie arasında kurduğum paralelliğin farklı bir türünü sue lynne ile leslie arasında kurmak mümkün. sue lynne, kendisinden yaşça büyük olan kocası arnie ile evliliğini, arnie'nin kendisine olan aşırı düşkünlüğünden dolayı bırakmış, kocası olmadan daha rahat nefes alabileceğini düşünmüş, kocasını terkettikten sonra kasabanın gençleriyle beraber olmaya başlamış fettan bir kadındır. kocasını bırakmış olsa da yine onun varlığından rahatsız olmaktadır. eğer arnie ölse daha da özgür olacağını düşünmektedir. ne var ki arnie'nin kaza gibi görünen ama bir intihar olan ölümüyle ne kadar yalnız olduğunu, kocasının onun üzerine titremesini özlediğini farketmiştir. leslie ise kumarhanelerde baba parasını sorumsuzca yiyen, insanlara güveni olmayan ancak kendisine ne kadar güvendiğini sürekli dile getiren, rüküş giyinen bir kadındır. elizabeth'in kendisine duyduğu güveni kullanıp onu kandırır ve beraberinde vegas'a sürükler. bu arada babası hakkında sürekli ileri geri konuşarak ondan hazzetmediğini anlatır elizabeth'e. vegas'a ulaştıklarında babasının hasta olduğu haberini alır. ama babasının her zaman yaptığı oyunlardan biri olduğunu düşünür, olayı umursamaz. gerçek ise başkadır ve babası ölmüştür. kötü haberi öğrenmesiyle o kendine güveni olan kadından eser kalmaz, aynen sue lynne gibi yıkılır. renklerin, tonlamaların ve ışığın kullanımı mükemmel olmuş. öncelikle filmi keyifle izlememe etki eden faktörlerin en başında geliyor. gerek kar wai wong gerekse görüntü yönetmeni mavinin egemen olduğu (betty blue'yu da çok seviyorum), her karesi bir fotoğraf tadında olan, izleyene (izlemesini bilene mi demeliyim?) görsel şölen sunan bir film yapmışlar.
izleyip yorumda bulunanlar en fazla norah jones'un oyunculuğuna takılıp kalmış. acep analarının karnından başrol oyuncusu olarak mı çıkmışlardır bilmem ama norah'ı ben yeterli buldum oynadığı karaktere göre. ben en çok arnie'yi canlandıran david strathairn'in performansından etkilendim. kısa süre yer alsa da oynadığı karakterle filme damgasını vurmuş. arnie'nin karısı sue lynne'i canlandıran rachel weisz ise ayrı bir güzellik. hangi erkek böyle bir kadına tutkun olup, terkedilişinden sonra arnie gibi kendini alkole vermez ki (bu cümle az sonra çok başımı ağrıtacak ama yazmadan edemedim (: ).
izlemeyeniniz varsa jude law, natalie portman oynuyor diye filmi izlemeyin, sıkılırsınız. ondan sonra saçma sapan yorumlar yapıp can sıkıyorsunuz. sizin için bol bol film üretiyor hollywood, onlardan tadın. yok eğer benim canım güzel renk ve müziklerle süslenmiş buruk bir hikaye izlemek istiyor diyorsanız izleyin bu filmi. son olarak film çok fena turta tüketmeye teşvik ediyor filmi. başlamadan önce el altında bulundurmakta fayda var. filmi izleyip aş ermenin de gereği yok değil mi?
24 yaşında bir ingiliz hanfendisi edasındaki lily allen ile pek yakın arkadaşı lindsay lohan birlikte bir albüm kaydetmeye karar vermişler. çok yakında stüdyo çalışmalarına başlanacak albüm için önyargılı davranarak şimdiden vasat yakıştırmasını yapıyorum. lily allen açısından şüphem yok fakat lohan tam bir milli felaket olduğu için o projeyi de mahveder düşüncesindeyim. bekleyip göreceğiz.
daha önce 1958 yılında george abbott ve stanley donen tarafından beyazperdeye uyarlanmış olan müzikal, tuttuğu takımın şampiyon olması için şeytanla anlaşma yapan bir beyzbol fanatiğinin hikayesini anlatıyor. çağımıza uyarlanmış klasik faust hikayesi olan ve pek yakında çekimlerine başlanacak olan filmimizin başrollerinde yer alması için jim carrey ve jake gyllenhaal ile görüşmelere başlandığı konuşuluyor. her müzikal gibi eğlenceli olacağa benziyor, jim carrey de kesin olursa tadından yenmez.
black eyed peas'in 5. stüdyo albümü yaza girerken piyasada olacak. albümün adı "the e.n.d", açılımını ise "the energy never dies" olarak belirlemişler. en son albümleri "monkey business"'tan bu yana 4 yıl geçtikten sonra dinleyicileriyle buluşacak olan grubun 18 mayıs'ta albümden ilk single'ı "boom boom pow" yayımlanacak. albümün çıkış tarihi ise 8 haziran. albümün yayımlanmasından sonra grup yollara düşüp, amerika ve avrupa başta olmak üzere pek çok yerde konser verecek.
türkçe çevirisini beklediğim kitaplardan en başta gelenler jack kerouac'ın "o the road"'u ve nick cave'in "and the ass saw the angel"'ı idi. geçtiğimiz sene her ikisi de türkçeye kazandırıldı. nick cave'in ilk romanıydı bahsettiğim ve 1989'da basılmıştı. dilimize olan yolculuğu 18 sene sürdü. baba, ikinci romanının yazım aşamasını tamamlamış. 2009 yılında piyasaya sürülecek romanın adı "the death of bunny munro". umarım bir önceki gibi bekletmez ve hemen kitaplıklarımızda yerini alır.
alt tarafta "ve eşek meleği" gördü romanının 'unofficial' kapağı.
geçtiğimiz günlerde nu metal ile ilişkili bir postta mike patton'un kulaklarını çınlatmıştık. bu sefer ki post direk kendisiyle ilgili . diyeceğim şudur ki; faith no more alemlere geri dönüyor. kendi web sitelerinden açıklama yapmışlar. fake olayı yok yani. şu an için herhangi bir kayıttan bahsedilmemiş. e 12 yıldır bekleyen fanlar biraz daha bekler, sorun değil.
cezayir asıllı fransız yönetmen mabrouk el mechri'nin 6. deneyimi olan filmin senaryosu frédéric bénudis'in kaleminden çıkmış ve mechri katkıda bulunmuş. adından da anlaşılabileceği gibi jan claude van damme'ın başrolde yer aldığı filmde ayrıca françois damiens, zinedine soualem, karim belkhadra, jean-françois wolff gibi isimler yer alıyor.
van damme'ın kendisini oynadığı filmde van damme bir yandan kızının velayet davasıyla uğraşmaktadır diğer yandan da son dönemde çektiği geçim sıkıntısını atlatmak için yeni bir film projesiyle ilgilenmektedir. "bir şeyler ters gitmeye başladığı zaman her şey ters gider" olayı başına gelir. önce kızının velayet davasını kaybeder ardından da filmde kendisinin yerine steven seagal'in oynayacağını öğrenir. tüm bu aksiliklerin ardından kendi ülkesi olan belçika'ya dönüş yaptığı gün hesabından para çekmek üzere postaneye gider. ancak postanenin kapısından içeri girdiği an onun hayatının daha da karmaşıklaşmasına neden olur. postane soyguna uğramıştır ve van damme'da postanedeki diğer insanlarla beraber rehine durumuna düşmüştür. olayları daha da karmaşık hale getirmemek için soygunculara yardım etmek istemesi başını daha da büyük bir belaya sokar.
filmin açılış sahnesinde van damme'ı bir setinde görürüz. kendisi, filmlerinden alışık olduğumuz gibi yine bir sürü düşmanla tek başına başa çıkmaktadır. gerçek hayatta ise durumlar oldukça farklıdır. postaneyi soyan ve hayli sıradan olan tiplere karşı van damme pek bir şey yapamamaktadır. yönetmen ve senarist en çok bu olayın üzerinde durmuş; filmlerin yarattığı hava ile hayatın gerçeklerinin oluşturduğu tezatlara. üstelik mevzuyu finali şekillendiren sahne olan postane çıkışında iki farklı yorumla ortaya koyarak pekiştirmiş. van damme'ın soygun esnasında kendisiyle olan iç çatışmasını izleyene aktardığı, kendisinin de aslında sıradan bir tip olduğunu, sokaklarda kendisinden daha nitelikli insanların bulunduğu halde kendisinin "van damme" olduğu için değer gördüğünü anlattığı birkaç dakikalık monolog ise tam kaymaklı ekmek kadayıfı kıvamında olmuş. film içerisinde amerika'nın siyasi tarihi boyunca düşmanlarına (önceleri komünizm ve ruslar, şimdilerdeyse araplar dolayısıyla müslümanlar), john woo'ya, steven seagal ve ayrıca van damme'ın başrolünde oynadığı tip vurdulu kırdılı filmlere olan zekice göndermeler izleyişi eğlenceli kılan diğer faktörler arasında.
son dönemlerde bolca karşımıza çıkan ve benim de pek sevdiğim zaman dilimlerine bölünmüş kurgu bu filmde de yer alıyor. ve senaryoyu daha da ilgi çekici hale getiriyor. sanal ortamlarda nedense pek bahsedilmemiş ve geri planda kalmış bu filmi izlemenizi öneririm.
not: "in bruges"'da bruges için sürekli bok çukuru deniliyordu, bu filmde de brüksel için aynı kelam ediliyor. gitmediğim için bilmiyorum, belçika komple bok çukuru mudur arkadaş?
tim burton tarafından yazılıp yönetilen ve stop-motion tekniği ile çekilmiş kısa filmdir. imdb'den 8.5 gibi yüksek bir puan alan film 5 dakika 53 saniye sürmesinin yanısıra, siyah beyaz görüntüsü ile oldukça ilgi çekicidir. stop-motion ve animasyonun mükemmel uyumuyla beraber bir de üstüne güzel bir çeviri eklenince keyifle izlenen film, tim burton'ın ilk çalışmalarından olması ve yeteneğini ön plana çıkarmasıyla kendini gösteriyor. ayrıca 1984 yılında ottawa international animation festivali'nde tim burton'a "en iyi izleyici ödülü"nü kazandırmıştır.
movie quotes: vincent malloy yedi yaşında, kibar ve terbiyeli her zamanda. yaşına göre bir çocuk için saygılı ve sevimli, ama aynen vincent price gibi olmak hayali. sorun değil onun için evdeki kız kardeşi, köpek ve kediler. aslında örümcek ve yarasalarla bir evi paylaşmak ister. orası yansıtabilirdi üzerine icat ettiği korkuları, yalnız ve acı içinde dolaşırdı karanlık koridorları. vincent sevimli olur onu görmeye geldiğinde teyzesi, ama müzesine koymak için onu balmumuna daldırmaktır hevesi. üzerinde deney yapmayı sever köpeğinin, abacrombie, yaratmak umudu içinde korkunç bir zombi. böylece, o ve korkunç zombi köpeği, kurban verirdi onlara londra sisinin göbeği. düşünmezdi sadece korkunç suçlar, resim çizerek ve okuyarak geçerdi bazı zamanlar. "koş jane koş" gibi kitaplar okurken öbür çocukların hepsi, yazarlardan edgar allen poe vincent'ın en gözdesi. bir gece okurken tüyler ürpertici bir anlatı, okuduğu bir paragraf ile soldu suratı. okudu onu öldürecek kadar korkunç bir haberi, güzel karısı gömülmüştü diri diri. öldüğünden emin olmak için kazdı mezarını, aldırmadı mezarın annesinin çiçekliği olmasını. annesi vincent'ı gönderdi odasına, bildi sürgüne gönderildiğini hüküm hisarına. ömür boyu hayatını geçirme cezası ile çarptırıldığı o yerde, yalnız başınaydı güzel karısının portresi ile birlikte. kabrine kapatıldığında deli ve yalnız, vincent'ın annesi girdi odaya apansız. "dışarı çıkıp oynayabilirsin istersen eğer, güneşli ve güzel bir gün görmeye değer." vincent denedi ama söyleyemedi konuyu, onu zayıflatmıştı tecrit edilme yıllar boyu. bir kalem aldı ve karaladı kağıda, "bu ev tarafından ele geçirildim, ve terkedemem asla."annesi konuştu, "ele geçirilmedin, ve ölmek üzere değilsin.oynadığın bu oyunlar hepsi kafanın içinde senin.sen vincent price değilsin, senin adın vincent malloy. acı çeken biri değil, bir oğlansın hala toy. sen benim oğlumsun, yaşın yedi yalnızca, gerçek bir eğlence bulursun dışarı çıkınca"şimdi öfkesi geçmişti, dışarı yürürken salona, o sırada vincent geriledi yavaşça duvara, odada başladı soğuma, gıcırdama ve titreme, ulaşmıştı tepeye korkunç delirme. abacrombie'yi gördü, onun zombi kölesi, ve mezarının çok altından geldi karısının sesi. tabutundan konuştu ve talep etti korkunç istekler, kırılan duvardan uzanırken iskelet eller. hayatındaki her korku rüyalarında onu ürküten, çılgın kahkahasını korkunç çığlıklarla değiştiren. delilikten kaçmak için istedi kapıya uzanma, gücü ve kuvveti kalmadığından yere düştü ama. yavaş ve çok sakin başladı söze, edgar allan poe'nun "kuzgun"undan söylerken bir dize:"ve gölgeden gelen ruhum yerde yüzerek yatan, yükselecektir... hiçbir zaman!"
japon sinemasına ilgi duyanlar için bu haftasonu izmir'de bir etkinlik gerçekleştiriliyor. adı "izmir japon filmleri festivali" olarak koyulan etkinlikte 2'si animasyon olmak üzere 7 film gösterime girecek. tüm gösterimlerin ücretsiz olduğu festival, 28 şubat cumartesi ve 1 mart pazar günü gerçekleşecek. etkinliğin programına ve filmler hakkındaki ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
u2 ile devam ediyoruz.. 13 mart 2009 itibariyle cinebonus'larda "real d 3d" teknolojisi ile 3 boyutlu olarak gösterilecek olan u2'nun konser filmi, türkiye'de sadece istanbul, ankara ve izmir'de gösterilecek. gnctrkcll ve mars entertainment group işbirliği ile düzenlenecek olan proje, "u2 3d" adı altına vizyona girecek ve 85 dakikalık bir konser kaydı olacak. ayrıca gnctrkcll'lilere 1 bilet alana 1 bilet bedavaymış, kaçırmamak lazım bu görsel şöleni.
uzun zamandır devam eden "spider man: turn off the dark" müzikal projesi, 18 şubat 2010'da broadway'de sahnelenecek. yönetmenliği julie taymor tarafından yapılacak olan müzikalin müzikleri u2'nun solisti bono ile the edge tarafından yapıldı. oyuncular kesin olmamakla beraber 2007 çekim julie taymor filmi across the universe'in oyuncuları jim sturgess ve evan rachel wood'un yer alacağı söylentileri de var. güzel bir broadway müzikali olacağa benziyor.
en son çıkardığı "enfants d'hiver" albümüyle, ilk defa tamamını kendi hazırladığı parçalarla karşımıza çıkan jane birkin istanbul'daki hayranlarına yine özel bir gece yaşatmak için geliyor. 21 nisan akşamı tim show center'da gerçekleşecek konserin biletleri henüz piyasaya sürülmedi. bu nedenle de bilet fiyatları şu an için belirsiz. ancak buradan takibinizi yapabilirsiniz.
slipknot'ın deli dumrul vokalisti taylor, bu seneki slipknot turunun bitiminden sonra stüdyoya kapanıp bir solo albüm çıkaracağını buyurmuş. eylül ayı civarında gerçekleşebilecek bu olayda taylor country ayarında bir sound yaratmayı planlıyormuş. social distortion, the foo fighters ve johnny cash karışımı bir şey olur diye de eklemiş.
gene bir "kime göre neye göre" olayıyla karşı karşıyayız. metal edge magazine en son sayısında can sıkıntısından veya sayfa kaplamak için napabiliriz diye düşünüp durmuş. "hadi en iyi 50 frontmani seçelim" diye tutturmuşlar. ve sıralamışlar. listelerini görme şansım olmadı ama roadrunner records "lan oğlum öyle liste mi olur" deyip kendileri bir liste çıkarmışlar. bir de not düşmüşler, "bizim listeyle diğer listeyi bi kıyaslayın bakalım hangimiz daha iyi biliyoruz işi" diye. e güzelim siz de otu boku eklemişsiniz ama max cavalera, dave mustaine, corey taylor gibi isimleri unutmuşsunuz.
john carney'in yazıp yönettiği 2006 yapımı irlanda filmi. 130 bin avro gibi oldukça düşük bir bütçeye sahip olan film, 2 handycam ile çekilmiş. başrollerinde the frames'in vokalisti glen hansard ile yine müzikal geçmişe sahip markéta irglová yer alıyor. iki müzisyen başrol oynadığı filmimiz müzikal film kategorisine giriyor. ancak alışılagelmiş müzikal film kalıplarının dışında kalıyor diyebilirim. yani müzik başlayınca ortada beliren dansçılar, müzikal kısımların daha ağır bastığı sahneler yok filmde. evet şarkılar çok fazla ön planda ancak sanki bir belgesel film havasında gibi olaylar arasında veya esnasında çok güzel oturtulmuş (bir benzeri için bkz: control). ayrıca filmin havasını değiştirip anlam katıyorlar filme. özellikle şarkı sözlerine dikkat etmek gerek izlerken, her biri yaşanmış anıların, yaşanacak anların tadını barındırıyor içerisinde.
filmin orijinine hayatın kenarında kalmış iki karakter oturtulmuş ve ikisine de isim koyulmamış. esas oğlanımız babasıyla beraber yaşayan, baba mesleği olan elektrikli süpürge tamirciliği icra eden, arta kalan zamanlarında şarkılar yazan ve bunları sokaklarda çalan yetenekli bir sokak müzisyeni. kızımız ise eşiyle olan sorunlardan bıkıp, yeni bir başlangıç yapmak amacıyla çek cumhuriyeti'nden irlanda'ya yerleşen. annesi ve küçük kızı ile beraber şehrin varoş kısmında oturan, sokaklarda çiçek satarak, evlere temizliğe giderek yaşam mücadelesini sürdüren, müziğe özellikle de piyanoya ilgisi olan amatör bir müzisyen. yani her gün sokaklarda rastlayabileceğimiz, ufak tefek işler yaparak ayakta kalmaya çalışan ve umutları olan insanlar. ikisinin sokakta karşılaşması sonucu aralarında farklı bir ilişki başlıyor. oğlanı terkeden ve film boyunca sadece sesine tanık olduğumuz bir hatun vardır ki bu iki insanın arasında daha yakın bir ilişki olmasına engel olabilecek türde olan. ve tabi kızın da arkasında bıraktığı bir koca. aynı hayat tecrübelerine sahip ikisinin tutunabileceği bir dal vardır; müzik. oğlanın yaptığı müziklere kız söz yazar, piyano çalarak şarkılara atmosfer katar. birbirlerine destek olarak albüm çalışmalarına girerler. tüm bu süreç içerisinde ilişkilerine bir isim konulacak mı diye beklerken, farklı yönlere giderler. bu haliyle romantik filmlerin klişelerinden sıyrılıyor.
ilk kısımda bahsettiğim gibi şarkılar filme hava katıyor. gerek müzikal gerekse lirik olarak. zaten film müzikleri de 2008 oscar'ını alarak başarısını tescillendirdi. glen hansard ve markéta irglová beraber oturup hazırlamışlar parçaları. izledikten sonra zaten soundtracki edinmeyi zaten isteyeceksiniz, edinin. bir de soundtrack haricinde bu ikilinin film için hazırladıkları parçalardan oluşan "the swell season" albümü var. filmin yanında onu da arşivlerde bulundurmakta fayda var.
film türkiye'de gösterime girmedi, sadece if istanbul'da yapıldı gösterimi. açıkçası büyük bir kayıp sinemaseverler için. dvd'sini bulup bu masalımsı filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.
bundan sonraki kısım ise filmi izleyenler için bir beyin fırtınası şeklinde olacak, spoiler içerdiğinden filmi izlemeyenlerin okumamasını öneririm.
oğlanın londra'ya taşınma kararı aldıktan sonra eski sevgilisi ile telefon konuşması bende büyük bir soru işareti yarattı. telefonun ucundaki eski sevgili "iyi ki artık yanıma geliyorsun", "beraber olacağımıza seviniyorum", "seni havaalanında karşılayım istersen" gibi sözler sarfetti. peki terkeden bir hatun sizce bunları söyleyebilir mi?
film boyunca sanki aralarında bir aşk başlayacakmış gibi bir his veren ikili arasındaki ilişki bir türlü alevlenmiyor. oğlan biraz bastırsa olacakmış gibi geliyor. ben oğlanın bu ilişkiye pragmatist olarak yaklaştığını düşünüyorum. hatuna şarkı yazdırıyor, piyano çaldırıyor, şarkı söyletiyor, stüdyo sahibi ve plak şirketiyle pazarlık yaptırıyor. yani verdiğinden daha fazlasını alıyor. stüdyoda aralarında geçen konuşmada da kıza söylediği "gel seninle beraber londra'ya taşınalım, beraber şarkı yazıp söyleyelim, albümler çıkaralım" teklifi sanki vicdanını rahatlatmak için sarfedilmiş gibi. kızın "o halde annemi de yanımıza alalım mı" sorusuna ise cevap veremeyişi aslında bu kızı ne kadar istediği sorusunu ortaya atıyor. eminim kız orada oğlanın ağzından çıkacak birkaç cümleye bakıyordu. ama olmadı. her ikisi de kendi yaşamlarına döndüler. armağan edilen piyano da ağza bal çalıp, vicdan rahatlatmanın ürünü gibiydi. farklı bir bakış açısı oldu benimkisi, çok mu paranoyak yaklaştım?
başrollerinde the frames grubunun solisti glen hansard ile beraber markéta irglová'nın rol aldığı, senaristliğini ve yönetmenliğini john carney'nin yaptığı irlanda yapımı film. imdb'den 8.1 puan alan, fakat top 250 listesinde göremediğimiz filmdir. glen hansard ve markéta irglová sayesinde, "en iyi orjinal şarkı" dalında da bir oscar sahibi olmuştur aynı zamanda.
karakterlerin ismi olmadığını söyleyerek başlıyorum. irlanda'lı bir adam... maddi durumu iyi olmamakla beraber, babasının dükkanında çalışıp ona yardım etmekte ve sokaklarda gitar çalarak para kazanmaya çabalamaktadır. bir gün çek bir kızla tanışır. kız da aynı onun gibi, çalışıp; annesine ve kızına bakmak zorundadır. ortak noktaları olan müzik sayesinde aralarında güçlü bir bağ oluşur. adam çok iyi gitar çalıp şarkı söyler, kız da piyanoda aşmıştır, sesi de güzeldir hani. lakin ikisi de yeteneklerinin muhteşem olduğunun farkında değildir. -aslında kız- hayali albüm çıkarmak olan adamı ikna eden kız, adam ve sokaktan topladıkları bir kaç gençle beraber stüdyoya girerler. albüm hazırlanır. adam sevdiği kadının yanına, londra'ya gitmeye karar verir. aslında kararını önceden vermiştir, ama "her an vazgeçme potansiyeli var" görüş açısıyla bakan izleyici, kararında emin olduğunun farkında değildir. evet, gider. kıza hep almak istediği piyanoyu hediye ederek. artık farklıdır herşey. kızın kocası gelmiş, adamda sevdiği kadının yanına gitmiştir. sevdiği mi dedim? yok, aslında sevdiği; her zaman camın önünde piyano çalan o kız olarak kalacaktır...
şüphesiz filmdeki en güzel şarkı "if you want me" idi. fakat gönül isterdi ki birlikte söylesinler, burada şarkı biraz harcanmış aslında. içinde lies, when your mind's made up, falling slowly gibi harika şarkılar barındıran soundtrack albümü dinlenmeli, film izlenmeli diyerek yazımı sonlandırıyorum.
nme dergisi en tuhaf merşandayzları sıralamış. aralarından 3 tanesine takılıp kaldım. ilki metallica pantulu, gay metalciler için tasarlanmış sanırım. ikincisi ise absinthe. marilyn manson'ın adı kullanılarak kotarılmış. absinthe.de adresinde 30 pound bayılıp alabilirsiniz. sonuncusu ise kiss tabutu. ederi ise 4700 $. tabutla ilgili bir ayrıntı ise pantera gitaristi dimebag darrell'in bu tabutla beraber gömülmüş olması.
alanis morissette’in 4 sene aradan sonra 10 haziran’da çıkardığı 7. stüdyo albümünün adı, “flavors of entanglement”. yine maverick records etiketiyle piyasaya çıkacak olan albüm çoktan nete düşmüş durumda.
her albümünde farklılık yaratmaya çalışan kanadalı güzelimiz bu albümünde elektronik unsurları katmış müziğine. şarkıları tek tek ele alayım. albümün açılış parçası olan “city of the planet” doğu müziğine has vurmalı lar ile başlıyor. genelde alanis’in kullandığı şarkı formatına sahip, nakarat kısma gelince tempo kazanıyor, aynen bir önceki albüm “so-called chaos”‘un açılış parçası “eight easy steps” gibi. parçanın son kısımlarında elektronica ile yaylıların harmanlanışı björk’ün kullanmayı pek sevdiği sounda yakın duruyor. ikinci parça “underneat”, alanis’in bu albümde bize sunduğu sound hakkında fikirler yansıtıyor. alt tarafı yerleştirilmiş loop üzerinden akıp gidiyor parça. albümün hoş çalışmalarından bir tanesi. ardından aynı özelliğe sahip “straitjack” geliyor. madonnavari bir parça olmuş bu, baya hoş. “versions of violence” da aynı şekilde beat ve looplara sahip bir parça. beşinci parça “not as we” ile alanis bizi eskilere götürüyor, o alışık olduğumuz sounduna. alanis’in o eşsiz sesine piyano eşlik etmiş, albümün genelinin dışında kalan özel bir parça olmuş. hemen ardından gelen “in praise of the vulnerable man” yine önceki albümlerine yakın bir havada olan parça, soft pop. yedinci parça aynı zamanda albümde en çok hoşuma giden parçalardan biri olan “moratorium”, yine orta tempoda akıp gidiyor. ardından gelen “torch” da aynı yapıda. “gigle again for no reason” la hareketlenen tempo “tapes” ile düşüyor. albümün son parçası “incomplete” de alanis’in önceki çalışmalarına yakın duruyor.
sonuç olarak, alanisseverlerin ilk dinlemede belki sevmeyeceği bir havaya sahip olan albüm olmuş. bir defa dinleyip bir kenara bırakmak olmaz bu albümü, tekrar tekrar dinlemek gerek.
yıldız teknik üniversitesi sinema kulübü tarafından bu yıl 6.sı düzenlenen "yıldız kısa film festivali", 13 - 17 nisan 2009 tarihleri arasında izleyici ile buluşacak. yeşim ustaoğlu (yönetmen), meral okay (senarist), engin öztürk (kurgu), gökhan atılmış (görüntü yönetmeni), naz erayda (sanat yönetmeni), kerem kurdoğlu (animasyon), yetkin dikinciler (oyuncu) ve atilla dorsay'ın (sinema eleştirmeni) jürilik yapacağı yarışmanın son katılım tarihi 13 mart 2009 olmakla beraber, ön elemeyi geçen filmler arasından birine 4000 tl değerinde dfa özel ödülü verilecek.
"sinemardin gösteri salonu" 28 şubat 2009 cumartesi günü tam 3 yıl aradan sonra mardinlileri tekrar sinemayla buluşturmaya hazırlanıyor. mardin sinema derneği'nin katkılarıyla açılacak olan sinema salonu, bağımsız ve kar amacı gütmeyen bir işletme olacak. mardin belediyesi ile kültür ve turizm bakanlığı tarafından da desteklenen sinema salonu, 150 koltuk kapasitesiyle hizmet verecek. ayrıca çarşamba günleri çocuklara ücretsiz film gösterimleri olacak.
"üç maymun"dan bahsetmişken nbc’nin ekürisinden demirkubuz’un en sevdiğim filmlerinden olan "kader" hakkındaki karalamalarımı aktarayım istedim. buyurun.
filmin başlarında filmi özetleyen iki sahne vardır bence; biri uğur’un, bekir’in dükkanından çıktıktan sonra bekir’in kızı arabasıyla takip edişi, ki kız burada cezaevinde yatan zagor’a gitmektedir (buna paralel olarak yine bekir’in uğur’u takip etmesi ve akabinde uğur’un köprü altında zagor ile buluşması). filmin geneline bakarsak bekir sürekli takiptedir uğur’u, karşılıksız, garip bir aşk uğruna. önce izmir’e gider, ardından sinop’a ve son olarak kars’a… ancak uğur’un sebebi ise zagor ile buluşmaktır. (bu arada “masumiyet”‘te haluk bilginer’in o meşhur tiradında bahsettiği yer diyarbakır’dır ancak bu filmde kars olarak değiştirilmiş. sanırım bu değişiklikte, nuri bilge ceylan’ın “iklimler” filminin çekimlerinin aynı zamanlarda kars’ta olması, ve iki ahbap yönetmenin yanyana takılmaları var. ki ufuk bayraktar da “iklimler”‘de kars’ta bir taksi şöförü olarak karşımıza çıkıyor).
ikinci sahne ise bekir’in dükkanda bulduğu fotoğraflardan kendine sakladığı fotoğraf. bu fotoğrafta zagor, ağır abi gibi önde durmuş uğur’dan alakasız, uğur ise arkada kalmış sevdiği adama bakmakta biraz çekinerek. bekir fotoğrafı ortadan ikiye keser ve zagor’un olduğu kısmı yırtıp çöpe atar, uğur’un olduğu kısmı ise kendisine saklar. normal hayatta araya girmeye çalışır defalarca ancak ne zagor’u çöpe atabilir ne de uğur’u kendine saklayabilir.
nbc’nin kurgu ve görüntüdeki başarısına bu sefer de oyuncu yönetmenliğini eklediği filmdir kanımca. “iklimler”‘i konu ve görsellik olarak beğenmiş, ancak oyunculuklardan dolayı pek tatmin edici bulmamamıştım. hele “uzak”‘tan sonra gelmiş olması daha da bir arttırıyordu bu tatminsizliği. ancak bu filmde hem oyuncu seçimi hem de oyuncuların performansının filme katkısı üst düzeyde.
buradan sonrası ağır spoiler içeriyor ona göre okuyalım veya okumayalım.
öncelikle adıyla son derece bütünleşmiş bir film, üç maymun. karakterlerinin olaylara karşı olan tepkileri, özelikle yaşadığımız toplumdaki “namus” denilen olguyu da hesaba katarsak oldukça umarsız. karakterler için bir konsept olmuş bu umursamazlık, aile bireyleri arasındaki kopuşu da beraberinde getiriyor. ancak tek bir yerde bu noktadan ayrılıyoruz, finale doğru yol alırken hacer’in servet’e olan ilgisinden dolayı onun ayaklarına kapanacak kadar küçük düşmesi.
filmin ilk yarısının sonunda karşımıza çıkan ölü kardeşe takıldım çok. izlerken, öyküye olan katkısını bekledim sürekli. bir de final öncesi sahnede karşımıza çıktı. filmden tüm bu kardeşle ilgili sahneleri çıkartalım, ne değişir? filmden sonra beyin fırtınası yapayım dedim bu çocukla ilgili, çocuğun ölümünden sonra anne ile baba arasında uçurum oluşmasına neden oldu diye düşündüm. yine de gerek bulamadım bu sahnelere.
film içerisinde hayata dair pek çok ayrıntı var, dikkatimi çekenlerden bir tanesi hacer’in kocası eve döndükten sonra, yıkanıp aklanıp, erotik iç giyimiyle yatakta kocasını beklediği sahne. kocası içeriye giriyor ve hacer yatakta neredeyse hazır olda gibi yatıyor, kocasına “isterik bir ifade sunayım mı sunmayım mı” gibisinden bir ikileme düşüyor ve “hadi gel” gibisinden bir mimikle bitiriyor olayı. orta sınıf hatta kırsal kökenli türk kadınının erotizme bakış açısını temsil ediyor bence.
belirttiğim sahnenin arkadasından ise nbc filmlerinde görmeye alıştığımız bir tavır giriyor devreye; kırsal kökenli erkeğin kadına olan baskısı ve şiddeti. “iklimler”de biraz daha sertti bu şiddet, bu filmde yine o noktaya varır mı diye bekledim o sahnelerde. biraz soft takılmakla yetindi eyüp.
final kısmında yönetmen seyirciyi biraz sıkıştırıyor açıkçası. izlerken kendi kafamdan normal final harici 3 tane daha final koydum. ilki eyüp’ün yatakta ağlarken, ölü oğlu odadan çıkarken, ikincisi eyüp’ün eşini intihar ederken kafasında kurgulayışından sonra ismail’in annesine cinayeti itiraf ediyor ve kamera yine eyüp’e çevriliyor orada da bitirdim kafamdan, üçüncü olaraksa eyüp’ün karısına atla dedikten sonra sokaklara karışması sırasında. nbc ise kapanışı kendi tarzında yapıyor, özellikle “uzak”‘tan aşina olduğumuz kasvetli bir istanbul manzarasıyla sonlandırıyor filmini.
oscar fırtınası estiren slumdog millionaire'in latika'sı, güzel oyuncu freida pinto ile beraber naomi watts, çekimleri londra'da olacak olan ve yaz ayında izleyici ile buluşacak bir woody allen filminde rol alacaklar. naomi watts'ın bir woody allen filminde başarılı bir oyunculuk sergileyeceğini tahmin edebiliyorum. josh brolin ve anthony hopkins'in de yer alacağı projeyi dört gözle bekliyoruz.
şu an yazıyı yazmakta olduğum blog artperest olmasa bu başlık altında bülent korkmaz'ın dönüşünden bahsedip, bir yazı döşerdim. ama bahsedeceğim mevzu, napalm death'le beraber grindcore'un temellerini atan 97'de "sounds of the animal kingdom" gibi bir cillop albüm sonrası 98'de konser kayıtların ve albümlerinden çeşitli parçaların bulunduğu veda albümü "goodbye cruel world" albümünü piyasaya atıp alemlerden çekilen brutal truth'un geri dönüşü. hem de öyle kuru kuruya bir dönüş değil bu. yeni albümlerinin kayıtlarını tamamlamışlar, adını da koymuşlar nisan ortasını bekliyorlar. "evolution through revolution", amerikan topraklarında 14 nisan'da satışa sunulacak, uluslararası sularda çıkış tarihi ise 20 nisan. önceki albümlerinde olduğu gibi relapse records etiketiyle sunulacak albümün önsiparişini şuradan yapabiliyorsunuz. "erken alan t-shirtü kapar" gibi bir güzellik daha yapmışlar.
en çok merak edilen "en iyi film ödülü", yaşlı doğup gençleşerek yaşamını sürdüren bir adamın hikayesini konu alan "the curious case of benjamin button" ile hintli bir çocuğun yaşamını anlatan "slumdog millionaire" arasında kararsızlıklara yol açmıştı. ödüllerde en fazla adaylığı bulunan bu iki film arasından kazanması gereken şüphesiz slumdog millionaire'di, ki öyle de oldu. amerika oscar ödüllerindeki itibarını yitirmemek adına, ödülü kendi filmine verecek diye düşünürken slumdog millionaire'in ödülü kapması sevinç nidalarımıza maruz kaldı.
slumdog millionaire ve the curious case of benjamin button arasındaki rekabet, "en iyi yönetmen ödülü"nde de kendini göstermişti. tahminlerin aksine david fincher'ın değil de danny boyle'ın ödülü alması, david fincher hayranlarını büyük hayal kırıklığına uğrattı. ingiliz sinemasının önemli isimlerinden olan danny boyle kimilerine göre ödülü haketmiyordu. fakat david fincher filmlerinin hepsine bakarsak ödülü sadece "fight club" ve "se7en"ın kazanabilme gerçeğini, the curious case of benjamin button'ın bu ödüle layık olmadığını görüyoruz.
en çok merak edilen diğer ödüller ise "en iyi kadın oyuncu" ve "en iyi yardımcı kadın oyuncu" ödülleriydi. her ne kadar sahte çıksa da sanal aleme sızan oscar belgesi'ndeki gibi en iyi kadın oyuncu kate winslet, en iyi yardımcı kadın oyuncu ise penélope cruz oldu. aslına bakarsak buna hiç şaşırmadığımı belirtmek isterim. kate winslet 6. adaylığında hakkı olan oscarı aldı çünkü. penélope de bakalım sözünü tutup hayranlarıyla buluşmak için ispanya'ya gidecek mi?
heath ledger'ın "en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü"nü almasına ise kimse şaşırmadı. bafta ödülleri'ndeki gibi yine bu ödülün sahibi olan heath ledger'ı buradan selamlıyoruz.
alman sineması son dönemde bir yanını ideolojik fikirlere ve bunların insan üzerindeki etkilerine dayalı çok güzel eserler çıkartıyor. “das experiment”, “die fetten jahre sind vorbei” ve son olarak da “die welle”.
todd strasser’in (morton rhue takma adıyla yazmış) aynı adlı romanından senaryolaştırılarak dennis gansel’in beyaz perdeye aktardığı film oldukça yeni, içerisinde bulunduğumuz yıla ait. söz konusu romanı okumadım, ancak netten araştırdığım kadarıyla roman senaryolaştırılırken üzerinde ufak tefek değişiklikler yapılarak uyarlanmış. kitaptaki tarih öğretmeni filmde hem su topu takımının direktörü hem de siyasal bilgiler öğretmeni olarak karşımıza çıkıyor. bunun yanı sıra filmle ilgili oldukça önemli bir ayrıntı ise, olayın 1976′da kalifornia’da yaşanmış olması.
oyuncu kadrosuna göz attığımızda haliyle karşımıza daha çok genç oyuncular çıkıyor. öğretmen rainer wenger rolü jürgen vogel, eşi ise daha önce fatih akın’ın “im juli”sinde juli rolüyle bizi büyüleyen christiane paul tarafından canlandırılıyor. frederick lau, max riemelt, jennifer ulrich, jacob matschenz, elyas m’barek gibi oyuncular da filmde rol alıyorlar.
filmin künyesi ile kısa bir tanıtım yaptıktan sonra ağır spoiler içeren kısıma geçiş yapıyorum. bunu dikkate alarak yazıyı devam edin ve etmeyin, gerisi size kalmış.
filmimiz el’ke tarafından yorumlanmış, ramones’un “rock’n roll high school” ile açılıyor. ve kadraja filmin iki ana karakterinden biri olan ramones tişörtüyle okula giden öğretmen rainer giriyor. ve daha sonra öğrencilerin yaşamlarına dair kesitlerle hızlı geçişler yaparak bizi film boyunca karşılaşacağımız karakterler hakkında az da olsa fikir edinmemizi sağlıyor. ve filmin temelini oluşturacak olan sınıf projesine doğru adım adım ilerliyor. rainer, dönem projesinde anarşi derslerine girmek istiyor ancak ona düşen otokrasi olmuş oluyor. sınıfa girdiğinde artık hepimizin şahit olduğu bir ortamla karşılaşıyor; dersle ilgisi olmayan öğrenciler. dersin ilk dakikalarında klasik öğretmen girişiyle işi götürmeye çabalıyor hatta bu dakikalarda konuya damgasını vuracak olan soruyu soruyor, almanya’da yeniden diktatörlük kurulur mu? herhangi bir yanıt alamayacağını anlayınca 10 dakikalık bir ara ister ve beyninde çakan fikri gerçeğe dökmeye çalışır; otokrasi modelini sınıfa uyarlamak. oturma düzeni değiştiriliyor, bir lider seçiliyor ve gücün tamamen ona bırakılması isteniyor, tek tip giyinme olayına geçiliyor, ortak selamlaşma yapılıyor ve en sonunda bir isim bulunuyor: die welle (dalga).
grup içerisinde karo, mona gibi muhalif isimler ortaya çıkıyor ve sistemin gereği olarak gruptan dışlanıyorlar. grubun kuruluşundan beri bir karakter kendisini belli etmeye başlıyor. sosyal hayatında hor görülen, ailesi tarafından bile değer görmeyen tim bir anda kaptırıyor kendisini. ateşli bir partizan haline geliyor. tek tip giyime geçildikten sonra evine gidip, nike, adidas etiketli giysilerini yakması, grubun kendisine nasıl bir kimlik kazandırdığına dair kanıtı oluyor. grup içerisindeki diğer üyelerde de değişim başlıyor. sosyal hayatlarında, insan ilişkilerinde. örneğin marco, su topu oynarken bireysel yeteneğini takım oyununa tercih ederken bir anda takımdaşlığın ve birlikteliğin farkına varıyor. ayrıca kız arkadaşıyla olan ilişkilerde sazı sürekli karo’nun çalmasından rahatsızlanıp, beraberliğin iki yönlü olduğunu anlatmaya çalışıyor. ve yanında da bir destekçi buluyor, lisa. o da aynı tim gibi “dalga” içerisinde kendisine kimlik bulanlardan. bir başka karakter kevin ise ilk başta dahil olmadığı grubun gücü karşısında etkilenip kendisini içeride buluyor. ve grubun lideri olan mr. wenger, o ana kadar okula giyip geldiği ramones, the clash gibi punk gruplarının tişörtlerini bir kenara bırakıp o da tam bir lider oluyor, beyaz gömleğini giyer (bunu bir alt kimlik olarak kabul edelim) üstüne de (kendi kimliğine ait olan) deri ceketini.
üyelerin kendisini bu grup olayına kaptırmasıyla, grup liderin kontrolünden çıkar. bir anda “mayhem project”in pratiğe dökülüşü gibi bir hal alır ve grup üyelerini şehir içerisinde ufak çapta kaos yaratırken görürüz. daha sonra okulu su topu takımının mücadelesinde kendisine yer bulur bu “dalga”. ufak bir parantez açalım, tam burada sanki amerikan filmlerindeki klişeleşmiş kolej takım mücadelesine bürünecekmiş gibi gösterip bir anda kendisini sıyırıyor. bir anlamda kurguda biraz sorun yaşanıyor gibi. kapatalım parantezi. söz konusu kontrolsüzlük üyelerin özel hayatlarına da yansıyor; anarşist grup ile çatışmalar, marco’nun sevgilisi karo ile tartışması ve rainer’in eşi tarafından terkedilmesi (her liderin karşılaştığı sorunla karşılaşıyor, yalnızlık). tüm bu karmaşayı projenin son gününde ortalıktan kaldırmak için harekete geçer mr. wenger, ve konferans salonunda partizanları bir araya toplar. “çok ileri gittik” diyerek pişmanlığını ortaya koyan ve “dalga”yı lağvetmek isteyen wenger’in karşısına grupla beraber kendisine bir kimlik kazanan, ve bu kimlikle kendisinde güç bulan tim çıkar. grubun bitmesi demek onun da sonu olacağı demekti. ve öyle de oldu. burada iki şey oldu aklıma gelen, ilki “there will be blood”‘daki eli sunday karakteri oldu, hem tip bakımından hem de eldeki gücün yitirilmesi. ikincisi ise tabi ki hitler. tim’de onun minimalize edilmiş halini görmek mümkün.
otokrasinin pratiğe dökülüşüne, içi boş bir sinerji yaratılarak oluşturulan faşizmin hangi boyutlara varacağına dair güzel bir eser. ve “das experiment” kadar etkileyici.
geçtiğimiz hafta istanbul'a gelip melankolisini seyircilerle paylaşan tindersticks için 2008 oldukça yoğun bir yıl oldu. önce nisan ayında 5 yıl aradan sonra yeni albümleri “the hungry saw”‘ı piyasaya sürdüler. ardından da claire denis’in yeni filmleri için soundtrack hazırlama çalışmaları, turneler ve konserler ise cabası.
bilindiği üzere, claire denis filmleri olan “nénette et boni” (1996) ve “trouble every day” (2001)’e soundtrack hazırlamıştı grup. kendisinin mart 2009′da gösterime girecek olan “35 rhums” ve şu sıralar post prodüksiyon aşamasında olan “white material” filmleri için de stüdyoya kapanıp şarkılar kaydettiler. bize de oturup filmleri beklemek kalıyor.
herman brusselmans'ın aynı adlı romanından sinemaya koen mortier uyarlamış ve filmi yönetmiş. istismar sinemasına teğet geçen belçika yapımı bir film. başrollerinde dries van hegen, norman baert, gunter lamoot ve sam louwyck yer alıyor.
çeşitli özürlere sahip 3 tane kaybedenin bir rock grubu kurup (öyle amerikan filmlerindeki gibi uyuz rock değil ha, çatır çatır punk takılıyor abiler) yarışmaya katılma fikriyle bir araya gelişi, daha sonra baterist olarak da eski bir davulcu olan dries adındaki yazarı sıcak yatağından kaldırmalarıyla açılıyor film. bahsettiğim karakterler arasında baya bir zıtlık var. yani şöyle açayım, yazarla diğer 3 eleman arasında. arkadaşlardan bir tanesi darp suçundan ceza almış, kadınlara yönelik şiddeti içerisinde tutamayıp kadınlara yaşatan bir skinhead (koen), eşi ile oldukça geçimsiz yaşayan, o aile yaşamı içerisinde kızını kaybeden ve sağır haliyle rock star olmayı düşleyen bir gitarist (ivan) ve kel annesi, yatağa bağlı şekilde yaşayan babası ile hayatın kıyısında kalmış, kolundan sorunu olan bir eşcinsel (jan). yazar karakteri ise oldukça snob, eşiyle arasına başka kadınları alarak sex hayatını oldukça renkli kılan, tertemiz bir hayat yaşayan biri. grupta davul çalmayı kabul ederek, pragmatist bir yaklaşımla bu alt sınıftan insanların hayatlarına girmeyi ve ve o yaşamlardan malzeme çıkarmayı düşünüyor. film bu örgü içerisinde ilerlerken bir noktada aslında yazarın bu karakterleri kafasında kurguladığını ve bu yazdıklarından bir roman oluşturmayı amaçladığını anlıyoruz, ilk önce notebookuna yazar olayı daha sonra filmde görürüz aynısını. "big dick" adlı karakterin de yazarın beyninden çıkan uçarı bir karakter olduğunun farkına varıyoruz, özellikle de lafı "önemli olan uzunluğu değil işlevi" söylemine getirdiği monologlarda. final sahnesinde ise karaktelerin ölümünün ardından kendilerinin kişiliğini açığa çıkaran anahtar cümleleri söylemesiyle, filmin izleyiciyi gerçeklik duygusundan iyice kopardığına da şahit oluyoruz. dries'in, başta olduğu gibi eski yaşantısına dönüşünü izliyoruz ayrıca final sahnesinde. hem de arkasında grup arkadaşlarının kendi pislik yaşamları içerisinde boğulmasına neden olarak. ivan'a dediği bir cümle vardı, "sizin gibiler ürememeli", bunu daha öte bir noktaya taşıyıp "sizin gibiler yaşamamalı"'ya getiriyor olayı. etkileyici bir final, ve bazı yönleriyle farklı olan bir film olmuş.