efes pilsen one love festival 8
hollywood'un karizmatik kahramanları
01. james bond
02. indiana jones
03. superman
04. harry potter
05. ellen ripley
06. john mcclane
07. han solo
08. buffy the vampire slayer
09. robin hood
10. spider man
11. mad max
12. james t. kirk
13. foxy brown
14. will kane
15. dirty harry
16. jack bauer
17. nancy drew
18. batman
19. atticus finch
20. sydney bristow
en paranoyak 10 film
01. the conversation (1974)
02. pi (1998)
03. the game (1997)
04. dr. strangelove (1964)
05. safe (1995)
06. blade runner (1982)
07. a scanner darkly (2006)
08. brazil (1985)
09. three days of the condor (1975)
10. dark city (1998)
valkyrie (2008)
bir grup general ve onun emri altındaki subay, adolf hitler'in insani olmayan tutumundan ve ülkeyi kendi tutkularına esir edişinden memnun değildir. bir suikast planlayıp, hitler'i ve onun yandaşlarını almanya'nın başından koparmayı hedeflemektedirler. suikastı gerçekleştirmek için albay stauffenberg görevlendirilir. esasen stauffenberg bu işi bitirecek adam olmasına rağmen filmde valkyrie operasyonunun komutasını elde tutan biri olarak gösterilmiş. bunda stauffenberg'i tom cruise'un canlandırmasının etkisi var elbette. arada böyle bir farkın olması, gerçeklikten bir kopuş yaşanmasına neden olmuş bence. ayrıca filmin hollywood yapımı olması nedeniyle hitler dahil tüm almanların ingilizce konuşuyor olması insanın garibine gitmiyor değil. hele hele "der untergang"'ta bruno ganz'ın hitler performansı ve o filmin havasının insanın içine işlemesinden sonra... tüm bu yanlarına rağmen film kendisini izlettiriyor ve siyasi tarihi değiştiren isimlerden biri olan hitler'in bu olağanüstü şansına şaşırtıyor.
smashing pumpkins davulcu arıyoooooooor
13 haziran 2009 loreena mckennitt konseri
genova (2008)
iki kızkardeş, kelly ve marry'nin anneleriyle beraber çıktığı araba yolculuğu ile açılıyor film. hepimizin küçükken oynadığı karşıdan gelen arabanın rengini tahmin etme oyunu oynayan kardeşlerden küçük olanı aynı oyunu annesiyle oynamak isterken trajik bir şekilde annesinin ölümüne neden olur. kaza sonrası hastaneden çıkan iki kardeş hala olayın şokunu atlatamamıştır. ancak bu şoktan payını daha çok marry almıştır. babaları onları bu ortamdan uzaklaştırmak ister ve bir süreliğine kızlarını başka bir yere götürmeye karar verir. üniversite yıllarında gönül ilişkisinin olduğu barbara ona genova'daki üniversitede kısa dönemli bir iş ayarlar ve üçü beraber gideceği adres belli olmuştur; avrupa'daki medeniyetin en eski şehirlerinden biri olan genova.
yarım kalan ailenin genova'ya gelişinden sonra bireylerin birbirine daha sıkı sıkıya bağlanacağını beklerken her biri kendi dünyasında yaşamaya devam ediyor. büyük kızkardeş kelly, amerika'daki arkadaş çevresinden kopmuş olmanın verdiği yalnızlığı burada çevre oluşturarak örtmeye çalışıyor. kızkardeşi ve babasından ayrı takılmaya çalışarak yeni geldiği şehrin tadını çıkarmaya bakıyor. marry ise travmayı hala üzerinden atamamıştır. annesinin hayaleti onu hala izlemektedir. genova'nın dar sokaklarında tek başına yapmak zorunda kaldığı yürüyüşler ondaki bu travmayı tırmandırmaktadır. colin firth'in canlandırdığı baba ise bir yandan akademide kendisini işine verirken diğer yandan da küçük kızına destek olmaya çabalamaktadır.
"in bruges"'da nasıl bruges filmde başroldeyse bu filmde de genova ön plana çıkıyor. şehrin dar sokakları filmin dram tarafına katkıda bulunurken diğer yandan da hem şehir içi hem de yakın bölgelerinin güzelliğiyle filmin seyir zevkini arttırıyor. şehrin atmosferini iyi bir şekilde kullanan winterbottom, karakterleri de oldukça iyi işlemiş bana göre. film boyunca marry ile empati kurup, yaşadığı travmaya ortak olmamamız oldukça zor. aynı şekilde kelly'nin ergen psikolojisi içerisinde yaptıklarına, gerçeklerle yüzleşmekten kaçışına ve kardeşi marry ile olan ilişkilerine kayıtsız kalmamız...
"genova", filmekimi 2008'de kendisine yer bulmuştu. avrupa sinemalarında yeni yeni gösterime giriyor. ülkemize uğrayıp uğramayacağı henüz bilinmiyor. ama elde edip izleyin derim.
polyester (1981)
waters yine kendisine özgü karakterler yaratarak yola çıkmış. travesti divine’ı ortalama bir amerikan ailesinden kopma anne modelinde görüyoruz. kocasına sadık, çocuklarını koruyucu olmaya çalışan bir anne. porno filmlerin gösterildiği bir sinemanın sahibi, karısına tutkusunu yitirip, sekreterine aşık olan bir koca, ayak fetişi sahibi olan hatta bunu bir sapkınlık haline getirip çevrede takip ettiği kadınların ayaklarına basarak saldıran bir oğul ve cinsel özgürlüğü sonuna kadar kullanan bir kız. aile bireylerinin baskısı altında kalan divine, saf tutumunu sürdürmeye devam etmeye çalışıyor. ve olaylar dönüp dolaşıyor, kızın bir hippieye, sapık oğlun ise ayak resimleri çizen bir ressama dönüşmesini izliyoruz. “happy end” ile mi son bulacak film derken son darbeyi annesi indiriyor divine’a.
önceki filmlerine göre daha yüksek bir bütçeye sahip film, waters tarzı entrikalarla dolu. ayrıca oyunculukların basitliği de görmeye değer.
girdap (2008)
filmin gerçek hayattan alınmış bir konusu var. istanbul üniversitesi’ni kazanan umut, antalya’dan istanbul’a yerleşir ve kendisine ev arkadaşları arar. ilan aracılığı ile tanıştığı süleyman ve ismail ile eve çıkar. evde eşyaların ters dönmesi, camın birdenbire kırılması gibi bazı garip olaylar olunca ismail’in aracılığıyla bir hocaya gidilir ve ondan fikir alınır. o ana kadar zeynep ile beraber olan, sosyal bir yaşama sahip olan umut hacı-hoca tayfasına yakınlaştıkça bir değişim içine girer ve kendisini son zamanlarda alışık olduğumuz din ile örtülü bambaşka bir çevrede bulur. ve hayatını bu çevreye göre yaşamaya başlar.
filmin tamamını ve özellikle de finalini ele aldığımızda filmin direk mesaj vermek üzerine çekildiği anlaşılıyor. oldukça iyi bir kadro olmasına rağmen sanatsal yönü zayıf olan, sahnelerin hızlı ve kısa geçişleri nedeniyle derine inemeyen bir film olmuş girdap. umut, oldukça farklı bir çevreye girip, hem kendi içerisinde hem de çevresine karşı bir değişim yaşıyor ancak diyaloglar derine girmekten kaçınıldığı ve üstün körü geçildiği için o değişim hissi pek yansıtılmıyor izleyene. ve filmin dönüm noktası olan bu olay belirgin olmak yerine üzeri silik kalıyor. sadece umut’un yeni ve eski hayatına ait görüntüleri arka arkaya koyup bir zıtlık yaratılıyor. açıkçası söz konusu değişimin zıt yönlü hali “takva”‘da ne kadar iyi aktarılmışsa seyirciye, burada da o kadar kötü.
bir parantez de şu disko sahneleri için açarsam, malesef çektiğimiz disko sahneleri 80′lerdeki filmlerden bir adım öteye gidemedi hala. söz konusu sahnelerdeki ışık kullanımı, yakalanamayan doğallık hala aynı.
son olarak, filmden beni haberdar eden ve izle diyen arkadaşım, “zaman kaybı olarak kabul edeceksen ve bana küfretmeyeceksen izle” demişti, güzel bir yaklaşım. ben de izlemek isteyene aynı sözü diyorum ve postu bitiriyorum.
geçmişten günümüze italyan sineması
1. la terra trema (1948) - luhino visconti
2. the taming of the shrew (1967) - franco zeffirelli
3. amarcord (1973) - federico fellini
4. il deserto dei tartari (1976) - valerio zurlini
5. lamerica (1994) - gianni amelio
6. romanzo criminale (2005) - michele placido
7. salvatore - questa è la vita (2006) - gian paolo
cry-baby (1990)
bir damla gözyaşı ile burjuva sınıfından olan kızları bile kendine hayran bırakan cry-baby rakaplı wade walker muhteşem sesiyle de insanları büyüleyen bir haytadır. kasıntı ve uslu hanım hanımcık bir kız olarak büyükannesi ile büyüyen allison vernon-williams'ı tek bakışıyla kendine aşık eden walker'la ileri gelen burjuva sınıfı arasında bir rekabet başlar. allison ve kendini onun ileride evleneceği adam olarak gören erkek arkadaşı ile cry-baby arasındaki rekabet arttıkça iş ciddiye biner ve hayta grubunun yaptığı bir parti esnasında büyük olayın çıkmasıyla hepsi kendini mahkemede bulur. cry-baby'nin hapse girmesiyle işler çığrından çıkar ve allison eski erkek arkadaşına geri döner. cry-baby ile ilgili gerçekleri öğrendikten sonra yaptığı hatayı anlayan ve ona geri dönen allison ise onu hapisten çıkarmak için elinden gelen herşeyi yapacaktır.
bu filmdeki rolü sayesinde tim burton tarafından keşfedilip, aynı sene hayatımın filmlerinden biri olan edward scissorhands'te rol alan johnny depp'in önemli filmlerindendir cry-baby. kusursuz bir oyuncu olduğunu anlamak için de bu iki filmi karşılaştırmak yeterli oluyor zaten, depp bu filmler çekildiğine sadece 27 yaşındaydı. izlenmesi gereken eğlenceli bir müzikal.
tropa de elite (2007)
brezilya’nın başkenti rio’da mahallelerde (veya gettolarda diyelim) yaşanan uyuşturucu ve fuhuş trafiğini konrol altına alabilmek için polis yeterli değildir. özellikle polis teşkilatı içerisinde yaşanan düzensizlikler bu kontrolsüzlüğü daha da büyük boyutlara getirmektedir. polisin de içerisinde bulunduğu bu düzenin hakkından gelen ve bope adı verilen bir özel tim vardır. oldukça sıkı ve sert bir eğitimden geçen bope tim üyeleri mahallelere baskınlar düzenleyerek uyuşturucu ağına darbeler vurmaktadır. bu timde yüzbaşı olarak görev alan nascimento eşinden bir bebek bekliyordur ve doğumdan sonra görevi bırakmayı planlıyordur. yerine seçebileceği iki adam vardır; neto ve matias. film boyunca hikayeye şekil verecek 3 karakter böylece belli olmuş oluyor. neto, bu sıkı birlikte görev yapabilecek hırsa sahip birisidir ancak eksik kalan akıllı hareket etme yönünü matias tamamlamaktadır. matias, timdeki görevinin yanında üniversitede hukuk eğitimi görmekte ve mezun olduktan sonra suç hukuku üzerine yoğunlaşmayı planlamaktadır. okulda tanıştığı arkadaş çevresinde sivil toplum örgütü üyesi olan maria ile olan ilişkisi matias’ı ve doğal olarak bope’yi bir uyuşturucu çetesine götürür.
bope’nin eski bir üyesi olan andré batista’nın yazdığı ve bope’nin polis, uyuşturucu çeteleri ile olan ilişkilerinin yer aldığı eserden uyarlanan film, olayların ilk ağızdan anlatımı. ilk bölümünde genelde polis teşkilatındaki düzensizliği gözler önüne seren film ilerledikçe bope’nin polis teşkilatına bakış açısını anlatıyor. bope’ye katılmanın ne kadar zor olduğu anlatılırken aslında bu tür silahla kuvvetlerde insanın gururunun hallaç pamuğu gibi bir kenara atılışını görebiliriz. tüm bu sert ve zorlu geçen eğitimin ve sonrasında icra edilen görevin askerlerin psikolojisine de dokundurulmuş filmde.
“cidade de deus” gibi sert bir filme imza atmış brezilya sinemasından çıkan yine sert bir film “tropa de elite”. izlerken, farklı coğrafyalarda yaşasak da tanıdık mevzuları görmek mümkün.
crazy love (1987)
belçika yapımı olan “crazy love”‘da dominique deruddere, bukowski’nin öykülerinden esinlenerek senaryoyu yazmış ve beyaz perdeye aktarmış. josse de pauw, geert hunaerts, michael pas, gene bervoets gibi isimler rol almış filmde.
3 farklı zaman diliminde geçen filmde önce chinaski karakteri ile örtüşen harry voss’un çocukluk dönemine şahit oluyoruz. izlediği filmlerden etkilenip, aşkı oldukça saf haliyle düşleyen bir çocuk olan harry, kendisini öylesine bu düşünceye kaptırmıştır ki babasının annesini evlenmek için kaçırdığını, bu yolda rakipleriyle dövüşecek kadar gözü pek olduğunu sanmaktadır. ne var ki gerçekler böyle değildir. babası alkolik bir hımbıl, annesi ise sıradan bir ev hanımıdır. harry’nin içerisinde olduğu bu çıkmazın farkına varan, kendisinden bir kaç yaş büyük olan arkadaşı duruma el koyar ve ona kadınları ve cinselliği öğretmeye kalkar.
ikinci kısımda ise cilt sorunu olan ergen harry ile karşılaşıyoruz. başta yüzünde olmak üzere sahip olduğu akneler yüzünden toplum içine çıkmaya zorlanan harry için hayat oldukça zordur. akranları, kadınlarla birebir ilişki içerisine girer o her zaman kenardaki figüran gibidir hayat sahnesinde.
üçüncü kısım ise dramanın tavana vurduğu bölüm olmuş. bir gece kulübünde yıllar sonra karşılaşan iki eski dost yine alkol dolu bir gecede cinsellik üzerine bir serüvene atılırlar.
bukowski üzerine seyretme fırsatı bulduğum filmlerden “factotum”‘da zaten sevdiğim çok roman, dadafon’un yine bukowski’nin şiirlerini besteleyerek hazırladığı şarkılarla bezenip modernize edilerek uyarlanmış, ben de çok sevmiştim. mickey rourke ve faye dunaway’in oynadığı barbet schroeder’in “barfly”‘ını ise chinaski’nin çok fazla karikatürize edildiğini düşünerek pek tutmamıştım. “crazy love” ise bu iki film arasını doldurdu benim için. bukowski sevenler mutlaka izlesin.
graham coxon'dan yeni albüm
død snø (2009)
tommy wirkola'nın stig frode henriksen ile beraber yazdığı ve tek başına çektiği filmde charlotte frogner, stig frode henriksen, vegar hoel, jeppe laursen, evy kasseth røsten, jenny skavlan, ane dahl torp, lasse valdal gibi isimler rol alıyor. "død snø" adını taşıyan film uluslararası karasularda "dead snow" adı altında gösterime girecek.
bir grup tıp öğrencisi paskalya tatillerini sara'nın dağ evinde geçirmek üzere yola çıkarlar. o sıralarda dağlarda kayak yapan sara, gruba sonradan dahil olacaktır. dağ evine gelip ortamın tadını çıkarmaya çalışan gençlerin kaldığı evin kapısına gerilim/korku filmlerinde sık sık rastladığımız öğreten adam peydah olur. gençlerin kahvesini içen adamımız onlara nerede olduklarına dair bilgi vermeye başlar. kamp yaptıkları bölge, nazilerin, rusya ile ingiltere arasındaki konvoy bağlantılarını kesmek amacıyla çöreklendikleri ve albay herzog'un emri altındaki askerlerin bölgedeki sivillere terör estirdikleri yerdir. daha sonra bölge halkı birlik olmuş ve buradaki birliklerin canına ot tıkamışlardır. öğreten adamın uyarıları canlarını sıksa da eğlencelerine devam ederler. ta ki adamın bahsettiği nazi askerleri karşılarına birer zombie olarak çıkana dek.
kar üzerinde olmalarına rağmen güçten kuvvetten kesilmeyen, dişlerini kullanmak yerine bıçağı, yumruğu tercih eden, ağaca bile tırmanma yeteneği olan nazi zombielerimiz ile tıp öğrencileri ile aralarında olan kovalamaca türün diğer örneklerinde de rastlayabileceğimiz oranda mizaha sahip. yeni bir "shaun of the dead" olabilir mi denilmiş, aman derim bu beklentiyle izlemeyin filmi. ayrıca zombie filmlerinin klasikleşmiş ısırılan kurbanın zombieye dönüşme hadisesi "død snø" için geçerli değil. naziler, ari ırklarını zombie olsalar bile korumaya devam ediyorlar. zombielere karşı savaş açan öğrencilerin ellerinde orak ve çekice rastlamak hoş bir ayrıntıydı. orak fazla kullanılmasa da çekiç gayet güzel yer bulmuş kendisine. "friday the 13th", "evil dead" serisine diyaloglar arasında selektör yapan ekip, erlend'e "braindead" t-shirtü giydirerek saygı duruşunda bulunmuş. gerek erlend'in ölümü gerekse iç organların halat olarak kullanımıyla "braindead"'den fazlasıyla nasibini almış bir film "død snø". referanslar böylesine sağlam olunca ortaya seyri kanlı bir film çıkmış. ha bir de, tommy wirkola ismini takip edilecekler listesine eklemek gerekiyor.
wallace and gromit in a matter of loaf and death (2008)
hayatlarında bir değişiklik yaparak bu kezde fırıncılık işine giren arkadaşlarımız ilginç mekanizmalarıyla yine karşımızdalar. bulundukları kasabada artan cinayet olayları ve ölenlerin sadece fırıncı olması onları biraz korkutmaya başlamışken bir gün karşılarına çok güzel bir bayan çıkar. (wallace'a göre güzel) çok zaman geçmeden sevgili olan wallace ve piella'nın arası, gromit'in piella'dan şüphelenmesi üzerine yavaş yavaş bozulmaya başlar. gizlice piella'nın evine giren katledilmiş fırıncı listesini gören gromit, sahibi wallace'ı uyarmak için hemen harekete geçer. ne varki wallace aşk sarhoşu olduğu için gromit'i dinlemez ve piella'yla takılmaya devam eder, ta ki piella ona içinde bomba olan büyük bir pasta hediye edene kadar. seri katilin piella olduğunu anlayan kahramanlarımız bir yandan bombanın patlamasını engellemeye bir yandan da piella'dan kurtulmaya çalışırlar...
bütün wallace and gromit filmlerinin aksine değişik birşey vardı bu filmde; ölüm. piella'nın canlı canlı timsahlara yem olması ve filmin başında hamurla öldürülen fırıncı buna örnekti. bu da filmi diğerlerine oranla çocuk filmi kategorisinde değerlendirmemizi engelliyor haliyle. izlenmeli ya, seviyorum ingiliz aksanını.
sleepy hollow (1999)
18. yy'ın sonu, sene 1799. kendine has tarzıyla diğerlerinden oldukça farklı olduğunu kanıtlamış bir polis memuru olan ichabod crane, esrarengiz cinayet vakalarını incelemek için sleepy hollow kasabasına gönderilir. bilimsel gelişmelerin arttığı o dönemde kendini bilime adamaya çalışan ichabod, cinayetlerle ilgili gerçeği öğrendiğinde tam bir yıkım yaşar. kasabada efsaneleşmiş olan "başsız süvari" geri dönmüştür ve belli bir sıraya göre insanların kafalarını uçurmaya başlamıştır. kestiği kafaları da alıp yanında götüren süvariyi yakalamak da ichabod'a düşer. süvariyi yakalamak tabiki de kolay olmayacaktır ama işin sırrını çözdüğünde onu yakalayan, aslında kurtaran yine ichabod olur.
konusu hakkında pek birşey söylenmez aslında. daha çok görselliği ile dikkat çeken filmde christina ricci'nin 19 yaşındayken canlandırdığı katrina van tassel rolü ona hiç uymamış bence. hatta şöyle söyleyeyim, filmin afişini ilk gördüğümde ricci'yi johnny depp'in kızı rolünde falan sanmıştım. başarısız seçim, klasik olacak ama johnny depp'li tim burton'lu bir filmde helena bonham carter'ı görmek daha bir hoş olurdu hani. başsız süvarinin iskeletten, insana dönüştüğü sahne herşeyi kurtardı neyseki. aman tanrım o neydi ya, izlenmeli.
cohen dünya turuna devam ediyor
soundgarden bir araya geldi
iggy pop'tan jazzy albüm
portecho'dan olay yaratan klip
Portecho - Studio Plastico
fehmi gerçeker'le film atölyesi
atölye programı:
- hollywood sineması
- new york film ekolü
- amerikan bağımsız sineması
- film yapım biçimleri
- sinema ve insan iletişimi
- senaryo yazımı
- casting/oyuncu seçimi
- mekan seçimi- çekim
- kamera, ses ve ışık kullanımı
- oyuncu yönetimi
- kurgu teknikleri
- ses ve müzik efektleri
- film gösterimi ve incelemesi
atölye tarihi: 28 mart - 9 mayıs tarihleri kapsamında her hafta cumartesi günü 10.00-17.00 saatleri arası.
(7 hafta, 50 saat..)
katılım ücreti: 750 tl
telefon: 0212 252 27 57
e-posta: info@fehmigerceker.com
battle for the sun
01. kitty litter
02. ashtray heart
03. battle for the sun
04. for what it's worth
05. devil in the details
06. bright lights
o7. speak in tongues
08. the never-ending why
09. julien
10. happy you're gone
11. breathe underwater
12. come undone
13. kings of medicine
"avenue q" bsm'de
bilet fiyatları:
1. kategori: 78.50 tl
2. kategori: 67.50 tl
3. kategori: 56.50 tl
4. kategori: 39.50 tl
5. kategori: 28.50 tl
6. kategori: 18.00 tl
tour of universe 2009
normal: 99,00 tl
sahne önü: 300,00 tl
vip: 180,00 tl
(fotoğraf makinası falan sokulmazmış.. de hayde..)
rock'n coke 2009
hoşnut olmadığım bir başka nokta ise seçilen tarihler. uni-rock ile aynı tarihlere denk getirmişler. zaten festival fakiri bir memlekette yaşıyoruz. aynı paralelde müzik insanları acaba hangisine gitsek diye durumda bırakmanın hiç gereği yoktu.
yaşar kurt izmir'de
özge fışkın izmir'de
kadınların seçimleri...
ayrıca festivalde cléo de 5 à 7, daisies, breaking the waves filmleri gösterilecek.
mastodon'dan yeni albüm
mdb'dan yeni albüm
1. "fall with me"
2. "my body, a funeral"
3. "the lies ı sire"
4. "bring me victory"
5. "echoes from a hollow soul"
6. "shadowhaunt"
7. "santuario di sangue"
8. "a chapter in loathing"
9. "death triumphant"